Tılsım bir güç gösterisi. Bu yarı sanrı yarı gerçek anlatıda, melankoli ile Latin Amerika’nın kanlı yakın tarihi, bir kadının, Meksika şiirinin anasının sesinde hayat buluyor. On iki gün boyunca üniversitenin dördüncü katındaki kadınlar tuvaletinde kapalı kalan bir kadının aklından neler geçer? Doğrusal zamandan kurtulur ve geçmiş, gelecek ve şimdinin birbirine girdiği kâbusta hayatını, kayıp dişini, genç şairleri, yitik ressamları, “Meksiko’nun ruhunun karanlık gecesini”, olmuş olanları ve bin yıl sonra olacakları hatırlar.
2 Ekim 1968’de Tlatelolco Meydanı’nda ordunun halka ateş açmasının ve yüzlerce kişinin ölümüyle son bulacak bir dizi hükümet karşıtı gösterinin kıvılcımını üniversiteden şehre yayılan öğrenci hareketleri çakmıştı. Meksika Ordusu, halkın da katılımıyla büyüyen protestoları durdurmak için üniversiteyi işgal ettiğinde Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin tuvaletinde olan ve yaşadığı dehşetle oradan çıkamayan Auxilio’nun, gözlerini yerdeki fayanslara ve fayanslar üzerinde oynaşan ay ışığına dikerek hummalı bir şekilde anlattığı hikâyeye kulak verin.
“Roberto Bolaño 2666 adlı başyapıtıyla romanın sınırlarını yeniden tanımlamıştı; sanrılarla dolu Tılsım’la ise edebiyatın ne olabileceğini yeniden tahayyül ediyor.”
-New Statesman-
“Bolaño’nun eserleri Marquez ile Burroughs’un, Borges ile Mailer’ın kesiştiği noktaya denk düşüyor ve ortaya azgın bir şamata çıkıyor.”
-Guardian-
“Çağının en etkili ve hayranlık uyandıran Latin Amerikalı yazarı.”
-Susan Sontag-
***
1
Bu bir korku hikâyesi. Bir tür polisiye, Fransızların “kara roman” dedikleri türden, hatta bir dehşet hikâyesi. Ama öyle görünmeyecek gözüne, çünkü bu hikâyenin anlatıcısı benim. Benim tarafımdan aktarıldığı için, öyle olduğunu fark etmeyeceksin. Oysa bu, özünde korkunç bir suçun hikâyesi.
Tüm Meksikalıların dostuyumdur. Hatta diyebilirim ki: Ben Meksika şiirinin anasıyım, ama öyle demesem daha iyi. Bütün şairleri tanırım, bütün şairler de beni tanır. Yani şöyle bir iddiada bulunabilirim: Ben Meksika şiirinin anasıyım ve yüzyıllardır bir cereyandır gidiyor… Ama iyisi mi böyle de söylemeyeyim. Arturito Belano’yu daha on yedi yaşında, tiyatro oyunları ve şiirler yazan utangaç bir gençken, içki içmesini dahi bilmediği zamanlardan beri tanıdığımı söyleyebilirim, ama bu bile son derece yüzeysel bir bilgi olur ve bana bütün yüzeyselliklerden kaçınıp doğrudan hikâyeye girmem öğretildi. (Kızgın çelik ve kırbaçla öğrettiler bunu bana.)
Velhasıl bu hikâyeye başlarken söyleyebileceğim tek bir şey var.
Adım.
Adım Auxilio Lacouture ve Uruguaylıyım, Montevideo’dan geliyorum, ama nostaljiye kapıldığım, içimin sıla hasretiyle dolduğu zamanlarda Charrúa olduğumu söylerim ki üç aşağı beş yukarı aynı şeydir. Ama tam da aynı şey değildir ve bu durum Meksikalıların da diğer Güney Amerikalıların da kafasını karıştırır.
Neyse, asıl mesele, günün birinde nedenini, nasılını, hatta zamanını tam olarak bilmeksizin Meksika’ya gelmiş olmam.
1967’ydi ya da belki 1965 veya 1962. Meksiko’ya yeni gelmiştim. Yeni gelmiştim diyorum ama artık hafızamda tarihlere yer yok, serüvenlerimin beni tam olarak nerelere götürdüğünü de hatırlamıyorum; tek bildiğim Meksika’ya geldiğim ve bir daha geri dönmediğim. Durun, hatırlamaya çalışacağım. Bir estetik cerrahın anesteziyle uyuttuğu hastanın derisini gerişi gibi, zamanı çekiştirelim. Şöyle bir düşünelim. Meksika’ya geldiğimde León Felipe hâlâ hayattaydı —ne muazzamdı o, gerçek bir tufan, tutabilene aşk olsun. Felipe 1968’de öldü. Meksika’ya geldiğimde Pedro Garfías hâlâ hayattaydı —ne muhteşem, ne melankolik adamdı o da. Don Pedro 1967’de öldü, demek ki 1967’den önce gelmişim. Öyleyse Meksika’ya 1965’te geldiğimi varsayabiliriz.
Meksika’ya 1965’te geldiğime kesinlikle inanıyorum (ama yanılıyor da olabilirim ve bu kesinlikle ilk yanılgım değildir) ve günler günler üstüne, saatler boyunca o iki İspanyol’un, dünyaya mal olmuş o iki beynin etrafında pervane oldum. Şiire olan tutkumdu beni harekete geçiren, İngiliz hemşireleri veya ağabeylerini örnek alan küçük kız çocuklarını aratmayacak türde sınırsız bir kendini adamışlıktı. Onlar da benim gibi göçmendi, ama farklı nedenlerle gelmişlerdi —kimse beni Montevideo’dan sürmedi, bir gün şehirden ayrılmaya karar verip Buenos Aires’e gittim ve orada birkaç ay, belki bir yıl geçirdikten sonra yeniden yollara düştüm, çünkü daha o zamandan Meksika’nın kaderim olduğunu biliyordum, León Felipe’nin Meksika’da yaşadığından haberim vardı ve her ne kadar Don Pedro Garfías’ın orada yaşadığına emin olamasam da içten içe öyle olduğunu hissediyordum. Belki beni seyahat etmeye zorlayan deliliğimdi. Neden olmasın, delilik kulağa pek de uzak gelmiyor. Belki de kültüre olan aşkımdı, elbette delilikle kültürü birbirinden ayırmak gerekmez illa, kültür bazen bir tür deliliktir, en olmadık deliliği de barındırır içinde. Belki sevgi yoksunluğuydu beni seyahat etmeye iten veya sevgi aşırılığıydı. Belki delilikti.
