Sera’yı artık tek bir kişi kurtarabilir, o da hayatı boyunca öldürmeyi planladığı kişidir. Sera’nın planı ortaya çıktı, Nyktos’la aralarındaki güven sarsıldı. Artık kimse ona güvenmiyor, Sera’nın sahip olduğu tek şey vazifesi. Ancak Nyktos’un bir planı var ve birlikte çalışırlarken aralarındaki ateşli tutku işleri zorlaştırıyor. Tattıkları zevkin ve benzersiz şehvetin anıları sirenlerin karşı konulamaz çağrısı gibi.
Sera formalite gereği konsort olmaktan daha fazlasını istediğini fark ettiği zaman, tehlike daha da büyüyecek. Nyktos’un sevgisi olmadan Yükselişten sağ çıkması mümkün değil, ne var ki Nyktos sevmekten aciz. Zaman tükeniyor. Hem Sera hem de diyarlar için.
1. Bölüm
“Sen karaların ve denizlerin, göklerin ve diyarların vârisisin. Bir kraliçesin. Sen Hayat İlkeli’sin” dedi Nyktos… Küle Çeviren, Seçilmiş Olan, Ruhların Gardiyanı, Olağan Kişiler ve Sonlar Tanrısı. Tenime hararetli sözler fısıldamış, aynı zamanda soğuk, acımasız gerçekleri de söylemiş olan o dudakları şimdi aralanmıştı. Parlak etherle ‒tanrıların özüyle‒ çalkalanan gümüş rengi iri gözleri gözlerime dikilmişti. Çıkık elmacık kemiklerinin, düzgün burnunun ve sert çenesinin soğuk hatları hayret ve şaşkınlıkla yumuşamıştı. Diz çöküp sol elini taht odasının zeminine, sağ elini de göğsüne götürdü, kızıl-kahverengi saçları bronz rengi yanaklarına döküldü. Nyktos önümde eğiliyordu. İrkilerek geri çekildim. “Ne yapıyorsun?” “Hayat İlkeli tüm diyarların en güçlü varlığıdır, diğer tüm ilkellerin ve tanrıların üstündedir” dedi Sör Holland. Ne var ki Sör Holland artık bir zamanlar Lasania Kraliyet Muhafızları’nın bir şövalyesi olarak tanıdığım adam değildi, sıradan bir ölümlü de değildi. Arae’lerden biriydi, gerçek bir Kader Perisi’ydi, ne tanrı ne de ölümlüydü. Herkesin geçmişini, bugününü ve geleceğini görebilen Arae’ler hiçbir saraya bağlı değillerdi.
Kader Perileri de ilkeller kadar korkunçtu ve ben Sör Holland’ı kaç kez tekmelediğimi bilmiyordum bile. “Sana hak ettiğin saygıyı gösteriyor Sera” diye ekledi Holland, bense Nyktos’a bakakalmıştım. “Ama ben Hayat İlkeli değilim” dedim apaçık bir gerçeği dile getirerek. “İçinde gerçek hayat kıvılcımlarını taşıyorsun” dedi Nyktos, boğuk, yumuşak sesini duyunca tüylerim diken diken oldu. “Nereden bakarsan bak sen Hayat İlkeli’sin.” “Doğru söylüyor.” Tanrıça Penellaphe yanımıza geldi. Açık kahverengi teni yıldızlarla dolu gökyüzünün yumuşak ışığında parlıyordu. “Bunu inkâr etmek gibi bir lüksün yok.” “Ama ben sadece bir ölümlüyüm…” Sanki ciğerlerim minik deliklerle kaplanmıştı, ayrıca Nyktos hâlâ yerden kalkmamıştı. “Lütfen ayağa kalkar mısın, otursan da olur. Yeter ki önümde eğilme. Gerçekten çok tuhafıma gidiyor.” Nyktos başını yana eğince saç tutamları yanağına döküldü. “Sen gerçek Hayat İlkeli’sin, tıpkı babam gibi. Holland’ın da dediği gibi sana olan saygımı gösteriyorum.” “Ama ben bu saygıyı hak edecek…” Sözümü yarıda kestim, kalbim deli gibi atıyor, göğsüm sıkışıyordu. Nyktos’un gözlerindeki ether çalkalanmayı kesmişti. “Yapmasan olmaz mı? Lütfen.” İlkel hemen ayağa kalktı, gözlerindeki ether filizleri şimdi o kadar parlaktı ki insanın gözünü kamaştırıyordu. Karşıma dikildi, bakışlarıyla sanki varlığımın katmanlarını soyuyor, ne hissettiğimi görüyor… seziyordu. Kaskatı kesildim, ateş basmış, tenim karıncalanmaya başlamıştı. “Duygularımı okumasan iyi edersin.” Nyktos kara kaşlarından birini kaldırdı. “Böyle suçlayıcı tarzda konuşmana hiç gerek yok.” “Senin yaptığın da pek masumane sayılmazdı” dedim sertçe. Penellaphe gözlerini kocaman açtı. “Hayır.” Nyktos sesini alçalttığı halde her nasılsa sesi hâlâ içimde gürlüyordu. “Sayılmazdı.”
