Bu kitabın esas güzelliği ne edebi üslubunda, ne de faydalı bilgiler içermesinde. Onu bu kadar güzel kılan yan, alabildiğine dürüst oluşu. Bu sayfalarda gerçekten de yaşanmış olaylar anlatılıyor. Yazarın tek yaptığı bu olayları biraz daha renklendirerek katkıda bulunmak: … George, Harris ve Montmoreney şiirsel varlıklar değil etten kemikten canlılar (özellikle de yaklaşık seksen kiloluk cüssesiyle George). Bu kitaptan çok daha derin düşünceler ortaya koyan, insan doğasına dair çok daha kapsamlı tahliller içeren başka eserler de vardır mutlaka; … ümitsizlik derecesinde, iflah olmaz bir dürüstlük söz konusuysa, henüz bu kitabı geride bırakacak başka bir esere rastlamadım.
Londra, Ağustos 1889 basımından
***
ÖNSÖZ
“Dünya bu kitaba karşı çok iyi davrandı. Bildiğim kadarıyla tüm Avrupa dillerine ve bazı Asya dillerine de çevrildi. Kitabın yayınlanışının ardından dünyanın dört bir yanından binlerce mektup aldım; kadın, erkek, genç, yaşlı, sağlıklı, hasta, mutlu ve mutsuz insanlardan… Geriye bir tek bu kitabın neden bu kadar başarılı olduğunu açıklamak kalıyor. Bense bu durumu açıklamaktan acizim. Bana göre çok daha zekice, çok daha güldürücü olan başka kitaplar da yazdım. Ama nedense insanlar beni Teknede Üç Adam’ın yazarı olarak anımsamakta ısrar ediyor… Bana da bu kitabın yazarı olduğumu kabullenmekten başka seçenek kalmıyor, tabii eğer gerçekten de ben yazdıysam. Böyle diyorum, çünkü bu kitabı yazdığımı hayal meyal hatırlar gibiyim. Hatırladığım tek şey, o zamanlar çok genç olduğum ve yalnızca beni ilgilendiren bazı nedenlerden dolayı kendimle aptalca bir gurur duyduğumdur. Bu kitabı yazdığım sıralarda yaz mevsimiydi. Londra’da yaz çok güzeldir. Çalışma odam şehrin bacalarına tepeden bakan bir yerdeydi. Gündüzleri penceremin dışında sanki altın renkli bir şala bürünmüş gibi sisler içinde uzanırdı şehir; geceleriyse Alaaddin’in hazineleriyle dolu mağarası gibi ışıl ışıldı. İşte o yaz ayları boyunca yazdım bu kitabı çünkü yapacak daha iyi bir işim yoktu.” Böyle diyor kitabın yazarı metnin gördüğü ilgiyi değerlendirirken. Metnin tanıtımına ayrılmış internet sayfalarında yazarın ‘kahramanlarının’ fotoğrafı var. Edebiyatın ‘kurmaca’ olma özelliğiyle gerçeklik arasındaki bağ her zaman ilginç, teorik tartışmaların odağını oluşturmuş ve oluşturmaktadır. Yazarın gerçekten yaşamış/yaşayan insanlardan esinlenip bunlarla ‘KURMACANIN’ düzleminde canı istediği ya da tematik amaçlarının gerektirdiği gibi ‘oynaması’ başka bir şey, doğrudan onları dürüst bir tutumla ‘anlatması’ başka bir şey olsa gerekir. İkinci tutum, gerçeklikte olup biteni ahlakî bir nesnellikle yansıtma kaygısı, hayatın zaten, ona hiçbir ‘estetik’ müdahale, kafadan uydurma katkılar yapmaksızın da kendi ‘öyküsünü’ taşıdığı anlamına geliyor sanki; insan ilişkileri saplantılarıyla, endişeleriyle, korkularıyla, sevinç ve kederleriyle, saçmalık ve anlamsızlıklarıyla, umut ve beklentileriyle, kâh ironik, kâh traji-komik, kâh hüzünlü bir metnin zaten başka bir dille, hayatın binlerce işaretten, göstergeden, jestten ibaret diliyle her gün yeniden, kendiliğinden yazılmış halidir, anlamına.
Yazara da sadece bu metni, bu dili okumak kalıyor. O da, anlaşılan bunu yapmış, biraz daha renklendirerek yaşananları, biraz daha düzenleyerek.