Geri kalan hiçbir şey değilse de şu kadarı açık ve net: Meksika’ya 1965 yılında geldim ve León Felipe’nin Pedro Garfías’la paylaştığı dairenin kapısına dikildim, işte geldim, hizmetinizdeyim dedim onlara. Sanırım beni sevdiler, sevilmeyecek biri değilimdir, bazen sıkıcı olduğum söylenir, ama sevilmeyecek biri olduğumu söyleyen çıkmadı hiç. İlk işim bir süpürge bulup dairelerini süpürmeye başlamaktı ve sonra camları sildim, ne zaman fırsat bulsam onlardan para isteyip alışverişlerini yapardım, hiç kaybetmedikleri o belirgin İspanyol aksanıyla, züppe bir melodisi olan o aksanla, z’leri vurgulayıp s’leri ıslatarak, s’leri olduğundan daha yalnız, daha duygusal kılan bir tonlamayla telaffuz ederek şöyle derlerdi bana: Bu kadar koşturmaca yeter Auxilio, bırak o kâğıtları be kadın, toz ve edebiyat her zaman kol koladır. Onlara bakar ve ne kadar haklı olduklarını düşünürdüm, toz ve edebiyat, ezeli ve ebedi birliktelik. O zamanlar bütün detaylara dikkat eden biri olduğumdan kafamda muhteşem, melankolik sahneler belirirdi, raflarda öylece duran kitapları ve dünyanın tozunun sinsi sinsi kütüphanelere girişini hayal ederdim, yavaş toz, ısrarcı toz, durdurulamaz toz ve derken bir gün kitapların toz için ne kadar kolay birer av olduklarını anladım (anladım ama kabullenmeyi reddettim), hortumları gördüğüm gündü, anılarımın derinliklerine gömdüğüm o meydana toplanan toz bulutları havaya kalkmış Meksiko’ya ilerliyordu; benim boşluklarından doğan, çoğu kişi yok saysa da aslında herkesin içinde yaşadığını bildiğim o bulutlar, işte o bulutlar okuduğum ve okumayı planladığım kitaplar arasında ayrım yapmaksızın her şeyi tozla kapladı. Elden ne gelirdi: Süpürge ve toz bezleriyle sergilediğim kahramanca çabalara rağmen, tozdan hiçbir zaman kurtulamayacaktım, çünkü o, kitapların var olma veya var oluşu taklit etme biçimlerinin içselleşmiş bir parçasıydı.
Gördüğüm buydu. Sadece benim hissettiğim depremin ortasında dururken bunu görüyordum. Derken gözlerimi açtım ve Meksika göğü karşımda belirdi. Meksika’dayım, diye düşündüm depremin sarsıntıları geçtiğinde. İşte buradayım, diye düşünüyordum ve ben bunu düşünürken tozun kaçınılmaz var oluşuyla ilgili düşünceler kaybolup gitti. Pencereden gökyüzünü görüyordum ve sonra, Meksiko’dan gelen ışığı kesen duvarlara, İspanyol şairler ile ışıl ışıl kitaplarına kaydı gözlerim, şöyle dedim onlara: Don Pedro, León (gariptir ki ikisinden daha yaşlı ve daha saygın olana adıyla hitap ederken genç olana, belki de gözümü daha çok korkuttuğu için, Don Pedro demek zorunda hissediyordum kendimi), bırakın bununla ben ilgileneyim, siz işinize dönün, yazmayı sürdürün, görünmez bir kadın olduğumu varsayın, beni boş verin. O zaman bana gülerlerdi, daha doğrusu León Felipe bana gülerdi, ama doğruyu söylemek gerekirse gülüyor mu, öksürüyor mu, küfür mü ediyor anlamak güçtü, volkan gibi adamdı o; Don Pedro Garfías ise bana bakar ve sonra gözlerini kaçırıp bakışlarını (o hüzünlü bakışlarını) başka bir şeye dikerdi, bir vazoya ya da ne bileyim, kitaplarla dolu bir rafa (ne melankolik bakışları vardı) ve şöyle düşünürdüm: Şu vazonun veya baktığı kitap sırtlarının ne özelliği var, neden onu böylesine hüzünlendiriyorlar? Bazen odadan çıktığında veya bana bakmayı kestiğinde meraklanır ve bahsi geçen vazoya veya kitaplara daha yalandan bakardım. Şu sonuca vardığımı söyleyebilirim (ki varır varmaz reddettiğim bir sonuçtur bu): Cehennem veya cehennem değilse bile ona açılan gizli kapılardan biri, ilk bakışta son derece masum görünen o nesnelerde gizliydi.
Bazen Don Pedro, vazosuna veya kitaplarına bakarken yakalardı beni ve, neye bakıyorsun Auxilio, diye sorardı, bense, ha, diye karşılık verirdim ona, ne, ve aptal numarasına yatardım ama bazen, sadece ve sadece bazen, ilk bakışta yersiz görünse bile, üzerine kafa yorulduğunda konuyla bağlantılı olduğu anlaşılacak türden bir soruyla karşılık verirdim sorusuna. Mesela, Don Pedro, bu vazo ne zamandır sizde, derdim. Onu size biri mi verdi? Sizin için özel bir anlamı mı var? Ve o öylece, ne söyleyeceğini bilemeyerek bana bakardı. Ya da, sıradan bir vazo işte, derdi. Ya da: Hayır, benim için özel bir anlamı yok. Öyleyse niçin ona cehenneme açılan bir kapıymış gibi bakıyorsunuz diye sorabileceğim zaman işte o andı. Hiç sormadım. Hı hı, hı hı gibisinden bir şeyler söylerdim; ilk aylarda, Meksika’daki ilk aylarımda birilerinden kaptığım bir alışkanlıktı bu, ama dudaklarımdan kaç tane hı hı dökülürse dökülsün beynim çalışmaya devam ederdi ve bir keresinde, şimdi o günlere dönüp bakınca kendime gülüyorum, bir keresinde Pedrito Garfías’ın çalışma odasında tek başımayken hüzünlü bakışlarının hedefi olan vazoya bakmaya başladım ve şöyle düşündüm: Belki içinde çiçek olmadığındandır. Evde hiçbir zaman çiçek olmazdı ve vazoya yaklaşıp çeşitli açılardan onu inceledikten sonra (adım adım yaklaşıyordum ona, ama daireler çizdiğim, gözlemlediğim nesneye sarmal çizerek yaklaştığım da iddia edilebilirdi rahatlıkla) şöyle düşündüm: Elimi vazonun karanlık ağzından içeri sokacağım. Aynen böyle düşündüm ve elimin havaya kalktığını, vücudumdan uzaklaştığını, vazonun karanlık ağzına, parlak dudaklarına yöneldiğini gördüm. Tam o anda şöyle dedi içimden bir ses: Hey, Auxilio, ne yaptığını sanıyorsun seni deli kadın, ve beni kurtaran bu oldu sanırım, çünkü kolum havada asılı kaldı, elim cehennemin ağzına birkaç santim kala ölü bir balerinin eli gibi olduğu yerde durdu. Sonrasında bana ne oldu hatırlamıyorum, ama ne olabileceğini ve olmadığını hatırlıyorum.
İnsan, riske girer. Doğruya doğru. Riske girer ve en beklenmedik anlarda kaderinin kurbanı olur.
