İmparatorluğu çökmüş ve evini satmak zorunda olan bir adam… Onu muhteşem evinde ziyarete gittiğinde böyle bir Lance Armstrong karşılıyor gazeteci Juliet Macur’u. Defalarca karşı karşıya geldiler. Ama ilk kez yenik bir adam var karşısında.
Armstrong’un skandal sonrasında görüşmeyi kabul ettiği nadir kişilerden biri Macur. Lakin öyküyü sadece onun ağzından dinlememekte kararlı. Ailesinden yakın arkadaşlarına, yetkililerden sponsorlara, rakiplerinden takım arkadaşlarına, bilerek ya da bilmeyerek bu büyük yalanın parçası olmuş yüzü aşkın isimle görüşüyor. Ve karşımıza doymak bilmez bir hırsa sahip bir adamın kimi yerde acıklı kimi yerde gülünç kimi yerdeyse nefret uyandırıcı, yalanlarla örülü hikâyesi çıkıyor. Ünü bisiklet sporunun ötesine geçmiş bir bisikletçinin, yetkilileri, gazetecileri ve hayranlarını yıllarca nasıl kandırdığını, imajını korumak için nasıl insanları kullanarak –bazen onların hayatı pahasına– etrafına bir duvar ördüğünü ve “Armstrong Sistemi” adıyla anılan, gelmiş geçmiş en karmaşık, en ayrıntılı doping programını nasıl şeytani bir ustalıkla yarattığını ve uygulattığını bir bir ortaya koyuyor Macur.
İÇİNDEKİLER
Giriş 1
Birinci Kısım Aile Yalanları 11
İkinci Kısım Spor Yalanları 43
Üçüncü Kısım Medya Yalanları 111
Dördüncü Kısım Kardeşlik Yalanları 159
Beşinci Kısım Amerikan Kahramanının Yalanları 201
Altıncı Kısım Gerçekler 289
Sonsöz 355
Teşekkür 365
Notlar 369
Seçilmiş Kaynakça 387
Dizin 389
GİRİŞ
Lance Armstrong’un hayallerindeki 10 milyon dolarlık malikânesi, krem rengi Teksas kumtaşından yüksek bir duvar ile çelik bir kapının ardında saklı. Misafirleri araçlarını, 725 metrekarelik İspanyol koloni dönemi malikânesine dalları uzanan dev meşenin altındaki yuvarlak avluya park ediyor. Ağacın kendisi bile Armstrong’un meşhur azmini gösteriyor. Bir zamanlar evin kırk beş metre batısındaymış; Armstrong merdivenlerin önüne istemiş. Taşınması 200.000 dolara patlamış. Yakın arkadaşları, agnostik Armstrong’un yeri göğü sarsmak için Tanrı’ya ihtiyaç duymadığını kanıtlamak uğruna bu projeye giriştiği yollu espriler yapıyorlar. Lance Armstrong’la yaklaşık on yıldır bol didişmeli bir ilişkimiz var. Menajeri Bill Stapleton’ın beni dava açmakla tehdit edişinin üzerinden yedi yıl geçti.
O zamanlar Armstrong’un kullanmaya, tavlamaya yahut sindirmeye çalıştığı muhabirlerden biriydim sadece. Peri masalı hikâyesini kurcalama cüreti gösterenlere dava açmak, insanları, hakkında eleştirel yazmaya değmeyeceğine ikna etmesinin çabuk ve kolay yoluydu. İzleyen yıllarda beni, kendisinin ve işleriyle ilgilenenlerin gözünü üzerinden ayırmaması gereken pek çok düşmanından biri olarak belledi. Ancak şimdi, çöküşünden sonra ateşkese yakın bir şeyi kabullendi. Reddedecektir ama benle karşılıklı oturmayı, kitabımın gideceği yönü kontrol edebileceği zannıyla kabul ettiğini biliyorum. Hayatta olmayacağını söyledim kendisine.
Neslimizin en bednam sporcusu, Fransa Bisiklet Turu’nu yedi kez kazanmasını sağlayan karmaşık bir doping rejimi düzenleyip düzenlemediğine yönelik cezai ve kamu soruşturmalarından sonra; onu herkesten iyi tanıyan bisikletçilerin yeminli ifadelerinin, kendini savunmak için kamu önünde söylediği her şeyle çelişmesinden sonra; yalan üstüne yalan ve daha fazla yalan söyledikten sonra ipleri elimde tuttuğumu birdenbire fark etti. Bense kendini bugün bile neredeyse mutlak güce sahip saydığını anladım. Görüşmelerimizde birinde, “Ne istersen yaz,” demişti.