“Öyleyse yapma” dedim sertçe. “Bu resmen kabalık.” Nyktos dudaklarını araladı, herhalde kabalıktan bahsedecek en son kişi olduğumu söyleyecekti. “Sen hiçbir zaman sıradan bir ölümlü olmadın Seraphena.” Holland geçmişte ne zaman laf yetiştirme telaşına kapılsam yaptığı gibi sakince araya girdi. “Sen herkesin geleceği için bir umutsun.” Holland bunun başka bir versiyonunu eğitim sırasında da söylemişti ama şimdi bu söz yepyeni bir anlam taşıyordu. “Ama ben Ayrılış’ı tamamlamadım, sen de dedin ki…” Sözümü tamamlamadan gözlerimi kapadım. Ne dediğini buradaki herkes biliyordu. Nefes al. Yükselmeye başladığımda ölümlü bedenim ve zihnim kıvılcımların gücünü kaldıramayacaktı. Hayatta kalma umudum yok sayılırdı. Tut. Çünkü bunun için hayat kıvılcımlarından birinin ait olduğu İlkel’in kanı gerekiyordu, bir de sevgiyle beslenen gücü. Hayatım boyunca öldürmeyi planladığım İlkel’in sevgisi gerekiyordu. Krallığımı kurtarmanın tek yolunun bu olduğuna inanmış olmamın bir önemi yoktu. Bu ironi karşısında içimden gülmek geldi, ne var ki ölecektim. Muhtemelen beş aya varmadan, yirmi bir yaşıma girmeden ölecek ve son gerçek hayat kıvılcımlarını da yanımda götürecektim. İlk ve en sert darbeyi ölümlüler diyarı alacaktı. Çürüme, sonunda Gölgeler Diyarı’ndan tüm Iliseeum’a yayılacaktı. Holland’ın yıllar önce, her şeyin bana çok ağır, çok fazla geldiği ve bu yükün altında boğulduğumu hissettiğim zamanlarda öğrettiği gibi nefesimi yavaş yavaş bıraktım. Sona yaklaştığımı zaten biliyordum. Öleceğimi başından beri biliyordum. Kaderimde yazılanları gerçekleştirmeyi başarsam da başaramasam da bu süreçte öleceğimi biliyordum. Ama bunu bilmek şimdi bende farklı duygular uyandırıyordu. Sonunda bir araçtan, kullanıldıktan sonra atılacak bir silahtan başka bir şey olmayı tatmıştım. Hakikati tatmıştım. Sonunda kendimi kana bulanmış bir hayalet gibi değil, tam bir insan gibi hissetmiştim. Bir yalancı gibi, vicdan azabı duymadan cinayet işleyebilecek bir canavar gibi değil.
Ama tüm bunların altında ben vardım ve Nyktos da artık bunu biliyordu. Artık bu gerçeği ‒herhangi bir gerçeği‒ saklamak mümkün değildi. Ciğerlerim yanmaya, gözümün önünde minik ışıklar çakmaya başladı. Nefes egzersizleri işe yaramıyordu. Ellerim titriyordu, göğsümde bir panik baş göstermişti. Nefes alamadığımı… Parmak uçları yanağıma dokundu. Sıcak parmak uçları. Gözlerimi açtım, karşımdaki yüze bakakaldım, bu yüz hatları öyle mükemmel bir uyum içindeydi ki Nyktos’u ilk gördüğümde sadece bir tanrı olmadığını anlamam gerekirdi. Parmakları beni irkiltti, kanımı içmeden önceki gibi şoke edici bir soğuk yerine sıcaklık hissettiğim için değil, birinin bana dokunmasına hâlâ alışamadığım içindi. Kendimi bildim bileli kimse bana pek dokunmadığından bir gün alışacağımdan da emin değildim. Ama o bana dokunmuştu. Her şeyden sonra, Nyktos bana dokunmuştu. “İyi misin?” diye sordu alçak sesle.
