Başka birinin bedeninde olmak hiç de kolay değil…
Jane Yellowrock…
O bir tengezer…
Üstelik vampirlerin, kurt adamların, cadıların ve insanların olduğu bir dünyada yaşayan son tengezer. Geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmiyor. Tek bildiği şey, New Orleans’ın vampir konseyi tarafından azılı bir vampiri öldürmek için işe alındığı. Tek duyduğu şey ise, içinde yaşayan canavarın fısıltıları…
“Faith Hunter’ın kitapları fantastik, gizemli ve romantik kitaplar okumayı seven herkesi etkisi altına alacak.”
Booklist
“Fantastik edebiyatta yeni ve güçlü bir ses.”
Kim Harrison
***
BÖLÜM 1
Hafif gezerim
Motorumu Decateur Caddesi’nden aşağı doğru sürüp, Fransız Mahallesi’nin derinliklerine daldım. Vampir avında kullanacağım Benelli M4 Süper 90 av tüfeğimi sırtıma asmış ve el yapımı küçük gümüş mermilerle doldurmuştum.Deri ceketimin altına gizlediğim kemerimde seçkin gümüş haçlar ve kotumun kalça kıvrımlarında da kazıklar taşıyordum. Motorumun bagajında az sayıdaki eşyam duruyordu –bir gözünde kıyafetlerim, diğerinde de ticari araç gereçler. Kiralık bir vampir katili olduğum için, az eşya ile gezerim.
Bir görüşmeye gideceğimden, vampir avında kullanacağım araç gereçleri göz önünden kaldırmalıydım. Ev sahibim alınabilirdi. Bir sonraki maaş çekimi elinde tutarken, bana uzun ve sivri dişlerini göstermesi pek de hoş olmazdı. Bir kapının girişinde duran yakışıklı adam, motorla yanından geçtiğim sırada, bana bakmak için başını çevirdi. Tıpkı benim gibi o da deri çizme, ceket ve kot pantolon giymişti. Ama onun saçları kısa ve koyu renkti, benimkiler ise örülmediği zaman kalçalarıma kadar uzanıyordu, ayrıca savaşmayı kolaylaştırmak için örgüleri başıma sıkı sıkı tutturuyordum. Adamın yakınlarında bir yerde bir Kawasaki motosiklet kenara dayanmış duruyordu. Meraklı bakışlarından hoşlanmamıştım, ancak yırtıcı içgüdülerimi de rahatsız etmemişti.
Motorumu önce St.Louis’e, oradan da Dauphine’e sürdüm. Akşam evine giden birkaç asabi mağaza çalışanı ile eğlenmeye erken başlamış zevk düşkünlerinin arasından zikzak yaparak geçtim. Sokağın solgun ışığında adresi fark ettim. 1845’ten beri kasırga, sel, kira parası, yerel hukuk kuralları ve bunların uygulayıcıları yüzünden çalışmalarını farklı yerlerde sürdüren Katie’s Ladies, mahalledeki en eski ve en işlek genelevdi. Motoru durdurup park ettim ve uzun bacaklarımı biraz gevşeterek doğruldum.
Kuzey Carolina Charlotte’daki bir hurdalıkta, paslanmış, lastikleri çürümüş iki motosiklet bulmuştum. Oldukça kötü durumdaydılar. Ancak Catawba Nehri’nin kıyısında yaşayan Jacob, ki kendisi yarı emekli bir Harley tamircisidir, benden para alarak, bunlardan birini tamir etti. Diğer motorun bazı parçalarını kullandı, eksik olanları da internetten sipariş etti. Bu tam altı ay sürdü.
Bu süre boyunca, onun için avlandım. Karısına ve dört çocuğuna geyik eti, tavşan, hindi, artık ne yakalayabildiysem taşıdım. Sakatlanmıştım. Birikmiş paramla şehirden yiyecek temin ediyor ve yaralı vücudumu iyileştirip, yeniden şekle sokmaya çalışıyordum. Aylar boyunca iyileşmeye çabalarken yapabildiğimin en iyisi buydu. Başınızın kesilmesine ramak kalmış biriyseniz, benim iyileşme hızıma ve çeşitlilik gösteren metabolizmama sahip bile olsanız, iyileşmeniz aylar sürebiliyor.
Artık tamamlandığıma göre, işe ihtiyacım vardı. Yapacağımı iddia ettiğim en iyi şey ise, New Orleans şehrine dehşet salan azılı bir vampiri öldürme işiydi. Üç turisti parçalara bölmüş, geride ise yüzlerindeki gülümsemeleriyle kuruyup kalmış bir ekip dolusu polis bırakmıştı. Bıraktığı yerde ölmüşlerdi. Scuttlebat’ın söylediğine göre yalnızca kanla yetinmemiş, iç organlarını da yemişti. Herkes onun yaşlı, güçlü ve ölümcül, ancak yorgun düşmüş bir vampir olduğunu iddia ediyordu. En kötüsü de, mantığını yitirmiş vampirlerdendi.