“Ama kitabın adı Tekerlekli Yalan mı olacak? Onu değiştirmen lazım.” Fransa Bisiklet Turu’nda, terli mayo kokan takım otobüslerinde; New York’ta, gösterişli otel odalarında; limuzinlerde; ruhsuz konferans salonlarında ve telefonlarda, saatlerce, toplam beş ayrı ülkede birebir söyleştik. Şimdi, 2013 baharında, dünyası tepetaklak gitmiş ve nakliye kamyonları sevgili malikânesine doğru ilerlerlerken, Austin’deki evine ilk defa gidiyordum. İyi, tamam, gel bakalım, demişti. Şanlı (ve artık lekeli) kariyerinin ölüm ilanlarına boğulmuştu ve “gerçek hikâyeyi” yazdığıma emin olmak istiyordu. Armstrong’un, neden yapmayayım kafasıyla taşıttığı dev meşenin altına park ettim.
Eve baktım, sarı mayolarını düşündüm. Amerikan Anti-Doping Ajansı’nın (USADA) yayınladığı ve tüm Fransa Bisiklet Turu unvanlarını elinden alan, aleyhindeki 1000 sayfalık rapordan bir ay sonra, evindeki L şekilli koltukta tüm kurumuyla oturmuş, arkasında yedi sarı mayosu, olanca kendini beğenmişliğiyle poz verdiği bir tweet atmıştı: “Austin’e döndüm; takılıyorum.” 2012 Kasım’ıydı. Yedi ay sonrasında hâlâ aynı küstahlıkta mı çıkacaktı karşıma? Daha anahtarı kontaktan çıkaramadan, darmadağın kıvırcık saçlar altında melek bir yüz belirdi ve iki minnacık el, cama vurdu. Lance’in küçük oğlu Max. Armstrong, ayağında terlikleri, yaralı dizlerine uzanan siyah basketbol şortu ve siyah tişörtüyle hemen arkasındaydı. Gözlerini kapkara bir güneş gözlüğü saklıyordu.
“Juliet’e merhaba de, Max,” dedi Armstrong.
“Meyaba Cu-yet!” dedi Max. Döndü, babasından dondurma
istedi. Armstrong kıkırdadı ki daha önce hiç görmemiştim.
“Tamam, dondurma alabilirsin,” dedi Armstrong. “Bugün
uslu durdun, babacığım.”
Merdivenlerden çıktık; Armstrong kapıda durakladı. Ağaca,
evine, tadını çıkardığı hayata baktı.
“Müthiş yer, değil mi?” dedi.
“Evet,” dedim. “Arayacak mısın?”
Armstrong taşınmak istemiyordu ama mecburdu. Sponsorları, tahmini 75 milyon dolar civarında gelecekteki gelirlerini de alarak Armstrong’u terk etmişlerdi. Açılan davaları kaybetmesi halinde 135 milyon doları aşan bir borcun altında kalacaktı. Kendi deyişiyle “yangının hızını kesmek için” Manhattan’daki kiralık daireyi ve Marfa’daki kiralık evi bırakmıştı. Sırada Austin’deki bu malikâne vardı; kent merkezine yakın, daha mütevazı bir eve taşınacaktı. Aralarında Oakley, Trek Bicycle Corporation, RadioShack ve Nike’ın da bulunduğu sponsorları, Armstrong’u dımdızlak bırakmışlardı. Hepsini hain bellemişti Armstrong. Anlaşma imzaladığında 100 milyon ciro yapan Trek’in 2013’te 1 milyar dolar ciroya ulaştığını söyledi. “Kim sayesinde peki?” dedi. “Bu adamın!” Sağ işaretparmağı göğsündeydi.