Vazo olayının yaşandığı gün ağlamaya başladım. Ya da şöyle diyelim: Pek farkında olmasam da gözlerimden yaşlar akıyordu ve koltuğa, Don Pedro’nun odasındaki tek koltuğa oturmak zorunda kaldım, yoksa bayılacaktım. Gözümün karardığını hatırlıyorum, bacaklarım tutmaz oldu ve oturduğum anda korkunç titremeler sardı vücudumu, sanki bir tür kriz geçirmek üzereydim. En kötüsüyse Pedrito Garfías’ın her an içeri girip beni o halde görebileceği düşüncesiydi. Vazoyu da bir türlü zihnimden atamıyordum; bakışlarımı kaçırdım, ama orada, odada olduğunu, rafta, gümüş kurbağanın, derisi Meksika’yı aydınlatan ayın tüm deliliğini emmiş gibi parlayan o kurbağanın yanında durduğunu biliyordum (o kadar da aptal değilim). Titremelerim geçmemişti, ama ayağa kalkıp yeniden vazonun yanma gittim, zannedersem onu elime almak ve yere atıp kırmak gibi son derece mantıklı bir amacım vardı, yeşil parkelere çarpıp parçalanışını görmek istiyordum. Bu sefer korkumun kaynağı olan nesneye daireler çizerek değil doğrudan yaklaştım, düz bir çizgi izledim, itiraf etmeliyim ki tereddütlü olmasına tereddütlüydü ama düzdü işte. En kısa yoldu. Vazoya birkaç adım kala yeniden durdum ve kendime şöyle dedim: Eğer cehennem orada değilse bile kâbuslar, kaybedilmiş her şey, acı veren ve unutulması hayırlı olacak her şey orada.
Derken şöyle düşündüm: Pedrito Garfías vazoda neyin saklı olduğunu biliyor mu? Şairler, vazolarının dipsiz karanlığında neyin pusu kurduğundan haberdar mı? Biliyorlarsa onu yok etme görevini neden kendileri üstlenmiyorlar?
O gün başka hiçbir şey düşünemiyordum. Her zamankinden erken evden ayrılıp Chapultepec Ormanı’nda yürüyüşe çıktım. İnsanı rahatlatan, hoş bir yerdi. Ama ne kadar yürürsem yürüyeyim, etrafımı saran güzelliklere ne kadar hayran kalırsam kalayım, vazoyu ve Pedro Garfías’ın çalışma odasını ve kitaplarını ve onun bazen son derece zararsız bazen aşırı tehlikeli şeylere odaklanan hüzünlü bakışlarını düşünmekten kendimi alamıyordum. Gözlerim Maximiliano ve Carlota’nın sarayının duvarlarını veya Chapultepec Gölü’nün sularına yansımalarını düşürerek kalabalıklaşan ağaçları görüyordu, ama zihnimdeki tek görüntü, İspanyol şairin her şeyi kucaklayan bir hüzünle vazoya bakışıydı. Beni nasıl da öfkelendirdi bu. Daha doğrusu, başlangıçta öfkeliydim. Vazo konusunda neden bir şey yapmadığını merak ediyordum. Neden şair iki adım atmaktan (oysa o iki üç adımı atarken ne kadar zarif görünürdü kim bilir) ve vazoyu eline alıp yere fırlatmaktansa öylece oturup vazoya bakıyordu. Derken öfkem geçip gitti. Chapultepec Ormanı’nda (kartpostalımsı Chapultepec der Manuel Gutiérrez Nájera) esen rüzgârın burnumu okşayışının tadını çıkarır ve meseleyi yeniden düşünürken öfkem yavaş yavaş dindi ve yıllar içerisinde, Pedrito Garfías’ın zaten kendine düşen vazoları ve diğer gizemli objeleri paramparça ettiğini anlamaya başladım; iki kıtada sayısız vazo! Ben kimdim ki onu çalışma odasındaki vazoya teslim olmakla suçluyordum!
Bir kere böyle düşünmeye başladığımda vazonun süregelen varlığını haklı çıkaracak gerekçeler bulma yoluna bile gittim ve aklıma bir sürü gerekçe geldiğini söyleyebilirim, ama onları sıralamanın ne anlamı olur, böyle bir liste ne işe yarar ki. Emin olduğum tek şey vazonun orada durduğuydu, ama “orası” rahatlıkla Montevideo’da bir pencere pervazı veya yıllar önce ölen, neredeyse unuttuğum babamın masasının üstü de olabilirdi, Doktor Lacouture’nin eski evi, unutuluşun dalgaları altında kaybolup giden bir adam, bir ev ve bir masa.
Diyeceğim o ki, emin olduğum tek şey, León Felipe ve Pedro Garfías’ın dairelerini ziyaret ettiğim, onlara elimden geldiğince yardım ettiğim, örneğin kitaplarının tozunu aldığım ve yerleri süpürdüğüm ve itiraz ettiklerinde onlara, bana aldırmayın, siz yazmanıza devam edin, bırakın size lojistik destek sağlayayım, dediğim; León Felipe’nin güldüğü ama Don Pedro’nun, Pedro Garfías’ın gülmediği, melankolik bir adam olan Pedro Garfías’ın gün batımındaki gölleri (kimsenin ziyarete gitmediği dağların doruklarındaki, korkunç bir hüzünleri ve sükûnetleri olan gölleri, sükûnetleriyle bu dünyaya ait değilmiş gibi görünen gölleri kastediyorum) andıran gözleriyle bana baktığı. Zahmet etme Auxilio, derdi; teşekkürler Auxilio, derdi, hepsi bu. Ne büyük adam. Ne onurlu adam. Kıpırdamadan öylece dikilir ve bana teşekkür ederdi. Hepsi buydu ve bu kadarı da bana yeterdi. Talepkâr biri değilimdir, azla yetinmesini bilirim. Çoğu insan bunu bir bakışta anlar. León Felipe Bonita diye hitap ederdi bana, sen bir tanesin Auxilio, derdi ve elime birkaç peso tutuşturmaya çalışırdı, ama bana para vermeyi teklif ettiğinde bağırıp çağırmaya başlardım (bunu gerçekten yapardım inanın), size yardım etmek istediğim için yardım ediyorum León Felipe, derdim, size hayran olduğum için yapıyorum derdim. O zaman León Felipe bir anlığına durur, kelime seçimimi gözden geçirirdi, bense bana verdiği parayı masasına bırakıp işime dönerdim. Bazen şarkı söylerdim. Çalışırken şarkı söylerdim ve benim için, emeğimin karşılığında para alıp almamanın bir önemi yoktu. Aslında bedava çalışmayı tercih ederdim. (Gerçi evlerini temizlediğim insanlar para verdiklerinde sevinmediğimi söylemek gibi bir ikiyüzlülük yapmayacağım.) Ama şairlere çalıştığımda para almamak tercihimdi. Orada, kitaplarının ve belgelerinin arasında olabilmek için, canımın istediği gibi gelip gidebilmek için cebimdeki tüm parayı vermeye bile razıydım. Ben yalnızca hediyeleri kabul etmesini bilirim. León Felipe dairesinde hiç görmediğim gibi nereden bulduğunu da bilmediğim, kilden yapılma ufak Meksika bibloları verirdi bana. Sanırım bana hediye edebilmek için özellikle alıyordu onları. Hüzünlü küçük biblolar. Çok güzellerdi. Ufacık ve güzel. Cennetin veya cehennemin kapılarını saklamıyorlardı, Oaxacalı yerlilerin yapıp tüccarlara sattıkları, o tüccarlar tarafından da Meksiko sokaklarındaki tezgâhlarda fahiş fiyata satılan sıradan biblolardı. Don Pedro Garfías ise felsefe kitapları hediye ederdi. José Gaos’un kitabını hâlâ hatırlıyorum, okumaya çalışmış ama sevmemiştim. José Gaos da İspanya’da doğup Meksika’da ölen İspanyollardandır. Zavallı José Gaos, keşke kendimi biraz daha zorlasaymışım. Ne zaman öldü? Sanırım León Felipe gibi 1968’de, hayır, 1969’du öldüğünde, yani belki mutsuzluktan ölmüştür. Pedrito Garfías 1967’de Monterrey’de öldü, Leon Felipe 1968’de. Leon Felipe’nin bana verdiği bibloları birbiri ardına kaybettim. Şimdi muhtemelen Napoles Mahallesi’ndeki veya Roma Mahallesi’ndeki veya Hipodromo-Condesa Mahallesi’ndeki düzgün evlerde ya da güzel manzaralı dairelerin raflarındadırlar. Kırılmamış olanları diyorum. Kırılanlar Meksiko’nun tozuna karışmıştır. Pedro Garfías’ın bana verdiği kitapları da kaybettim. Önce felsefe kitaplarını ve sonra, kaçınılmaz olarak şiirleri de.