Geçen hafta, Katie’s Ladies’in hem sahibesi hem de adaşı olan Katherine ‘Katie’ Fonteneau bana mail atmıştı. Web siteme bakılırsa, Asheville yakınlarındaki dağlarda saf kan bir aileyi devirmeyi başarmıştım. Gerçekten de doğruydu bu. Sitemde de medya raporlarında da yalan yoktu. Üstelik ölmeme ramak kalmıştı, ama işi bitirmeyi başardım ve büyük bir ün kazandım. Sonraki birkaç ayı da hak ederek kazandığım şeylere yatırım yaparak geçirdim. Uzunca bir tatil, gerçeğin kendisinden daha cazip geliyordu.
Kaskımı ve tokamı çıkardım, boncukları şıkırdayan saç örgümü ceketimin yakasından çekerek saçlarımı serbest bıraktım. Avucumun içine dişbudak ağacından yapılmış gümüş uçlu bir kazık, küçük bir silah ve bir haç sakladım ve şişkinliği belli olmayacak şekilde saçlarımın arasına tıktım. Bir yandan derin nefes alıyor ve rahatlamaya, yaklaşan görüşme için kendimi güvence altına almaya çalışıyordum. Gergindim; ve eğer bir vampirin yakınlarındaysanız, gergin olmak düpedüz aptallıktır.
Güneş, ufukta kor kızıllığıyla parlayarak batarken, tarihi binaları, kapalı pencereleri ve dökme demir balkonları fuşya rengine boyuyordu. Bu, insanlara etkileyici görünebilecek bir güzellikti. Bütün duyularımı serbest bıraktım ve içimdeki canavarın, dünyanın güzelliklerini tatmasına izin verdim. Kokular hoşuna gidiyor ve harekete geçmek için fırsat kolluyordu. Daha sonra, diye söz verdim ona. Yırtıcı hayvanlar kızdırılınca hırlamaya başlarlar. Hemen dedi ve pençelerini ruhuma geçirmeye başladı. Bu çok rahatsız ediciydi ancak pençelerin acısı beni uyanık tutuyordu, ki bu da yapacağım görüşme için gerekliydi. Daha önce medeni bir vampirle karşılaşmamıştım, haliyle iş de yapmamıştım. Bildiğim kadarıyla, vampirler ve tengezerler hiç karşılaşmamışlardı. Ve ben bunu değiştirmek üzereydim. İlginç olacağa benziyordu.
Güneş gözlüklerimi ceketimin yakasına iliştirdim. Motorumun bagajındaki büyülü kilitlere bir göz attım ve içim rahatlamış bir şekilde kırmızı, dar kapıya doğru yürüyerek zile bastım. Kapıyı açan kel adamın bir insan olduğuna hiç şüphe yoktu; ancak öyle iri yapılıydı ki, insandan başka bir varlık da olabilirdi; mesela profesyonel bir güreşçi ya da steroid takviyeli bir vücut geliştirmeci. Belki de hepsi birden. Bunu düşününce gülümsedim. Kolları yana sarkmış bir şekilde duruyor, kapının önünü kapatıyordu. “Komik bir şey mi var?” diye sordu, bir eğenin taşa sürtüldüğünde çıkardığı sesi andıran ses tonuyla.
“Aslında hayır. Kate’e Jane Yellowrock’ın geldiğini haber verin.” İlk görüşmede sert görünmek her zaman işe yarar. Dizlerimin birbirine vurmasını saymazsak tabii.
“Kart?” diye sordu trol. Belli ki kısa ve öz cümlelerin insanıydı. Ondan hoşlanmıştım. Yeni, en iyi arkadaşım. Eldivenli ellerimle ceketimin fermuarını açtım, iç ceplerimden birinden bir kart bulup çıkardım ve ona uzattım. Kartın üzerinde JANE YELLOWROCK, KAZIKLARI VAR, SEYAHAT EDEBİLİR yazıyordu. Vampir öldürmek kanlı bir iştir. Ben de bu işi daha katlanılabilir hale getirmek için birazcık mizahın işe yaradığını keşfetmiştim.
Trol kartı aldı ve kapıyı yüzüme kapattı. Anlaşılan o ki, yeni dostuma birkaç iyi davranış öğretmem gerekecekti. Gerçi bu neredeyse bütün tanıdıklarım için gerekliydi.