“Kusura bakmasınlar ama doğrusu bu. Bensiz hiçbiri olmazdı.” Sponsorları çekip gidince tüm eşyalarını atmıştı. Dallas’taki arkadaşlarından birinin ayağında Armstrong’un ısmarlama yapılmış, siyah dillerinde “Lance” kabartması bulunan sarı Nike ayakkabılarını görme şansınız vardı. Austin’deki bir hayır kurumunun mağazası ağzına kadar Armstrong’un eski Nike giysileri ve Oakley güneş gözlükleriyle doluydu. Misafirhaneyi benim gelişimden bir hafta önce toplayıp götüren nakliyecilerse garajında kalmış markalı ne varsa onlarla yetinmek durumunda kalmışlardı. Siyah Livestrong Nike şapkaları, parlak sarı logolu siyah Nike spor çantalar, Oakley gözlükler ve Armstrong’un desteklediği kanser araştırmaları, kanserin önlenmesi ve kansere karşı eğitime yönelik 2007 tarihli bir Teksas yasa tasarısıyla ilgili “15 Sayılı Önergeye Evet” yazılı kepler…
Armstrong, Dallas’ın yenilikçi banliyösü Plano’dan, dalgalı ve röfleli kestane saçları, sol kulağında altın küpesi, ucu Teksas eyaleti şeklinde gümüş kolyesi ve sahte kimliğiyle sert, dövüşken ve yüzü sivilceli bir ergen olarak 1989’da gelmişti. Armstrong, kendisine kol kanat geren J.T. Neal adlı yerel bir hayırseverin yardımı ve yılda 12.000 dolarlık gelirle 200 dolar kiralı, tek göz bir daire tutmuştu. Dairesini kocaman, siyah bir deri koltuk azmanı, uygun bir sandalye ve şöminenin üzerine astığı, kırmızı, lacivert ve beyaza boyanmış bir Teksas Uzun-Boynuzu’nun kafatasıyla süslemişti.
Ufacık bir daireden muazzam bir malikâneye gidişi, Armstrong’un modern Amerikan azizliğine (en zorlu yarışta dünyanın en büyük bisikletçilerini geride bırakırken canının çektiği tüm kadınlarla birlikte olup üzerine milyonlar kazanmış bir kanser savaşçısı) yükselişini yansıtıyordu. Armstrong evini çok seviyordu. Evin ferahlığına, açık arazisine, yerden tavana uzanan pencerelerine bayılıyordu. Çocuklarının futbol oynadığı yemyeşil bahçesine ve berrak havuzuna (“sınırsız değil, negatif-kenarlı havuz; doğru yaz!”) hayrandı. Evin ardında sıra sıra yükselen İtalyan servileri vardı. Buraya 2006’da Fransa Bisiklet Turu’nu rekor kırarak yedinci defa kazandıktan sonra taşınmıştı. Bir defasında burasının sığınağı olduğunu söylemişti. İçinde “kimse bana bulaşamaz” demişti. Doping yaptığını ortaya çıkarmaya yönelik, neredeyse süreklileşmiş girişimlerden sıyrıldıkça, burada, ana holden önce sola, sonra hemen sağa dönerek açık şaraplığına girebiliyor, bir şişe Tignanella kapıp şansına kadeh kaldırıyordu. Koltuklardan birinin yanı başındaki bir sehpada Armstrong’un uzun mesafeli uçuşlarda tercih ettiği Golfstrim jetinin doksan santimlik bir modeli duruyordu.
Havalanma sırasında arkadaşlarıyla birlikte ayağa kalkıp “sörf ” yaparlarmış bu uçakta. Armstrong uçağı 2012 Aralık’ında, USADA’nın hilelerini ortaya çıkarmasının ardından mahkeme masraflarını karşılamak için 8 milyon dolara satmıştı. Malikânenin ikinci katındaki “sinema odasına” oturduğumuz anda ikiz kızları Grace ile Isabelle içeri daldılar. Onlu yaşların eşiğindeki kızlar adeta hık demiş, sarışın ve güzel anneleri Kristin’in burnundan düşmüşlerdi. Gülümsemeleriyle gümüşi diş telleri ortaya çıkıyordu. İki kardeş, koltuğu trambolin niyetine kullanırken, Isabelle, “Baba!” dedi, “internetteki etekleri aldın mı?” “Aldın mı baba?” dedi Grace. “Yok, daha almadım,” dedi Armstrong. “Bira saatim geldi; siz hanımlardan biri, bir şişe getirir mi acaba? Shiner Brock…” “Shiner Bock!” diye bağırdı Grace. “Bilmiyor musun, bira o! B-O-C-K! Çevir-aç kapak değil!” Birası geldiğinde Armstrong bana döndü ve, “Berbat hayatım bu işte,” dedi. “Berbat.” Evde çocuk olmasını nasıl sevdiğinden bahsetti. Çocuklar saydam ve safmış; madik atamayacak kadar küçükmüşler. İnsanların çıkarları uğruna kendisini kullandığını hissedip hissetmediğini sordum.
“Öyle,” dedi.
“Kim ama?”
“Herkes. Sıraya gir.”