Birden dilim tutuldu, bunun sıkışan göğsümle ilgisi yoktu, tamamen Nyktos’un endişesi yüzündendi. Benim için endişelenmesini istemiyordum. Şimdi değil. Bu pek çok açıdan yanlış geliyordu. Nyktos yaklaştı, başını eğdi, şimdi dudakları dudaklarımdan sadece birkaç santim ötedeydi. Elini enseme koyunca içimden bir ürperti geçti. Başparmağını hızla atan nabzımın üstüne bastırdı. Holland ve Penellaphe ile buluşmadan önce çalışma odasında yaptığı gibi başımı yana eğdi, öpüşmek üzereymişiz gibi. Ama bu bir daha asla olmayacaktı. Bunu bana kendisi söylemişti. “Nefes al” diye fısıldadı. Hava Nyktos’tan emir almış gibi birden ciğerlerime doldu, aldığım nefesten onun kokusu geliyordu, turunçgil ve ferah hava kokusu. Işık çakmaları yok oldu, ciğerlerim havayla genişledi. Ellerim hâlâ titriyor, başparmağı nabzımın üzerinde gezinirken kalbim bu kez tamamen farklı bir sebepten hızlanıyordu. O kadar yakınımda duruyordu ki hatıraların akın etmesini engellemek mümkün değildi, sanki ağzını yine boğazımda, ellerini çıplak tenimde hissediyordum. Kanımı emerken tattığım o acıyla karışık zevki. İçimde gidip gelirken yarattığı o unutulmaz ve şimdi bile bedenimi ısıtan zevki. Ben Nyktos’un ilkiydim. Bundan sonra ne olursa olsun o da benim sonuncum olacaktı. İçimi bir hüzün kapladı, ısınan kanımı soğutup farklı, daha yoğun bir basınçla göğsüme yerleşti. En azından artık nefes alamıyormuşum gibi hissetmiyordum. “Sera bazen düzgün nefes almakta sorun yaşıyor” dedi Holland sessizce, bunu söylemesine gerek varmış gibi. “Fark ettim.” Nyktos’un başparmağı hafif okşayışlarına devam ederken içten içe irkildim. Herhalde sanmıştı ki… ne sandığını ancak tanrılar bilirdi. Ben bilmek istemiyordum. Yüzüm yanıyordu, Nyktos’tan uzaklaşmak için geri çekilirken platformun kenarına çarptım.
Nyktos’un eli birkaç saniye havada kaldı, sonra parmakları içe doğru kıvrıldı. Kolunu indirirken ben de yüksek platforma döndüm. Devasa gölge taşı parçalarından yontulmuş büyüleyici güzellikteki tahtlara baktım. Sırt kısımları büyük, geniş kanatlar şeklinde yapılmıştı, kanatların ucu birbirine dokunarak iki tahtı birleştiriyordu. Nemli avuçlarımı kan lekeleriyle kaplı pantolonuma sildim. “Sera’nın ne olduğunu başka kimsenin bilmediğinden ikiniz de emin misiniz?” diye sordu Nyktos. “Baban dışında mı? Embris’in kehanetten haberi var” dedi Penellaphe; Bilgelik, Sadakat ve Vazife Tanrısı’ndan bahsedildiğini duyunca kendimi topladım. Onlara döndüm. Bu benim için minik bir sinirsel çöküntü yaşarken kaçıramayacağım kadar önemliydi. “Kolis’in de. İkisi de bundan fazlasını bilmiyor.” Bütüm ölümlülerin ‒yakın zamana kadar benim de‒ Hayat İlkeli ve Tanrılar Kralı sandığı İlkel Kolis’in adı geçince ether Nyktos’un gözlerinde tekrar çalkalanmaya başladı. Oysa Kolis gerçek Ölüm İlkeli’ydi. Tanrıları Haides Evi’ni çevreleyen Sur’a mıhlayan oydu, sırf Nyktos’a yaşamın kolayca yok edilebileceğini hatırlatmak için… daha doğrusu ben öyle olduğunu varsayıyordum. Hem bu mantık lı bir varsayımdı. Aslında gerçek Hayat İlkeli Nyktos’un babasıydı; Kolis, Eythos’un kıvılcımlarını çalmıştı. Penellaphe’nin sözünü ettiği kehaneti düşünürken titrememek için kendimi zorluyordum. Altın taçların çaresizliğiyle ilgili kısım, atam Kral Roderick ve tüm bunlara neden olan o anlaşmayla ilgili olabilirdi. Ama kehanetler sadece olasılıklardan ibaretti ve… “Sıçtığımın kehanetlerinin hiçbir anlamı yok” diye mırıldandım yüksek sesle. Penellaphe başını bana çevirip bir kaşını kaldırdı.