İki blok ötede bir motor sesi duydum. Bu bir Harley değildi. Belki bir Kawasaki, daha önce gördüğüm parlak kırmızı crotch rocket ¹ gibi. Ortaya çıktığına hiç şaşırmadım; bu, Decateur Caddesi’nde gördüğüm adamdı. Motorunu benimkinin yanına çekerek durdurdu. Orada, ağzında bir kürdanla, gözlüklerinin ardından bakarak oturmaya başladı. Kaskını ve gözlüklerini çıkarırken kürdan kırıldı.
Adam çok çekici biriydi. 1.80’lik boyumla benden bile uzundu. Buğday tenli, siyah saçlı, kara kaşlıydı. Pantolonu, ceketi ve çizmeleri siyahtı. Bütün bu siyahlığı biraz abartmıştı ama, kırmızı motorunun etrafına sarılmış kaslı bacakları bunun pek de boşa gitmediğini gösteriyordu.
Görünürde ne bir gümüş vardı, ne de bir silah. Ancak sağ kolunun altında şüpheli görünen bir şişkinlik vardı. Bu da onu solak olmaya zorluyordu. Yakasının arka kısmında bir şey parlıyordu. Kemikten bir kın içerisinde bir bıçak kabzası. Belki de yalnızca bir bıçaktan çok daha fazlasıydı. Çizmelerinde mahmuzlar vardı (benimkilere benzeyen kovboy çizmeleri giymişti, Harley butt stomper’ları ² değil), ancak onunkiler Frye, benimkiler ise devekuşu derisinden yapılma Luchese’ydi. Burun deliklerimi genişleterek kokuları içime çektim. Çizmeleri taze at pisliği kokuyordu. O halde buraların adamıydı; ya da bu kentte kendine bir binek bulacak kadar uzun süredir yaşıyordu. Saf bir koku harmanından gelen at terinin ve samanın kokusunu alıyordum. Ve tütün. Ondan hoşlanmamı sağlayan şey tütündü. Âşık olmamı sağlayan ise; çeliğin, silah yağının ve gümüşün koku izleriydi. Yani, neredeyse. İçimdeki canavar onu şirin bulmuştu ve bize layık olacak kadar da sert. Yine de yüzeydeki kokuların ardında belli belirsiz bir koku vardı ki, beni tedbirli davranmaya zorluyordu.
Sessizlik beklediğimden uzun sürdü. Gelip burada duran oydu; dolayısıyla ben de ona bakıyordum ve açıkça ortadaydı ki, aramızdaki bu sessizlik onu rahatsız etmişti. Dudaklarımda yarım yamalak bir sırıtma oluştu. O da bana gülümsedi ve motorundan indi. Hemen arkamda, Katie’s’den gelen ayak seslerini duydum. Hem adamı hem de kapıyı görüş alanıma alacak şekilde bir manevra yaptım. Böyle yaparak dikkati çekmemem mümkün değildi; o yüzden herhangi bir art niyetim olmadığını göstermek için omzumu hafifçe kaldırdım. Akıllıca hareket etmeliydim. Söz konusu yakışıklı bir adam olsa bile.
Trol kapıyı açtı ve kafasını yana çevirdi. Bunu davet kabul ederek içeri adım attım. Kapıyı adamın yüzüne kapatırken bana, “Değişik bir arkadaşlık anlayışın var,” dedi.
“Onu daha önce hiç görmedim. Silahları nereye istiyorsunuz?” Konuyu değiştirmek ve öneride bulunmak her zaman daha iyidir. Güç oyunları hep işe yarar.
Trol, bir gardırobu açtı. Av tüfeğinin kılıfını çözdüm, kemerime ve uyluklarıma gizlediğim gümüş haçları çıkardım ve ufak bir yığın oluşturacak şekilde içeri yerleştirdim. On üç tane haç. Belki çok fazlaydı, ama dikkatleri yedek silahlarımdan başka yöne çekmek de işe yarıyordu. Sırada ahşap ve gümüş kazıklar vardı. Her birinden on üçer tane. Bir de küçük gümüş şişenin içinde kutsal su. Yalnızca bir şişe. Eğer on üç tane taşısaydım muhtemelen hepsini dökerdim.
Deri ceketimi gardıroptaki askıya astım ve gözlüklerimi cep telefonumla birlikte iç cebe tıktım. Beni arayabilsin diye, kapağı kapatıp yerimi aldım. Şaşkınlıkla homurdandı, ancak sonuçtan memnun görünüyordu, mükemmel bir iş çıkardığına inanıyordu. Çok övünmemek adına, aşırı hevesli görünmemeye çalışıyor, parmaklarıyla değil, ellerinin arka kısmını kullanarak hareket ediyordu. Asla oyalanmıyor, yapmaması gereken bir harekette bulunmamaya dikkat ediyordu. Nefes alıp verişi hızlı değildi, nabzı normaldi; en azından benim hissedebildiğim kadarıyla. “Bu taraftan,” dedi.