Zaman zaman kitaplarım ve biblolarım hâlâ yanımdaymış gibi geliyor. Ama bu nasıl olabilir, diye soruyorum kendime. Bir şekilde çevremde veya tepemde uçuşuyorlar mı? Yıllar içinde kaybettiğim biblolar ve kitaplar Meksiko’nun havasına mı karıştı? Kuzeyden güneye, doğudan batıya şehri kaplayan küllere mi dönüştü? Belki. Ruhun karanlık gecesi Meksiko’nun sokaklarında dolaşıp önüne ne çıkarsa süpürüyor. Bir zamanlar kendileri birer melodi olan yerlerde birilerinin şarkı söylediğini nadiren duyuyorsun artık. Toz bulutu her şeyi toza indirgiyor. Önce şairleri, sonra sevgiyi. Üstelik tam durulmuş ve yok olacakmış gibi göründüğünde bulut yeniden canlanıyor, gelip şehrin üstüne veya zihnine yerleşiyor. Bu sefer gitmeyi düşünmüyorum diyor sana gizemli işaretlerle.
2
Dediğim gibi, León Felipe ve Pedro Garfías’ı düzenli olarak ziyarete gidiyordum, işime sadıktım, şiirlerimi okumalarını veya dertlerimi dinlemelerini beklemiyordum, ve evet, yararlı olmaya çalışıyordum, ama bu ziyaretler bütün zamanımı alan şeyler değildi.
Benim de kendi hayatım vardı. İspanyol dilinin parlak neferlerinin gölgesinde içimi ısıtmaya çalışmanın ötesinde bir hayat. Başka ihtiyaçlarım vardı. Çeşitli işlerde çalışıyordum. İş arıyordum. İş aramaya çıkıyor ve çaresizliğe kapılıyordum. Çünkü herkesin bildiği, inandığı veya varsaydığı üzere Meksiko’da hayat kolaydır, ama sadece ve sadece paranız veya bursunuz ya da aileniz, en olmadı geçiminizi sağlayacak orta karar bir işiniz varsa. Benimse hiçbir şeyim yoktu; Meksiko’da sonlanan uzun yolculuk sahip olduğum ne var ne yok tüketmişti ve ne yazık ki gerçek bir işte çalışmak için gereken enerji de dâhildi buna. Bu yüzden üniversitede takılıyordum, özellikle felsefe ve edebiyat fakültelerinde, çeşitli işlere gönüllü oluyordum: Bir gün Profesör Garcia Liscano’nun ders notlarını daktilo etmesine yardım ediyor, bir sonraki gün eğitmenlerden çok azının Moliere’in dilinden anladığı Fransız Dili Edebiyatı’nda çevirmenlik yapıyordum —Fransızcam mükemmel olduğundan değil, ama onlarınkiyle kıyaslandığında çok iyiydi. Bazen tiyatro gruplarından biriyle vakit öldürüyor ve aralıksız sekiz saati, dalga geçmiyorum, gerçekten aralıksız sekiz saati provaları izleyerek ya da gruptakilere sandviç getirerek veya spot ışıklarıyla çeşitli denemeler yaparak ve oyunculara sufle vererek geçiriyordum, bunların hepsi aynı ölçüde mutlu ediyordu beni.
Çok sık olmamakla beraber ara sıra para kazandıran işler de buluyordum; bazen profesörlerden biri asistanlığını yapmam için bana kendi cebinden para öderdi veya bazen bölüm ya da fakülte başkanları benimle iki haftalık, bir aylık, bazen bir buçuk aylık kontratlar imzalardı; yapacağım iş bu kontratlarda belirsiz, üstü kapalı bir dille ifade edilirdi ve bahsi geçenler de zaten var olmayan görevlerdi. Sekreterler de (çok naziktiler, hepsiyle arkadaş olmuştum; sırlarını benimle paylaşır, kalp kırıklıklarından ve umutlarından bahsederlerdi) patronlarının bana iş vermesi için ellerinden geleni yapardı ve en çok onlar sayesinde cebime birkaç peso girerdi. Gündüzlerim böyle geçiyordu. Geceleri Meksiko’nun şairleriyle birlikte, bohem denilebilecek bir hayat sürüyordum, hem ruhumu doyuran hem işime gelen bir yaşantıydı bu, çünkü o zamanlar beş parasızdım ve kira ödeyecek kadar bile param olmuyordu. Tamam, şimdi abartmayayım, çoğu zaman o kadar param oluyordu, yani geçinip gidecek kadar param vardı ve zaten şairler sahip oldukları kitapları, örneğin kendi yazdıkları şiir kitaplarını (şairleri bilirsiniz) ve bazen ellerindeki klasikleri ödünç vererek bana Meksika edebiyatını öğretiyordu, özetle masrafım yok denecek kadar azdı.