Ayşegül Çetin Tekçe
Ocak 2004, İstanbul
TEKNEDE ÜÇ ADAM
I
Hastalıktan bitap düşmüş üç adam – George’la Harris’in çileleri – Bin yedi yüz adet ölümcül hastalığın kurbanı – İşe yarar reçeteler – Çocuklarda karaciğer yetmezliğinin tedavisi – Fazla çalışmaktan bu hallere düştüğümüze ve artık dinlenmemiz gerektiğine karar veriyoruz – Açık denizlerde bir hafta – George nehirde bir gezinti öneriyor – Montmorency itiraz ediyor – Üçe karşı bir oyla kaybediyor.
Dört kişiydik; George, William Samuel Harris, bendeniz ve Montmorency. Odamda oturmuş pipolarımızı tüttürüyor, bir yandan da ne kadar kötü olduğumuzdan söz ediyorduk; kötü dedimse, tıbbi anlamda kötü elbette.
Kendimizi içi geçmiş, tohuma kaçmış zavallılar gibi hissediyorduk ve bu durum fena halde moralimizi bozuyordu. Harris ikide bir başının dönmesinden şikâyet ediyordu; bunlar öyle şiddetli baş dönmeleriydi ki o sırada adeta kendini kaybediyor, ne yaptığını unutuyordu. Bunun üzerine George esas kendisinin çok fena başının döndüğünü, bu baş dönmeleri yüzünden kendini bilmez bir halde ortalıkta dolaştığını söyledi. Bense karaciğer yetmezliğinden mustariptim. Derdimin karaciğer yetmezliği olduğundan emindim çünkü az önce okuduğum bir karaciğer ilacı broşüründe, bir adamın karaciğerinin hasta olduğunu gösteren tüm belirtiler sıralanmıştı ve bunların hepsi de bende vardı.
İnanılır gibi değil, ama ne zaman elime bir ilaç broşürü geçse, broşürde tanıtılan hastalığın en beter haline tutulduğum hissine kapılırım. Hastalığın teşhis edilmesini sağlayan bütün belirtiler, kendimde gözlemlediğim rahatsızlıklarla tıpatıp uyar.
Hiç unutmam, bir keresinde saman nezlesine yakalanmış, nezle tedavisiyle ilgili bilgi edinmek için British Museum’a gitmiştim. Bulduğum kitabın saman nezlesiyle ilgili sayfasını okuduktan sonra, sırf meraktan, kitaptaki diğer hastalıklara da şöyle bir göz gezdirdim. Rastgele açtığım bir sayfada, şu anda ismini hatırlayamadığım, ama kurbanlarını yiyip bitiren dehşetli bir hastalıktan söz ediliyordu. “Ön belirtiler” listesinin daha yarısına gelmeden, esas derdimin bu ölümcül hastalık olduğuna kanaat getirmiştim.
Bu acı gerçekle yüzleşmek beni fazlasıyla sarstığından, bir süre korkudan taş kesmiş bir halde oturduğum yerde kalakaldım. Ardından, “Ne yapalım, battı balık yan gider,” diyerek sayfaları gelişigüzel çevirmeye başladım. Az sonra bu kez de tifo hastalığıyla ilgili bölüme denk geldim. Hastalığın belirtilerini okuduğumda bir de ne göreyim? Meğer bende tifo da varmış. Aylardır bu hastalıkla boğuşuyor olmama karşın, farkında bile değilmişim. Acaba başka ne gibi hastalıklara yakalanmıştım? Kore hastalığını tanıtan sayfayı okuduğumda, tahminlerimde yanılmadığımı ve bu hastalığı da taşıdığımı anladım. Artık gerçeklerden kaçış olmadığına göre, bari ne var ne yoksa ortaya dökülsün diye düşünerek alfabetik olarak sıralanmış hastalıkları bir bir taramaya koyuldum. Sıtma desen vardı, üstelik de ölümcül safhaya gelmeme sadece iki hafta kalmıştı. Böbrek iltihabı da vardı, ama neyse ki henüz hafif düzeyde seyrediyordu ve böyle giderse yıllarca yaşayabilirdim. Kolerayı ise oldukça ağır geçiriyordum ve ayrıca doğuştan difteriliydim. İnkâr etmenin anlamı yoktu; bu nedenle kendime karşı dürüst olmaya karar verdim ve listedeki tüm hastalıkları inceleyerek kendimi sorgulamaya koyuldum. Sonunda bende olmayan yegane hastalığın hizmetçi dizi¹ olduğunu anladım.