Evin arka kısmında kıvrımlı iki dönüşle ayrılan dar bir koridor boyunca izledim onu. Eski Pers halılarının üzerinde yürüdük. Ünlü ve yarı ünlü ressamların elinden çıkmış yağlıboya ve suluboya tablolarının yanından geçtik.
Koridor, Lalique ³ stilindeki lekeli apliklerle aydınlatılmıştı, reprodüksiyon gibi görünmüyorlardı, orijinale benziyorlardı; ancak belki de antikalar taklit edilebiliyordur, orasını bilemeyeceğim. Duvarların rengi apliklerle uyumlu tatlı bir sarıya boyanmıştı ve tabloları aydınlatıyordu. Bir genelev için fazlasıyla şıktı burası. Bu durum karşısında, içimde yaşayan Hristiyan öğrenci kız hem meraklanmış, hem de dehşete düşmüştü.
Trol, koridorun sonundaki kırmızı kapının önünde duraklayınca tökezledim ve ayağım halıya takıldı. Bir eliyle beni yakaladı, ben de mümkün olduğunca az temas etmeye çalışarak elimle onu hafifçe ittim. Utanmış görünmeye çalıştım, o da kafasını salladı. Kapıyı çaldı. Bu sırada ben de kendimi tuttum ve onun gözünden kaçırdığı haçla, iki atışlık küçük derringer’i avucuma aldım. İkisi de saçlarımın arasında saklıydı ve örgülerimle mükemmel bir şekilde kamufle olmuşlardı. Erkekler üzerimi ararken, çizmelerimin içine mutlaka parmaklarını sokarlar, ama bu noktayı aramayı asla akıl edemezler. Kapıyı açtı ve yana doğru çekildi. İçeri doğru bir adım attım.
Odanın içi sade fakat pahalı görünüyordu, bütün eşyalar İspanyol tarzındaydı. Eski İspanyol. Hatta neredeyse Kraliçe Isabella ve Christoph Columbus kadar eskiydi. Kadın, cam göbeği renginde bir elbise giymişti, ayağında yumuşak terlikler vardı. Gözlerinin içine bakana dek, onu yirmi yaşında sanmak mümkündü. Baktıktan sonra ise, sözü geçen kraliçenin kız kardeşi olduğu düşünülebilirdi. Yaşlı gözlerdi bunlar, yaşlı, çok yaşlı. Bana doğru yürürken sakindi. Ta ki benim kokumu alana dek.
Aniden gözleri kanlandı, gözbebekleri karararak büyüdü ve ön dişleri uzadı. Üzerime doğru ani bir hamle yaptı. Hemen haçla derringeri çıkararak uzaktaki bir duvara doğru kaçtım. Haç vampir için, silah ise trol içindi. Bana doğru tısladı, dişleri iyice uzamıştı. Neredeyse üç santim uzunluğundaki pençeleri kemik beyazıydı. Trol bir silah çıkarmıştı, büyük bir silah hem de. Ah şu erkeklerin sidik yarıştırma merakı! Tam bir saçmalık. Silahlı tek kişi ben olsam ne olurdu sanki?
“Pis yırtıcı,” diye tısladı bana doğru. “Hem de benim arazimde.” Vampir feromonlarının öfkeli kokusu bütün odayı doldurmuştu. Vermut gibi acı bir kokuydu bu.
“Ben insan değilim,” dedim sakin bir sesle. “Kokusunu aldığın şey buydu.” Nabzımın atış hızıyla ilgili yapacak bir şey yoktu, bu onu daha da sinirlendirebilirdi; neticede ben bir hayvandım. Biyolojik faktörler her zaman öne geçer. Bu kadar sakin görünmeye çalışmak yeterliydi. Elimde tuttuğum haç, soğuk beyaz bir ışıkla parıldadı. Ve Katie, tabii gerçek adı buysa, kafasını içeri sokup gözlerini kıstı. Saldırmıyor. Demek ki düşünüyor. Güzel.
“Katie?” diye seslendi trol. Vücudu, vampirlerin düşünürken, dinlenirken, yani avlanmadıkları, yemedikleri ve öldürmedikleri zamanlar haricinde her ne yapıyorlarsa, o anda büründükleri o insanlık dışı sakinliğe bürünmüştü. Omuzları düştü, dişleri ani bir hareketle damağına geri çekildi. Vampirler aynı anda hem gülüp hem de vampir gibi davranamazlar. Bu onların iki farklı yönüdür, bir yanları hâlâ insan, diğer yanları ise azgın bir avcı. Bu biraz onur kırıcı görünse de, o benim tanıdığım ilk medeni vampirdi. İletişime geçtiğim bütün diğer vampirler hasta ruhlu, sapkın katillerdi. Sonra öldüler. Gerçek anlamda öldüler.