Şansım yaver gittiğinde bütün bir haftayı bir peso dahi harcamadan geçirirdim. Mutluydum. Meksikalı şairler cömertti, bense mutlu. Zamanla kim kimdir tanımaya başladım ve onlar da beni tanıdı. Aralarına aldılar beni. Günlerimi üniversitede karınca gibi ya da daha dürüstçe konuşmak gerekirse ağustosböceği gibi çalışarak geçiriyordum; küçük ofislere girip çıkıyor, dedikoduları, ilişkileri, boşanmaları ve trajedileri dinliyordum. Örneğin karısı tarafından terk edilmenin acısına katlanamayan Profesör Miguel López Azcárate’nin trajedisini yakından takip etmişimdir; olup biten hiçbir şey benden kaçmıyordu, sekreterlerden her şeyi öğreniyordum. Bir gün fakültenin koridorlarından birinden geçerken Ovidius’un şiirlerinin özelliklerini tartışan bir grupla karşılaştım; şair Bonifaz Nuño galiba oradaydı, belki Monterroso ve iki üç genç şair daha. Profesör López Azcárate de oradaydı diye hatırlıyorum, ama tartışma bitene kadar tek kelime etmedi. (Konu Eski Roma şiiri olduğunda tek otorite Bonifaz Nuño’ydu.) Tanrı aşkına, o gün neden bahsetmiştik? Hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim, konunun Ovidius’la ilgili olduğu. Bonifaz Nuño hiç durmadan konuşmuştu, muhtemelen Metamorfoz’u çevirmeye kalkan çaylak çevirmenlerden biriyle dalga geçiyordu. Monterroso sessizce gülümseyip başını sallıyor, genç şairlerse (belki sıradan öğrencilerdi, zavallıcıklar) anlatılanları dinliyordu. Ben de. Boynumu uzatmış, dikkatimi onlara vermiştim. Zaman zaman bir ünlem nidası dökülüyordu boğazımdan arkasında durduğum öğrencilerin sırtına çarpan, ama sessizliğe sessizlik eklemek gibiydi. Derken bir noktada, bu gerçekten yaşanmış olmalı, uyduruyor olamam, Profesör López Azcárate ağzını açtı. Nefes alamıyormuşçasına, sanki üniversitenin koridoru birdenbire bilinmeyen bir boyuta taşınmış gibi ağzını açtı ve Ovidius’un Aşk Sanatı hakkında Bonifaz Nuño’yu hazırlıksız yakalayan ve Monterroso’nun ilgisini çeken bir şeyler söyledi, ama şair veya öğrenci olan gençler onu anlamadı, ben de anlamadım ve o zaman López Azcárate nefes alamamaya daha fazla dayanamıyormuşçasına kıpkırmızı oldu, birkaç damla gözyaşı, dört beş damla diyelim, yanaklarından aşağı akıp bıyığına yapıştı, uçları ve ortası kırlaştığı için bana zebraları hatırlatan siyah bir bıyıktı onunkisi, ne bıyıktı ama! Çok acayipti, bir jilet veya makasla kesilmek için yalvarıyordu ve López Azcárate’nin suratına yeterince uzun süre bakan birinin, bıyığın başlı başına bir anormallik olduğundan şüphesi kalmazdı, üstelik bile isteye taşıdığı bir anormallikti ve suratında öyle bir anormallik olan bir adamın sonunun kötü olması kaçınılmazdı.
Bir hafta sonra López Azcárate kendini astı. Ağacın dalında sallanan cesedin haberi, kırmızı görmüş bir boğa hızıyla, bir anda bütün üniversiteye yayıldı. Öyle bir haberdi ki ilk duyduğumda ürpermekten kendimi alamadım ve içim karardı elbette, ama ne yalan söyleyeyim, büyülenmiştim de, çünkü kötü haber dahi olsa (hiç şüphesiz olup olabilecek en kötü haberlerdendi), kendince bir rahatlatıcılığı vardı, sanki gerçek dünya kulağımıza fısıldıyordu: Hâlâ muhteşem şeyler yapabiliyorum; hâlâ seni şaşırtabiliyorum; seni aptal kız, seni ve geri kalan herkesi şaşırtabiliyor, hâlâ aşk için yeri göğü inletebiliyorum.
Gecelerim gündüzlerimden farklıydı, yeniden büyümeye, değişmeye başladım, bir yarasaya dönüşüyor, üniversiteyi geride bırakıp süpürgesine binmiş bir cadı gibi (dürüst olalım, ne kadar istesem de kendim için “peri gibi” diyemem) Meksiko’da dolaşıyordum, içiyor, sohbet ediyor ve edebi toplantılara katılıyordum (nerede, ne zaman, ne düzenlendiğini her zaman bilirdim) ve daha o zamanlardan bana danışan genç şairlere öğütler veriyordum; o zamanlar sayıları sonraki yıllarda olacağı kadar fazla değildi ve her birine söyleyecek nazik bir çift sözüm vardı. Ne diyorum böyle, bir çift mi! Her biri için yüzlerce, hatta binlerce sözüm vardı; benim için López Velarde’nin torunlarıydılar, Salvador Díaz Mirón’un büyük büyük torunlarıydılar, cesur, kafası karışmış çocuklardı, Meksiko gecelerinde sürüklenen kalbi kırık çocuklar, sayfalarının köşelerini kıvırdıkları kitapları ve ikiye katladıkları kâğıtları ve sonuna kadar dolmuş defterleriyle kapımda peydâ olan cesur çocuklardı. Hiç kapanmayan kafelerde veya ilerleyen sayfalarda sana anlatacağım Lilian Serpas’ın ara sıra uğrayan hayaleti hariç içerideki tek kadının ben olduğum, dünyanın en yoz barları sayılabilecek barlarda otururduk ve okumam için şiirlerini, dizelerini, çevirilerini bana verirlerdi. Ben de o kâğıtları alıp nafile yere dâhi, ironik veya alaycı görünmeye gayret ederek, birbirleriyle kadeh tokuşturdukları masalara sırtımı döner, sessizce okurdum yazılanları; zavallı melekler, kelimelere dalıp (edebi nehirlerdi diyebilmek isterdim, hem de nasıl, ama onlar nehirden çok her an kuruyabilecek derelerdi), ruhuma işlemelerine izin verir; gençliğin hüznüne, ışıltısına boğulmuş o kelimelerle baş başa kaldığımda onlarda kendimi arardım. Loş dükkânlardaki çatlak aynaları andıran kasvetli şiirleri okurken yokladığım yer kendi kalbimdi, daha doğrusu o kelimelerde kendimden izler bulmayı umardım ve işte oradaydım! Auxilio Lacouture veya Auxilio Lacouture’den parçalar: Mavi gözler, kırlaşan kısacık sarı saçlar, ince uzun bir yüz, çizgilerin belirginleşmeye başladığı bir alın. Orada kendimi bulmak beni baştan aşağı ürpertir, gelecekten korktuğum bir şüphe denizine sürüklerdi, zamanın hızla akıp gittiğini hissederdim elimde olmaksızın, ama bir yandan da doya doya yaşadığımı, kendi seçtiğim zamana ait olduğumu ve içinde yaşadığım fırtınalı dünyanın değişken havasının beni sarmasına izin verdiğimi hatırlatırdı bana.