Yüzümü buruşturdum. “Özür dilerim. Öyle demek istemedim, ağzımdan kaçtı.” “Ne demek istemiştin merak ettim doğrusu” dedi Nyktos. Ona ters ters baktım. “Ama aynı fikirdeyim.” Onu bıçaklamak istiyormuşum gibi bakmayı kestim. “Ne hissettiğini anlıyorum” dedi Penellaphe şaşkın bir ifadeyle. “Kehanetler muhatapları için bile genelde kafa karıştırıcı olabiliyor. Bazen de bir kehanetin sadece bir kısmı ‒başı ya da sonu‒ biri tarafından bilinirken ortası bir başkası tarafından bilinir ya da tam tersi olur. Ama hem Iliseeum’da hem de ölümlüler diyarında gerçekleşen kehanetler oldu. Kehanet Tanrılarının yok edilmesinden ve son kâhinlerin ölümünden bu yana buna tanık olmak zor.” “Kehanet Tanrıları mı?” Kâhinleri duymuştum, ben doğmadan çok önce yaşamış nadir rastlanan ölümlülerdi, tanrıları çağırmak zorunda kalmadan onlarla doğrudan iletişim kurabiliyorlardı. “Onlar başkalarının göremediklerini, gerçekleri hem geçmişi hem de geleceği görebilen tanrılardı” diye açıkladı Penellaphe. “Lotho Dağı’nda yaşar ve Embris’in Sarayı’na hizmet ederlerdi. Kâhinler onlarla konuşurdu, Arae’ler tarafından hoş karşılanan yegâne tanrılar onlardı.” “Hoş karşılanan yegâne tanrılar değillerdi” diye düzeltti Holland usulca. Penellaphe’nin ânında kıpkırmızı olması dikkatimi çekti çünkü kesinlikle bir şeyler dönüyordu. “Penellaphe’nin annesi Kehanet Tanrılarından biriydi” diye devam etti Hollland. “Penellaphe’nin bir kehanet görebilmesinin nedeni de buydu. Kadimlerin ‒ilk İlkeller’in gördüğü kehanetleri sadece o tanrılar ve kâhinler görebilirdi.”
“Annemin diğer yeteneklerini almamışım, gizli olanı ya da bilineni görme yeteneğini” diye ekledi Penellaphe. “Başka bir kehanet de görmedim.” “Kolis’in hayat kıvılcımını çalarak yaptığı şeyin sonuçları çok geniş kapsamlı oldu. Yüzlerce tanrı âni enerji dalgasının içinde kayboldu” dedi Nyktos. “En büyük darbeyi Kehanet Tanrıları yedi. Hepsi yok oldu, bir daha kâhin olarak doğan bir ölümlü de olmadı.” Penellaphe’nin yüzünü keder bürüdü. “Bununla birlikte Kadimlerin rüyalarında gördüğü ve yalnızca onların bilebileceği diğer kehanetler de kayboldu.” “Rüya mı?” Kaşlarımı kaldırdım. “Kehanetler Kadimlerin gördüğü rüyalardır” dedi Penellaphe. Dudaklarımı birbirine bastırdım. İlkellerin en eskileri olan Kadimlerin çoğu Arcadia’ya geçmişti. “Şey, kehanetlerin rüya olduğunu bilmiyordum.” “Bu bilginin Sera’nın kehanetler hakkındaki fikirlerini değiştireceğini sanmıyorum” dedi Holland alaycı bir sesle. Nyktos dalga geçer gibi güldü. “Hayır, hiç sanmam.” Penellaphe gülümsedi ama gülümseyişi çabucak yok oldu. “Pek çok tanrı ve ölümlü tek bir kehanet ya da rüya görmeden, duymadan doğmuştur ama bunlar bir zamanlar çok daha yaygındı.” “Peki senin gördüğün kehanet?” diye sordum. “Onu hangi Kadim’in rüyasında gördüğünü biliyor musun?” Penellaphe başını iki yana salladı. “Kehanetin malum olduğu kişiler bunu bilemez.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTen Ve Ateş 2: Alevdeki Işık
- Sayfa Sayısı688
- YazarJennifer L. Armentrout
- ISBN9786256932692
- Boyutlar, Kapak13,7 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karanlık Labirent ~ Lawrence Durrell
Karanlık Labirent
Lawrence Durrell
Çağımızın usta romancılarından Lawrence Durrell, Akdeniz romanları serisinde bize bu kez Girit’i anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Girit’e gelen bir İngiliz turist grubu,...
- Kiraz Çiçekleri ~ Yasunari Kawabata
Kiraz Çiçekleri
Yasunari Kawabata
Japonya’nın geleneklerine bağlı eski başkenti Kyoto’da değişim rüzgârları esmektedir. Mevsim değişir, kiraz çiçekleri açarken şehir başka bir renge ve kimliğe bürünür. Bir kimono ustasının...
- Altın ~ Chris Cleave
Altın
Chris Cleave
Genellikle tam burada, size bu kitabın konusunu anlatırız, ama söz konusu Chris Cleave olunca işler biraz değişiyor. Çünkü eğer KÜÇÜK ARI’yı ya da KUNDAKÇI’yı...