45’liği bana doğru yönelten trolün gözleri kısıldı. Bir çocuk masalının kötü kahramanı olarak anılmaktan hoşlanmıyordu anladığım kadarıyla. Savaşmakta daha iyi olduğum kesindi ancak şu anda uzlaşmak daha akıllıca geliyordu bana. “Ona geri çekilmesini söyle. Bırak konuşayım.” Onu biraz itekledim. “Yoksa seni indiririm ve o da bir daha asla ateş edemez.” Tabii tökezlediğim zaman silahının emniyetini açtığımı fark etmediyse. Aksi takdirde onu vurmak zorunda kalacaktım. Onu gözünden vurmadıkça elimdeki 22’liğin de pek anlamı yoktu. Göğsüne alacağı darbeler onu yavaşlatamazdı bile. Sadece daha çok öfkelendirirdi.
İkisi de saldırmıyordu, bunun üzerine ben de onlara dönüp; “Size kazık batırıp öldürmek için gelmedim buraya,” dedim. “Adım Jane Yellowrock ve buraya bir iş görüşmesi için geldim; kendi konseyinizin bile dışladığı azılı bir vampiri öldürmek için. İnsan gibi kokmadığımın farkındayım, bu yüzden de bazı önlemler alıyorum. Bilirsiniz işte, bir haç, bir kazık ve iki atışlık bir derringer.” ‘Kazık’ sözcüğünü tam algılayamamıştı. Hele de trol. Tam üç adet silahı gözden kaçırmıştı. Bu yıl sana noel hediyesi yok.
“Sen nesin peki?” diye sordu bana. “Sen bana gün boyunca nerede saklandığını söyle, ben de sana ne olduğumu söyleyeyim. O zaman iş yapmak için anlaşabiliriz. İstersen gidebilirim de.”
Bir vampir için sığınağının yeri, ancak sevgilisine, ailesine ya da arkadaşlarına verilebilecek bir bilgidir. Katie kıkırdadı. Bu onun türünün sahip olabileceği en ipeksi gülüşlerden biriydi, kısık ve erotik, sözlü seks gibi. İçimdeki canavar mırıldandı. Ses hoşuna gitmişti.
“Yani, bir süreliğine benim oyuncağım olmak istediğini mi söylüyorsun seni dalavereci insanlık dışı karı?” Ben cevap vermeyince, elimde parlayan haça aldırmaksızın yavaşça yaklaştı ve “İlginç birisin,” dedi. “Genç, uzun ve ince yapılı.” Uzandı ve beni şöyle bir kokladı. “Tahmin ettiğim kadar genç de olmayabilirsin. Nesin sen?” diye sordu büyülenmiş sesiyle. Beni zorluyordu. Grimsi ela olan gözleri, kendi natürel rengine dönmüştü, ancak yanaklarındaki kanın kızıllığından, her an şiddete başvurmaya hazır olduğunu anlıyordum. Ki bu şiddet de benim ölümüm anlamına geliyordu.
Etkilemek için kullandıkları, vücuttaki salgıların tümünü uyaracak güçteki titreşimli ses tonu ile, “Gizemli,” diye mırıldandı. “Baştan çıkarıcı bir koku. Lezzetli demek daha doğru olur. Belki kanın ticaret için kullanılabilir. Yatağıma gelmeni önersem ne dersin?”
Ses tonumda hiçbir değişiklik olmadan, “Hayır,” dedim. İlgi duymayan, tiksinti içermeyen, kızgınlık belirtmeyen bir ses tonuyla. Vampiri ya da hizmetkârını sinirlendirecek hiçbir şey olmamalıydı.
“Yazık. Tom, silahını indir ve misafirimize içecek bir şeyler getir.”
Trol Tommy’nin silahını indirmesi, beklediğim bir şey değildi, bu yüzden kendi silahımı bıraktım. Canavar mutlu olmamıştı ama olan biteni anlıyordu. Katie’nin bölgesine izinsiz giren bendim. Teslim olamazdım tabii ama nazik tavırlar sergileyebilirdim. Tom silahını indirip terbiyesini takındıktan sonra, silahını kılıfına yerleştirerek, içi tıka basa dolu olan barın olduğu odaya yöneldi.
“Tom?” diye seslendim ona. “Silahının emniyetini açmayı unutma.” Durakladı. “Koridorda senin üzerine düştüğüm zaman kapatmıştım onu.”
“Böyle bir şey mümkün değil,” dedi bana.
“Ben hızlı biriyim. Patronun da beni bu yüzden görüşmeye çağırdı zaten.”