Böylece 1968 yılına geldik. Veya 1968 yılı bana geldi. Şimdi dönüp baktığımda, geldiğini hissettiğimi söyleyebilirim. Şimdi dönüp baktığımda diyebilirim ki içime doğmuştu, beni hazırlıksız yakalamadı. Hissetmiştim, öngörmüştüm, şüphelenmiştim; daha ocak ayının ilk dakikasından kokusunu almıştım; tahmin etmiştim ve yılbaşındaki masum kutlamaların ilk (ve son) pinatası parçalanıp şekerler dökülürken, neler olacağı gözümde canlanmıştı. Hatta fazla ileri gitmek olacağını bilmesem aynı yılın şubat ve mart aylarında, barlarda ve parklarda da kokusunu aldığımı; kitapçıların ve yemek reyonlarının sessizliğinde, örneğin San Ildefonso Sokağı’ndaki Meksika lokantasında Santa Catarina Siena Kilisesi’ni seyrederek yemeğimi yerken şehri kaplayan o leziz Meksika gün batımında varlığını hissettiğimi söyleyebilirim. Daha 1968 olmadan, 1968’de ne olacağını biliyordum.
Ah, düşündükçe gülmek geliyor içimden. Ağlamak istiyorum! Ağlıyor muyum? Hem hepsini gördüm hem hiçbir şey görmedim. Söylediklerim mantıklı geliyor mu? Ben bütün şairlerin anasıyım ve (belki kaderin de yardımıyla) kâbusun beni yıkmasına izin vermedim. Gözyaşları öfke dolu yanaklarımdan aşağı süzülüyor. Ordunun üniversitenin bağımsızlığına müdahale ettiği, askerlerin öğrencileri rastgele tutuklayıp öldürmek için üniversiteyi işgal ettiği o 18 Eylül günü üniversitedeydim. Hayır. Üniversitede fazla kişiyi öldürmediler. O kısmı Tlatelolco’da yaptılar —ki bu ad sonsuza dek hafızalarımızdan silinmeyecek! Ama ordu ve gösterileri bastırmakla görevlendirilmiş polisler içeri girip etrafımızı sardıklarında üniversitedeydim. Akıl alacak şey değil. Tuvaletteydim, fakülte binasındakilerden birinde, tam emin değilim, ama galiba dördüncü kattakinde. Eteğimi kaldırıp klozete oturmuş, bir yıl önce vefat eden Pedro Garfías’ın seçkin şiirlerini okuyordum. (Ne melankolik adamdı Don Pedro Garfías, İspanya’nın ve dünyanın haline nasıl da üzülürdü.) Kahrolası polisler üniversiteye daldığında tuvalette şiir okuyacağım kimin aklına gelirdi? Şimdi, konuya kısa bir ara vermeme müsaade ederseniz, hayatın gizemlerle dolu olduğuna inandığımı söylemek istiyorum, zamanın penceresinden bakıldığında bunun gibi küçücük şeylerin bile minicik bir dokunuşla, doğal olarak ya hayranlık uyandıran ya korku veren olaylar zincirini tetiklediği görülebilir. Gerçek şu ki Pedro Garfías sayesinde, Pedro Garfías’ın şiirleri ve tuvalette kitap okuma alışkanlığım sayesinde, polisin kampüse girdiğini ve ordunun üniversiteyi işgal ettiğini fark eden son kişi ben oldum. Gözlerim, sürgünde ölen İspanyol’un kaleme aldığı dizeleri tararken, askerler ve polisler ellerine geçirdikleri herkesi, yaşlarına, cinsiyetlerine, medeni hallerine veya akademik dünyanın hiyerarşisi içinde bin bir güçlükle kazandıkları resmi unvanlara aldırmaksızın gözaltına alıyor, hepsinin üstlerini arıyor ve onları dövüyordu.
Bir gürültü duydum, diyelim.
Ruhumda bir gürültü!
Sonra bu gürültü gittikçe şiddetlendi, şiddetlendi ve kısa süre sonra, neler olduğunu kavradım; birinin yan taraftaki tuvalet kabininin sürgüsünü açtığını duydum, kapının çarptığını duydum, koridorda ayak sesleri ve bahçeden, yeşil bir deniz gibi bahçeyi saran düzgün biçilmiş çimenlerden yükselen bağırışlar. Derken Pedro Garfías’ın şiirlerinin beni içine hapsettiği balon köpüğü pat diye patladı ve kitabı kapayıp ayağa kalktım; sürgüyü çektim, kapıyı açtım, yüksek sesle bir şeyler söyledim, Hey, orada kimse var mı, dedim. Ama kimsenin yanıt vermeyeceğini iyi biliyordum. O hissi sen de bilirsin, sanki bir korku filmindesindir, içinde aptal kadın karakterlerin olduğu filmlerden biri değil de kadınların zeki ve cesur oldukları, kendini birdenbire yapayalnız bulan, bomboş bir binaya veya terk edilmiş bir eve giren, mekânın boş olduğunu bilmediği için biri var mı diye seslenen en az bir tane cesur ve zeki kadının olduğu filmlerden; kadın sesini yükseltip soruyu soruyor, ama ses tonundan yanıtın ne olacağını bildiği belli, yine de soruyor. Neden? Öncelikle benim gibi ona da her koşulda kibar davranması öğretildiğinden. Öylece duruyor veya belki öne doğru birkaç adım atıyor ve kimse var mı diye sesleniyor. Elbette yanıt veren yok. Kendimi o kadına benzettim, gerçi bu benzerliği o zaman fark etmiş miydim yoksa şimdi mi fark ediyorum emin değilim, ama o kadın gibi ben de ince buz üstünde yürüyormuşçasına dikkatli davranarak öne doğru birkaç adım attım. Sonra ellerimi yıkadım, aynada kendime baktım, yüzünde şimdiden birkaç kırışıklık oluşmuş uzun ince biriyle karşılaştım orada, bir keresinde Pedro Garfías’ın bana verdiği adla dişi bir Don Kişot, sonra koridora çıktım ve bir şeyler döndüğünü ancak o zaman kavradım: Koridor boştu, donuk gölgelerden başka bir şey kalmamıştı ve merdivenlerden gelen sesler öğrencilerin neşe dolu bağırışları değil korku dolu, tarihe geçecek çığlıklardı.