Başlangıçta biraz bozulduğumu itiraf etmeliyim; kendimi ezilmiş, haksızlığa uğramış hissediyordum. Yani nasıl olmuştu da hizmetçi dizi bana uğramadan geçmişti? Niçin bu hastalık benden esirgenmişti? Neyse ki aradan biraz zaman geçince öfkem yatıştı, bencilce duygularımdan sıyrıldım. Tıp dünyasında bilinen tüm diğer hastalıklara sahip olduğuma göre, bir tek hizmetçi dizinin olmaması kabul edilebilir bir durumdu. Örneğin gut hastalığı² yıllar önce beni pençesine almış, zymosis³ ise ta çocukluğumda midemi ele geçirmişti. Listedeki son madde zymosis olduğu için, bendeki hastalıkların da bunlardan ibaret olması gerektiği sonucuna vardım.
Oturup halimi enine boyuna düşünmeye koyuldum. Tıp dünyası için ne bulunmaz bir vakaydım kim bilir! Tam da sınıflarda ders olarak okutulacak bir adamdım. Ellerinde benim gibi bir hasta varken, tıp öğrencilerini hastane odalarında dolaştırmalarına gerek kalmayacaktı. Ben tek başıma bir hastane dolusu vaka ediyordum zaten. Öğrencileri şöyle bir etrafımda gezdirip diplomalarını ellerine vermeleri yeterliydi.
Acaba kaç günlük ömrüm kalmıştı? Kendi kendimi muayene etmeye çalıştım. İşe nabzımı tutmakla başladım, ama nabzım atmıyordu. Derken, ansızın atmaya başladı. Hemen saatimi çıkarıp saymaya koyuldum: Dakikada yüz kırk yedi atış. Ardından kalbimi dinleyeyim dedim, ama hiçbir şey duyamadım; kalbim de durmuştu anlaşılan. Daha sonraları bana dediklerine göre kalbim yerli yerindeydi ve atıyordu, ama ben duymamıştım. Gerçi ortada bunu kanıtlayacak hiçbir delil de yok. Ellerimle karnımdan boynuma kadar bütün vücudumu yokladım, yanlarıma baktım, sırtımdan yukarı doğru ilerledim. Ne kadar dikkat ettiysem de kalp atışına benzer bir sese ya da harekete rastlayamadım. Bunun üzerine dilime bakmaya karar verdim. Ağzımı açıp dilimi çıkardım, uzatabildiğim kadar uzatıp bir gözümü kapatarak diğeriyle dilimi görmeye çalıştım. Sadece ucunu görebildim ama gördüğüm kadarı, kızıl hastalığını kesinkes taşıdığımı bir kez daha anlamam için yeterliydi.
Okuma odasına girdiğimde sağlıklı, mutlu bir adamdım. Ayaklarımı sürüyerek oradan çıkarkense tam anlamıyla bir enkaz halindeydim.
Hemen doktorumun yolunu tuttum. Kendisi aynı zamanda eski bir dostumdur; ne zaman hasta olduğumu düşünüp ona gitsem nabzıma bakar, dilimi inceler, bir yandan da havadan sudan söz eder. İlk olarak ona gitmekle büyük bir iyilik yapmış olacaktım. Yolda giderken, “Bir doktor ne ister? Türlü türlü hastalık görmek ister,” diye düşünüyordum. “Kendimi cömertçe ona sunacağım. Belki bin yedi yüz hastada göremeyeceği hastalık çeşidini bende bulacak. Altı üstü bir iki basit hastalığı olan alelade insanlardan edinemediği bilgiyi ve tecrübeyi, benim sayemde kazanacak.” Dosdoğru muayenehanesine gidip içeri girdim.
“Neyin var bakalım?” diye sordu bana.
“Sevgili dostum, bendeki tüm hastalıkları birer birer saymakla vaktini almayacağım,” diye söze başladım. “Hayat kısa, hepsini anlatmaya kalksam ömrün yetmez. Ben en iyisi neyim olmadığını söyleyeyim. Hizmetçi dizi yok. Neden olmadığını ben de bilmiyorum, ama yok işte. Bunun dışında olabilecek her hastalığa sahibim.”