45’liğini gözden geçirdi ve patronuna başını salladı. Neden biri kılıfında duran bir 45’likle, hem de güvenliği kapalıyken etrafta dolaşmak ister anlayabilmiş değilim. Bu ya aptallığın ya da ümitsizliğin göstergesiydi ve Katie de aptal olamayacak kadar uzun yaşamıştı. O azgın vampir yüzünden biraz vesvese yapıyordu sanırım. Haçı, Levis’imi tutan deri kemerimin içindeki sırla kaplı küçük cebin içine tıktım, küçük silahı da onun yanına bağladım. Silahın güvenliği vardı ama o kadar küçüktü ki, kazara kolumun çarpmasıyla bile açılabilirdi.
“Silahlarını sakladığın yer burası mı?” diye sordu Katie. Ona bakınca da, vereceğim cevabın onun için bir önemi yokmuşçasına omzunu silkti ve “Etkileyici,” dedi. “Etkileyici birisin.”
Katie, koyu kül rengi saçları olan sarışınlardandı; düz ve uzun saçları o kadar kalındı ki, hareket ettiği sırada neredeyse fısıldıyor, vücudunu ikinci bir ten gibi saran ipeğin üzerine dökülüyorlardı. 1.50’lik boyuyla minyon biriydi, ancak boy uzunluğu onun türündekiler için bir güç belirtisi değildir. Benim kadar hızlı hareket edebiliyor ve göz açıp kapayıncaya kadar öldürebiliyordu. Öldürme modunda olmadığı zamanlarda, tırnakları kısa ve hafif sarı renkte, cildi ise solgun olurdu. Gözlerine de egzotik Mısır makyajı yapardı. Üzerinden bir pırıltı ile geçilmiş siyah eye liner. Benim cesaret edemeyeceğim türden. Bir “yüz ifadesi” elde etmeye çalışmaktansa, boz bir ayı öldürmeyi yeğlerim.
“Ne içersiniz Bayan Yellowrock?” diye sordu Tom.
“Kola alırım.Diyet olmasın.”
Bir kola kutusu açtı ve içi buz dolu bardağa boşalttı; öylesine soğuktu ki, bardağa döküldüğünde buzlar parçalandı. Kenarına da bir dilim lime* yerleştirdi ve bardağı bana uzattı. Patronu ise, flüt şeklinde bir bardaktan sütlü, keskin kokulu ve alkollü bir şey içiyordu. Neyse, en azından buzlu kan değildi içtiği. Öğğğ.
Katie sandalyelerin birini kendi alarak, diğerini de bana işaret ederek; “Bu kadar uzun yoldan gelme zahmetinde bulunduğun için teşekkür ederim,” dedi.
İki sandalyenin de arkası kapıya dönüktü ve bundan hoşlanmamıştım ama o oturduğu sürece ben de oturmayı sürdürdüm. “Henüz doğru düzgün tanıştırılmadık bile. İn-ter-net,” dedi, çok garip bir kelimeymişçesine heceleyerek, “resmi tanışmalar için uygun bir yer değil. Ben Katherine Fonteneau.” Parmaklarının ucunu uzattı, ben de onları hemen bırakmadan bir süre avucumda tuttum.
Bunun biraz gereksiz olduğunu düşünsem de, “Jane Yellowrock,” diye cevap verdim. O içkisinden bir yudum aldı, ben de. Herhalde bu kadar teşrifat yeterliydi. “İşi aldım mı?” diye sordum.
Katie, münasebetsizliğimi görmezden gelerek, “Birlikte iş yapacağım kimseleri tanımaktan hoşlanırım. Bana kendinden bahset,” dedi.
Kahretsin. Güneş batmıştı. Şehirde gezip alet edevat toplamalı, koklamalı ve burayı hissetmeliydim. Yapacak işlerim vardı, kiralayacak bir daire ve bir takım taşlar bulmalıydım, ayrıca et de almam gerekiyordu. “Web siteme baktınız, şüphesiz ki biyografimi de okumuşsunuzdur. Her şey gün gibi açık.” Yani neredeyse.
Katie nazikçe kaşlarını kaldırdı. “Biyografiniz oldukça sıkıcı ve pek de bilgilendirici sayılmaz,” dedi. “On iki yaşındayken, ormanın dışında bir yerde ortaya çıktığınızdan hiç bahsedilmemiş mesela; kurtlar tarafından büyütülen, insana özgü temel davranışlardan bihaber bir çocuk olduğunuzdan da. Sonraki altı yılınızı geçirdiğiniz yetimhaneye yerleştirilişinizden de. Ve iki yıl sırra kadem bastıktan sonra yeniden ortaya çıktığınızda, benim türümdekileri öldürmeye başladığınızdan da.”