O zaman ne yaptım? Benim yerimde kim olsa onun yapacağı şeyi: Pencereye gidip aşağı baktım ve askerleri gördüm, sonra diğer pencereye gittim ve tankları gördüm, sonra bir diğerine, koridorun sonundaki pencereye gittim (bir zombiden farkım yoktu) ve orada kamyonları, kimileri sivil kıyafetler içindeki polislerin, tutukladıkları öğrenciler ile öğretmenleri kamyonlara bindirdiklerini gördüm, II. Dünya Savaşı’nı anlatan bir filmden bir sahne ile Maria Felix ve Pedro Armendáriz’in başrolleri oynadıkları, Meksika Devrimi’yle ilgili bir film arası bir şeydi, sahne kararır ve geriye deliren veya panik atak geçiren insanların gördüklerine benzeyen parlak bir iki siluet kalır. Sekreterleri gördüm ve aralarındaki arkadaşlarımı hemen tanıdım (aslında galiba hepsini tanıyordum), çantaları ellerinde veya omuzlarında, giysilerini düzelterek tek sıra halinde yürüyorlardı ve sonra, aynı şekilde tek sıra halinde dışarı çıkan profesörleri gördüm, o koşullar altında ne kadar mümkünse o kadar düzenli hareket ediyorlardı, ellerinde kitaplar olan insanlar gördüm, dosyalar olan insanlar, daktilo edilmiş sayfalar yerlere saçıldığında eğilip topluyorlardı ve dayak yemiş insanların fakülte binasından dışarı sürüklendiğini gördüm, kimileri hızla kana bulanan beyaz mendillerle burunlarını örtmüştü. Şöyle dedim kendi kendime: Olduğun yerde kal Auxilio. Seni esir almalarına izin verme. Burada kal Auxilio, kendi ayağınla teslim olma, bu filmde oynamak zorunda değilsin; eğer seni oynatmayı o kadar istiyorlarsa gelip kendileri bulsunlar.
Ardından tuvalete döndüm ve asıl garip olan kısma geliyoruz, sadece tuvalete dönmekle kalmadım, çıktığım kabine de geri girdim, eteğimi kaldırıp iç çamaşırımı indirerek yine klozete oturdum, hem de fizyolojik açıdan ihtiyaç duymamama rağmen (oysa tam da böyle durumlarda bağırsakların gevşediği söylenir, ama bu benim için kesinlikle geçerli değildi). Pedro Garfías’ın şiir kitabını çıkarıp kucağıma koydum, içimden okumak gelmese de okumaya başladım, başlangıçta yavaş yavaş, kelime kelime, dize dize; sonra okumam hızlandı ve bir süre sonra hızı kontrolden çıktı, dizeler uçarcasına geçip gittikleri için hiçbirini sindiremiyordum, kelimeler birbirine veya başka şeylere yapışıyorlardı, zaten Pedro Garfías’ın şiirleri serbest çağrışıma dayanamaz. (Bazı şairler ve şiirleri her şeye dayanır ama onlar istisnadır; çoğu dayanamaz.) Koridordan gelen sesi duyduğumda işte bunlarla meşguldüm. Asker botlarının sesi mi? Çivili çizmelerin sesi? Hey dostum, dedim kendi kendime, tesadüfün bu kadarı da fazla olmaz mı? Çivili çizmelerin sesi! Hey dostum, dedim kendi kendime, şimdi bir tek bu soğukta gökten kafamı koruyacak bir berenin düşmesi kaldı, ve o zaman bir sesin, burası temiz komutanım, gibi bir şeyler söylediğini duydum ve beş saniye sonra biri, belki az önce sesini duyduğum orospu çocuğu, tuvaletin kapısını açıp içeri girdi.
3
Ve ben, zavallı ben, kâğıttan çiçeklerin arasından esen rüzgârın çıkardığı hışırtıya benzer bir ses duydum, hava ve su çiçek açıyordu ve ayaklarımı Renoir’ın balerinleri veya doğum yapacak kadınlar gibi (bir anlamda, bir şey doğurmaya veya hamile kalmaya hazırlanmıyor muydum) sessizce havaya kaldırdım. Kelepçe misali alız bileklerime dolanan iç çamaşırım ayakkabılarıma, o yıllarda çok sevdiğim rahat sarı makosenlerime takıldı ve askerin birer birer kabinleri aramasını beklerken kendimi hem zihinsel hem de fiziksel açıdan, iş o noktaya gelirse kapıyı açmamaya, Bağımsız Meksika Devlet Üniversitesi’nin bağımsızlığını tek başıma savunmaya hazırladım, ben, Meksika’ya herkesten daha fazla âşık zavallı Uruguaylı şair, beklerken kendime işte bunları söylüyordum. Eşi benzeri ender görülür türde bir sessizlik, ne müzik ne felsefe sözlüklerinde rastlayacağınız bir sessizlik kaplamıştı içeriyi, kırılıyordu zaman, parçalanıp aynı anda her yöne birden akıyordu. Zamanın en saf haliydi o, ne kelimelerden ne eylemlerden ibaretti ve derken önce kendimi, sonra aynada transa geçmişçesine kendi yansımasına bakan askeri gördüm, yüzlerimiz birbirine karışıp bir gölgeye veya bir göle dönüştü ve omurgamdan aşağı bir ürperti indi, heyhat, o an için fizik kurallarının, şiirin kanunlarının tam aksi olan kozmosun despot kanunlarının beni koruduğunu biliyordum, asker transa geçmişçesine aynadaki görüntüsüne bakmayı sürdürecek, bense gürültüsünü duyduğum askeri gözümde canlandırdığım bir trans halinde kabinimde bekleyecektim ve iki gerçeklik o andan itibaren ölüm kadar zalim bir madalyonun iki yüzünü oluşturacaktı.
Daha sade bir dille ifade edecek olursak: Asker de ben de Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin dördüncü katındaki kadınlar tuvaletinde heykeller gibi kıpırdamadan durduk, hepsi bu. Sonra ayak seslerinin uzaklaştığını, ardından kapının kapandığını duydum ve havaya kaldırdığım bacaklarım, adeta kendi iradeleriyle eski yerlerine indi.
Doğum sona ermişti.
Şöyle bir hesaplarsam, tahminimce üç saat kadar orada öylece durmuşumdur.
Kabinden çıktığımda hava kararmaya başlamıştı. Bütün eklemlerim uyuşmuştu. Midemde kelebekler uçuşuyordu, göğsüm acıyordu. Sanki gözlerimin önüne bir perde inmişti. Kulağımda eşek arılarının veya sineklerinkini andıran bir vızıltı vardı; belki de vızıltı kulaklarımda değil zihnimdeydi. Hem içim gıdıklanıyordu hem uykum vardı. Ama hayır, aslında o an hiç olmadığım kadar uyanıktım. Durumum, itiraf etmeliyim ki son derece olağandışıydı, ama ne yapmam gerektiğini biliyordum.
Görevimin ne olduğunu biliyordum.
Tuvaletin tek penceresine tırmanıp dışarıyı gözetledim. Uzakta bir asker tek başına nöbet tutuyordu. Bir tankın siluetini veya gölgesini gördüm, ama şimdi düşününce, bir ağacın gölgesi de olabilirmiş gibi geliyor. Roma veya Yunan Edebiyatından bir sahne gibiydi. Ah, Yunan Edebiyatı’nı, Sappho’yu ve Yorgo Seferis’i ne çok severim! Batmakta olan güneşin son ışıklarının tadını çıkaran rüzgârın üniversiteyi süpürdüğünü gördüm. Ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Direnmem gerektiğini biliyordum. Güneş batarken kadınlar tuvaletinin fayanslarına oturup Pedro Garfías’ın şiirlerinden üçünü daha okudum, sonra kitabı kapadım, gözlerimi kapadım ve şöyle dedim: Auxilio Lacouture, Uruguay vatandaşı, Güney Amerikalı, şair ve seyyah, diren!