Sonra bu sonuca nasıl vardığımı ona anlattım.
Bunun üzerine beni soydu, muayene etti, bileğimi tutup var gücüyle sıktı, sonra durup dururken göğsüme bir yumruk attı (bana kalırsa kalleşçe bir davranıştı) ve bu da yetmezmiş gibi ben daha neler olduğunu anlayamadan bir de kafasıyla bana tos vurdu. Ardından masasına oturup bir reçete karaladı. Reçeteyi katlayıp bana verdi, ben de bunu cebime koyarak oradan ayrıldım.
Reçeteyi açıp bakmadım. Onun yerine en yakın eczaneye gidip tezgâhın arkasındaki adama uzattım. Adam reçeteyi alıp okudu, sonra bana geri verdi.
Dediğine göre reçeteleri saklamıyorlarmış.
“Siz eczacı mısınız?” diye sordum.
“Evet, eczacıyım,” diye karşılık verdi. “Eğer aynı zamanda bir lokantalar zincirinin ve otelin de sahibi olsaydım, size yardımcı olabilirdim. Ne yazık ki sadece bir eczacıyım ve sizin için yapabileceğim hiçbir şey yok.”
İşte o zaman reçeteyi açıp okudum. Şöyle yazıyordu:
Her 6 saatte bir
1 kilo biftek, yanında yarım litre siyah bira.
Her sabah beş kilometre yürüyüş.
Her gece saat tam 11’de yatağa yatış.
Ayrıca anlamadığınız şeylere kafa yorulmayacak.
Bu kurallara harfiyen uydum ve tedavi olumlu sonuç verdi; bu sayede ölümün eşiğinden döndüm ve hâlâ da hayattayım.
Şimdiyse, elimdeki ilaç broşürünü okuduktan sonra, karaciğer yetmezliği çektiğimden hiç şüphem kalmamıştı. Belirtilerin tamamı bende vardı; özellikle de başlıca belirti olan “çalışmaya karşı genel bir isteksizlik hali”.
Bu yüzden ne acılar çektiğimi anlatmaya kelimeler yetmez. Ta çocukluğumdan beri bu hastalığın pençesinde kıvranıyorum. Henüz küçük bir oğlan çocuğuyken bile, bu illet yüzünden bir gün olsun yüzüm gülmedi desem yeridir. Elbette o zamanlar sorunun karaciğerimden kaynaklandığını bilmiyorduk. Tıp daha bu kadar ilerlememiş olduğu için, beni tembellikle suçluyorlardı.
“Seni miskin şeytan,” diyorlardı bana, “kalk da işe yarar bir şeyler yap!” Hasta olduğumu bilmiyorlardı ki.
Üstelik bana ilaç vermek yerine kafama şaplak indiriyorlardı. Tuhaf gelebilir, ama çoğu zaman bu şaplakların üzerimde şifalı bir etkisi oluyordu. Örneğin o zamanlar kafama yediğim bir şaplağın, şimdilerde yuttuğum bir kutu dolusu haptan çok daha etkili olduğunu, derhal yerimden kalkıp benden ne istendiyse yapmamı sağladığını hatırlıyorum.
Siz de bilirsiniz, çoğu zaman eski usul kocakarı ilaçları, hekimlerin salık verdiği modern safsatalardan çok daha etkilidir.
Yarım saat kadar böyle oturup birbirimize hastalıklarımızdan söz ettik. Ben, George’la William Harris’e sabahları yataktan ne güçlüklerle kalktığımı anlattım; William Harris bize akşamları yatağa yattığında ne kadar acınası bir halde olduğundan bahsetti; George ise ayağa kalkıp ocağın önüne geçerek, hayli inandırıcı ve dokunaklı hareketlerle geceleri kendini ne kadar kötü hissettiğini anlatan bir gösteri sundu.
Bana kalırsa George’unki bir evhamdan ibaret; gerçekte hasta falan olmadığını herkes biliyor.
Tam bu sırada Bayan Poppets kapıya gelerek akşam yemeği için hazır olup olmadığımızı sordu. Mahzun gözlerle birbirimize bakıp gülümsedik, kendimizi zorlayıp birkaç lokma bir şeyler yemeye çalışacağımızı söyledik. Harris insanın midesine az da olsa bir şeyler girmesinin, hastalıkla mücadelede faydalı olacağını belirtti. Bunun üzerine Bayan Poppets yemek tepsisini getirdi, gönülsüzce masaya oturup tabaklarımızdaki soğanlı biftekle ravent tatlısını didiklemeye başladık.