Tüylerim ürpermeye başlamıştı ama onları yatışmaya zorladım. Daha İngilizce konuşmayı bile öğrenmeden önce, bir oda dolusu genç kız tarafından tuzağa düşürülmüştüm. Bu yaşadıklarımdan sonra hiçbir şey o kadar acı vermedi bana. Sırıttım ve bacağımı sandalyeye uzattım. Katie bu davranışım karşısında ne yapacağını şaşırarak, bana karşı yaptığı kibarca hamleyi geri aldı. “Beni kurtlar büyütmedi. Yaşamımın ilk on iki yılıyla ilgili hatırladığım pek bir şey yok; bu yüzden de size bilgi veremeyeceğim, ancak bir Cherokee olabileceğimi düşünüyorum.” Söylediğimi doğrulayacak şekilde, siyah saçlarıma, altınımsı kahve rengindeki tenime ve sivri Kızılderili burnuma dokundum. “Bundan sonra da, Güney Carolina’nın dağlık bölgesinde bir Hristiyan yetimhanesinde yetiştirildim. On sekiz yaşındayken oradan ayrıldım ve biraz gezdim; sonra da bir güvenlik firması ile iki yıllık staj sözleşmesi yaptım ve gidip müşteri bulmaya başladım ve böylece vampir öldürme işinin içine sürüklenmiş oldum.”
“Peki ya sen? Sen de bütün gizli sırlarını paylaşacak mısın benimle dünyanın Katherine Fonteneau olarak tanıdığı, Katherine Louisa Dupre, Katherine Pearl Duplantis ya da Katherine Vuillemont diye de bilinen Katie’s Ladies’in Katie’si? Tabii bunlar benim bulabildiklerim. Alkol ruhsatını şubatta almış, kayıtlı bir cumhuriyetçi, dindar bir şekilde oy kullanan, yanlış bir tanım kullanıyorsam mazur gör, vampir konseyiyle hiç ilgilenmeyen, farklı isimlerde pek çok deniz aşırı banka hesabı bulunan, iki bölgesel otelin, en az üç restaurantın ve sayısız barın yarı hisselerinin sahibi, ve eğer isterse bu şehrin tümünü satın alabilecek kadar parası olan sen.”
“Görüyorum ki ikimiz de biraz araştırma yapmışız.”
Katie’nin beni gülünç bulduğuna dair bir his vardı içimde. Birkaç yüzyıl yaşayıp da kendini modern dünyanın içinde, herkesin senin ne olduğunu bildiği bir yerde bulmak, etrafındakilerin sana ya delice âşık olmalarını ya da senden delice korkmalarını izlemek zor olmalı.
Ben iki gruba da dahil değildim; bu da Katie’nin hoşuna gidiyordu, eğer dudağının kenarındaki küçük gülümseme beni yanıltmıyorsa tabii. “İşi aldım mı?” diye sordum yeniden.
Katie cevabımı tartar gibi bir süre bana baktı.”Evet,” dedi. “Senin için küçük bir ev ayarladım, bilirsin İn-ter-net sayfan için gerekenleri bulabileceğin bir yer.”
Kaşlarım havaya kalktı. Beni kiralayacağından oldukça emin olmalıydı o halde.
“Bu arazinin hemen arkasında.” Elini odanın arkasına doğru belli belirsiz bir şekilde salladı. “Yan taraftaki L şeklindeki bahçenin ve arka tarafın duvarları kiremitten, ayrıca ihtiyacın olan taşları da iki gün önce getirttim.”
Tamam. İşte şimdi etkilenmiştim. Web sitemde, büyük kaya parçalarına ihtiyacım olduğu ve böyle bir yer bulamazsam işi almayacağım yazılıydı. Ve bu kadın –yani vampir– bu işi kabul etmemi engelleyecek her türlü unsuru ortadan kaldırmıştı. Eğer hayır deseydim ne yapardı bilmiyorum.
Ona doğru bir bakış attıktan sonra Trol Tom söz aldı. “Bahçıvan bir histeri nöbeti geçirdi ancak kaya parçalarını bahçeye bir vinç yardımı ile getirmeyi ve bu peyzajı düzenlemeyi başardı. Biraz söylendi ama iş bitti sonuçta.”
“Neden bu kadar çok taşa ihtiyacın olduğunu bana söyleyecek misin?” diye sordu Katie.
“Meditasyon.” Boş boş yüzüme bakınca şöyle dedim: “Taşları meditasyon için kullanıyorum. Avlanmaya hazırlanmamda yardımcı oluyor.” Neden söz ettiğim hakkında hiçbir fikri olmadığından emindim. Doğrusu bu söylediğim şey bana bile saçma gelmişti ama bir yalan uydurmak zorundaydım. Üzerinde oldukça çalışılmış bir yalan.
Katie ayağa kalkınca ben de kalktım ve kola bardağımı kenara bıraktım. Katie kendi pis kokulu içkisini bitirmişti. Nefesi hafif meyankökü kokuyordu. “Tom sana sözleşmeyi ve azılı vampirle ilgili hem bizim hem de polisin araştırmalarını içeren bilgi paketini verecek. Bu gece dinlenebilir ya da canın ne isterse onunla meşgul olabilirsin.”