Hepsi bu.
Ardından şimdi yaptığım gibi geçmişimi düşünmeye başladım. Tarihleri düşünürken varsayımsal çaresizliğimin duvarları yavaşça parçalandı ve gölün dibinden yükselen görüntüler geldi gözümün önüne, onların güneşin veya ayın aydınlatmadığı o acınası su kütlesinden çıkmalarına kimse engel olamazdı ve zaman, rüyalarda olduğu gibi kendi içine kapandı. 1968, 1964 oldu ve 1960 yılı da 1956’ya dönüştü, ama aynı zamanda 1970 ve 1973 yıllarıydı ve 1975 ve 1976 yılları; sanki ölmüştüm ve yılları alışkın olmadığım bir bakış açısıyla görüyordum. Demek istediğim: Geçmişi düşünüyordum, ama geçmişim şimdiki zamanın, geleceğin ve geçmişin birleşmiş haliydi, hepsi birbirine geçmişti, hayatım ılık bir yumurtanın, dumanı tüten molozların üstüne yuva kurmuş tarih öncesi çağlardan kalma içsel bir kuşun devasa yumurtasının içinde uyukluyordu. Kaybettiğim dişleri düşünmeye başladığımı hatırlıyorum, oysa o zamanlar, 1968 Eylül’ünde bütün dişlerim hâlâ yerindeydi, bu nedenledir ki şöyle bir düşünecek olursak, kaybettiğim dişlerimi düşünmüş olmam son derece garip. Ama onları, yıllar içinde ya param ya da dişçiye gitme arzum veya zamanım olmadığı için birer birer kaybettiğim dört adet ön dişimi gerçekten düşündüm. Dişlerimi düşünmek garipti, çünkü bir yandan ağzındaki en önemli dört dişi kaybetmeye aldırmayan bir kadınmışım gibi davransam da onları kaybetmek beni derinden yaralamıştı ve o yara, varlığı hem gerekli hem gereksiz, absürd, yakan bir yaraydı. Şimdi bile bu konuyu düşündüğümde hiçbir şey anlamıyorum. Her neyse, dişlerimi başka pek çok şeyimi yitirdiğim Meksika’da kaybettim ve zaman zaman arkadaş canlısı, arkadaş canlısı olmasa bile iyi niyetli sesler bana, gidip dişlerini yaptır Auxilio, sana diş almak için aramızda para toplarız Auxilio, deyip durdular; ama o boşluğun sonsuza dek bir boşluk, bir yara olarak kalacağını bildiğim için, bu önerileri elimin tersiyle bir kenara itmesem de fazla üzerlerinde de durmadım.
Kayıp, yeni bir alışkanlık doğurdu. O günden sonra ne zaman konuşsam veya gülsem, bozuk ağzımı avucumla kapamaya başladım —kısa sürede bazı çevreler tarafından sahiplenilip taklit edildiğini göreceğim bir hareket. Dişlerimi kaybetmiş olsam da sağduyum, kibarlığım ve hoşgörüm yerli yerindeydi. Derler ki İmparatoriçe Joséphine’in de azı dişlerinin olması gereken yerlerde kocaman siyah boşluklar varmış, ama bu çekiciliğini bir gram bile etkilememiş. Konuşurken ağzını mendil veya yelpazeyle örtermiş; göğü hedefleyen bir yeraltı şehri olan Meksiko’nun alt tabaka vatandaşlarından biri sıfatıyla bense, daha dünyevi bir varlık olduğumdan, dudaklarımı avucumla örter ve uzun Meksika gecelerinde özgürce yankılanan kahkahalar atardım. O günlerde benimle yeni tanışanlar, bir tür casus ya da yarı albino yarasa yarı cadı garip bir yaratık olduğumu düşünmüştür. Ama bunun bir önemi yoktu. İşte Auxilio orada, diyordu şairler, işte ben, delirium tremensi olan bir romancının veya intihara eğilimli bir gazetecinin masasına oturmuşum; kahkahalar atarak sohbet ediyor, fısıldaşıyor ve dedikodu yapıyorum ve kimse ağzını açıp şunları söyleyemez: Uruguay’dan gelen kadının yaralı ağzını gördüm, 1968 yılının Eylül ayında askerler üniversiteyi bastığında, üniversitede kalmayı başaran tek kişinin dişetlerini gördüm. Ama şunu söyleyebilirler: Auxilio suçlular gibi ağzını örterek konuşuyor. Şunu da diyebilirler: Auxilio konuşurken gözlerinizin içine bakıyor. Kahkahalar atarak derler ki: Nasıl oluyor da bir elinde sürekli kitap veya bir kadeh tekila olan Auxilio, çok doğalmışçasına her zaman diğer eliyle ağzını örtebiliyor? Bu fevkalade el çabukluğunun sırrı nedir? Sırrımı mezara götürmeyi planlamadığım için (çünkü hiçbir şeyi mezara götürmenin anlamı yoktur) şimdi size açıklayacağım dostlarım: Bütün mesele, çelik gibi sinirler. Bir dostluğun ve aşkın bittiği noktaya, dostluğun ve aşkın bıçak gibi keskin sınırlarına yaklaştığınızda gerilen ve gevşeyen sinirler.
Dişlerimi, insanların kurban edildiği o sunakta kaybettim.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTılsım
- Sayfa Sayısı176
- YazarRoberto Bolano
- ÇevirmenZeynep Heyzen Ateş
- ISBN9786053431947
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sherlock Holmes – Suç Detayda Saklıdır ~ Sir Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes – Suç Detayda Saklıdır
Sir Arthur Conan Doyle
Bir kadının sezgileri bazen en mantıklı çıkarımlardan bile daha değerli olabilir. Karmaşık beyinleriyle art arda sıraladıkları senaryoları mutlaka dikkate alın. Bunlar sizi hiç tahmin...
- Bitmeyen Kavga ~ John Steinbeck
Bitmeyen Kavga
John Steinbeck
Bitmeyen Kavga, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen mücadele gücünün anlatıldığı eşsiz bir grev romanı. John Steinbeck, bir kıvılcımla doğan ve dalga dalga büyüyen bir grevi...
- Dişi Domuz ~ Marie Darrieussecq
Dişi Domuz
Marie Darrieussecq
Hayır, her masal mutlu sonla bitmez; güzel kızlar her defasında yakışıklı prenslerle evlenip sonsuza dek mutlu yaşamazlar. Bazı masallar derinlere gömülmüş dürtülerin ve aşırılıkların...