O sıralarda bünyem fazlasıyla güçsüz düşmüş olmalı ki, yemeğe oturduktan yaklaşık yarım saat sonra iştahımın tamamıyla kapandığını fark ettim. Durum o kadar vahimdi ki, yemekten sonra peynir yemek bile içimden gelmedi.
Mecburen yerine getirdiğimiz bu yemek işinden sonra, kadehlerimizi doldurup pipolarımızı yaktık ve sağlık durumumuzla ilgili sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Bizi böylesine harap eden hastalığın ne olduğunu hiçbirimiz bilmesek de, ortak kanı, bütün bunların fazla çalışmaktan kaynaklandığıydı.
“İhtiyacımız olan şey esaslı bir istirahat,” dedi Harris.
“İstirahat ve mekân değişikliği,” diye ekledi George. “Zihnimizdeki bu aşırı yüklenme, tüm sistemimizde genel bir çöküşe yol açmış olmalı. Mekân değişikliği ve kafa yormayı gerektiren sorunlardan uzaklaşmak, zihinsel dengemizi yeniden kurmamızı sağlayacak.”
George’un tıp öğrencisi olduğunu iddia eden bir kuzeni var; bu nedenle böyle aile hekimleri gibi tumturaklı laflar etmeyi pek iyi becerir.
George’la aynı fikirde olduğumu, hiç olmazsa bir haftalığına şöyle rahatça kafa dinleyebileceğimiz, bu çılgın koşuşturmacadan uzaklaşabileceğimiz bir yerlere kaçmamız gerektiğini söyledim. Güneşli sokaklarda avare avare dolaşmalı; bu dünyanın kargaşasından uzak, kurtarılmış bir bölgede perilerle bir olup kendimizi düşlerin kucağına bırakmalı; Zamanın tepelerindeki eski, unutulmuş bir kuş yuvasında soluklanmalı; olanca öfkesiyle aşağıdaki kıyıları döven ondokuzuncu yüzyılın azgın dalgalarından sıyrılıp huzur bulmalıydık.
Harris böyle bir yerde sıkıntıdan patlayacağımızı söyledi. Bahsettiğim gibi bir yer bildiğini, herkesin
————
1 Genellikle uzun süre diz çökerek yapılan işlerde çalışan insanlarda görüldüğü için hizmetçi dizi adıyla anılan diz kapağı kesesi iltihabı.
2 Belirtileri eklemlerde, böbreklerde ve deride görülen metabolizma hastalığı.
3 Midede mayalanmaya bağlı hastalığın ortaya çıkması.
“Teknede Üç Adam” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTeknede Üç Adam
- Sayfa Sayısı256
- YazarJerome K. Jerome
- ÇevirmenAyşegül Çetin Tekçe
- ISBN9786053541493
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zor Zamanlar ~ Mario Vargas Llosa
Zor Zamanlar
Mario Vargas Llosa
Guatemala, 1954. Eisenhower hükümeti, ABD’nin çıkarlarına ters düşen Başkan Jacobo Árbenz’i Sovyetler Birliği için çalıştığı yalanıyla itibarsızlaştırır. Ardından bizzat CIA’in örgütleyip başına Albay Carlos...
- Sıfırkent ~ Steve Erickson
Sıfırkent
Steve Erickson
Ağustos 1969. Charles Manson liderliğinde bir hippi “ailesi” Los Angeles’ın üzerindeki vadide beş vahşi cinayet işler. Aynı gün eski teoloji öğrencisi genç bir adam...
- Yıldırım Anahtar ~ Jon Berkeley
Yıldırım Anahtar
Jon Berkeley
Düğümler nihayet çözülüyor ve Miles Wednesday’in sırlarla dolu kimliğini keşfetme serüveni Yıldırım Anahtar’la son buluyor! Miles Wednesday, Kaplan Yumurtası ile bağlantısını keşfettikten sonra, zorlu bir...
Bu kitabın çok iyi bir ingiliz mizahı içerdiğini biliyorum. Ancak benim aradığım bu kitabın sanırım Varlık yayınlarından çıkan Aziz Nesin çevirisidir. Onun tadı bambaşkaydı!