“Yarın ise sözleşmeyi imzalamandan sonra, kızlarımla akşam yemeğine davetlisin. Özel bir partiye katılacaklar ve akşam yemeği saat yedide servis edilecek. Ben orada olmayacağım, onun için çekinmeden konuşacaklardır. Belki onlardan önemli bir şeyler öğrenebilirsin.” Akşam yedi biraz tuhaf gelmişti, işe başlar başlamaz çalışanları sorguya çekmemin istenmesi daha da tuhaftı ama tepki vermedim. Belki onlardan biri azılı vampir hakkında bir şeyler biliyor olabilirdi. Ve muhtemelen Katie de bunun farkındaydı. “Yemekten sonra araştırmalarına başlayabilirsin.”
“Konseyin önerdiği ödül hâlâ geçerli. Medyanın dikkatini bizim üzerimize çekmeden on gün içinde onu yok ettiğin takdirde ekstradan yüzde yirmi. Son söylediği sözden anladığım kadarıyla “biz” diye bahsettiği kişiler, ben ve Katie değildik. Kastettiği vampirlerdi. “İnsan medyasının ilgisi…bizi biraz zorladı. Ve azılı vampirin beslenmesi vampir konseyindeki ilişkiler zedeledi. Bu önemli,” dedi.
Başımı salladım. Tabii. Bana ne. Ben işimi yapar, paramı almaya bakarım. Ama bunu bu şekilde söylemedim tabii ki.
Katie bana bir dosya uzattı, ben de alıp koltuğumun altına sıkıştırdım. “İstediğin gibi, suç mahalinde çekilmiş polis fotoğrafları. En son kurbanların boyunlarındaki salyanın dikkatlice silinerek alındığı üç kanlı bez parçası,” dedi.
Vampir salyası, diye geçirdim aklımdan. Vampir kokusu ile dolu. İz sürmek için birebir.
“Bu kartta NOPD’de** temas halinde olduğum kişinin adı yazıyor. Senden telefon bekliyor. Başka bir şeye ihtiyacın olursa Tom’a bildir.” Sonra da, gitmemi istediği apaçık belli olan soğuk bakışlarını üzerime dikti. Çoktan başka meselelere odaklanmıştı bile. Akşam yemeği gibi mesela? Evet. Yanakları yeniden solgunlaşmıştı ve açlıktan ölüyor gibi bir hali vardı. Gözleri boynuma doğru kaydı. Gitme zamanı.
Bölüm 2
Tamam, biraz paranoyakça davrandım kabul ediyorum
“Silahlarını nereye sakladın?” diye sordu trol, sesi sohbet etmek ister gibiydi.
Ceketimi giydim ve gülümsedim, boynuma dayanmış 45’liği görmezden gelmiyor, ancak bir tepki de vermiyordum. “Sen bir insansın. Benim bu kadar yakınımda olmaktan korkmuyor musun?”
———
¹ İngilizce’de çok hızlı motorlar için kullanılan argo bir terim.
² bir bot çeşidi.
³ 1860 – 1945 yılları arasında yaşamış olan Fransız cam ve mücevher tasarımcısı ve dekoratör. Mücevher tasarımının sanat olarak kabulünde ve art nouveau stilinin oluşumunda çok önemli bir rol oynamıştır.
* yeşil limon
** New Orleans Police Department / New Orleans Polis Teşkilatı
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTengezer
- Sayfa Sayısı396
- YazarFaith Hunter
- ÇevirmenAyzer Ovatman
- ISBN6055395537
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doğu’dan Uzakta ~ Amin Maalouf
Doğu’dan Uzakta
Amin Maalouf
Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf’un uzun bir aradan sonra merakla beklenen yeni romanı Doğu’dan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasız kıskacında terk ettikleri yurtlarına...
- Locke Lamora’nın Yalanları ~ Scott Lynch
Locke Lamora’nın Yalanları
Scott Lynch
"Boğazında kanayan bir kesik olsa ve bir hekim o kesiği dikmeye çalışsa Lamora iğneyle ipliği çalar ve kahkahalar atarak geberip gider. Çocuk… çok fazla çalıyor." Camorr şehri, tarihi boyunca pek çok soysuzluğa, yolsuzluğa, uğursuzluğa, hırsızlığa tanıklık etmiş, büyülü atmosferinde her birini tek tek sindirebilmiştir; Camorr'un Belası'nın ismi şehrin nemli duvarlarında yankılanana dek…
- Dağın Sesi ~ Yasunari Kawabata
Dağın Sesi
Yasunari Kawabata
“Gerçekten, toprağın içine falan gömülüp dinlenemez mi insan? Elli bin yıl sonra kalktığında, kendi dertleri de toplumun sorunları da tümden çözülmüş olabilir, cennete dönüşmüş...