Bir zamanlar odasını sığır kafatasıyla süsleyen oğlan, sanatın kalitelisini ve pahalısını toplayan bir koleksiyoncuya dönüşmüştü. Hassasiyetleri şaşırtıcı ama belirgindi. Eve girdiğinizde on bir buçuğa bir buçukluk bir vitray görüyor, yakından baktığınızda aslında yüzlerce renkli kelebekten yapılma bir tablo –Damien Hirst’ün The Tree of Life– olduğunu anlıyordunuz. Hirst kışkırtıcı yerleştirmeleriyle (mesela bir cam mahfaza içinde, kurtçuk kaynayan kesik bir inek kafası) meşhurdur. 2009’da Armstrong’un bisikletini kelebeklerle bezediğinde Hayvanlara Etik Muamele adlı hayvan hakları grubu, çalışmayı “dehşet verici barbarlık” tanımıyla nitelemişti. Evindeki sanat eserlerini gördükçe Armstrong’un sanat zevki daha bir tuhaf gelmeye başladı. Seçtikleri için karanlık demek, kibarlığa giriyordu; tartışmalı tanımıysa fazla basit kaçardı. Armstrong’un her biri için tek söylediği “feci kıyak”tan öteye gitmiyordu.
Bir de şuna bakın ama: Pek pahalı resmi yemek salonundaki, iki yanında kiliseden gelme kutsal suyla dolu çanakların bulunduğu şöminenin üzerinde, 1987’de plastik bir haçı idrarının içinde çektiği resimle nam salmış fotoğrafçı Andres Serrano’nun Piss and Blood No. VII adlı, kan ve idrarlı bir fotoğrafı asılıydı. Fotoğraf ve yüzlerce kan ve idrar testini geçtiğini iddia eden bir sporcuyla aynı odada bulunmanın ahenkli bir yanı vardı. Armstrong’un derin düşüncelere daldığı yer, loş, koyu tonlarda lambri kaplı çalışma odası, salonun diğer ucundaydı. Köşeye yerleştirdiği masasının tam karşısındaki Fransa Bisiklet Turu ödülleri (altın işlemeli yedi adet mor porselen kupa) duvarda, kitaplığın üzerinde asılıydı.
Her birinin kendi aydınlatması vardı. Masasının solunda ailesiyle, dostlarıyla, sevgilileriyle, takım arkadaşlarıyla yaşadığı kırık ilişkileri yansıttığı düşünülebilecek sanat eserleri… Luis González Palma’ya ait, sarılmış dans eden bir adamla kadının sepya tonlu bir fotoğrafı… Dans etmiyorlar mıydı yoksa? Yakından bakınca sırtlarından çıkan sivrilikler gördüm. Armstrong resim için sadece kasvetli demekle yetindi. Ve bir de İsa’yla ilgili eserler vardı… Masanın sağ yanındaki on yedinci yüzyıl işi, İspanyol menşeli çarmıha geriliş tablosu neredeyse duvarın tamamını kaplıyordu. Altın rengi, parıltılı hareyle çevrili başı yana düşmüş İsa’nın ayakları dibinde dua eden dört kadın… Tablo yıllar önce Armstrong’un İspanya’da, Girona’daki evlerinin içine Katolik eski karısı için yaptırdığı şapelde asılıymış. Kendisi dindar değil; örgütlü dinleri, ikiyüzlülerin bir araya gelmesi olarak gördüğünü söylüyor.
Çalışma odasının dışındaki, merdivene bakan köşede bir başka çarmıha geriliş tasviri vardı. Eserin tam etkisi, çarmıha gerilmiş İsa’nın görünürlük kazandığı belli açılardan anlaşılıyordu sadece. “Bin günahın yükünü tek adam sırtlanmış,” dedi Armstrong. Ama bu çarmıha geriliş tasvirleri önünde bile aslında kendisinden bahsediyordu. Yüzyılın tüm dopingci bisikletçileri arasından kurban seçildiğini yazmamı istiyor ve yapmam gereken buymuş gibi davranıyordu. Çalışma odasındaki sehpaya gitti ve bir heykel aldı: elden dirseğe kadar bir kol. Japon heykeltıraş Haroşi’ye ait bu heykel, preslenmiş kaykay katmanlarından yapılmıştı. Heykelin ortaparmağı havadaydı. “Hayatımın öyküsü aşağı yukarı bu işte,” dedi. Ardından heykeli yüzüme tuttu. Armstrong’un elleri dikkatimi çekti.
Avuçlarında, dediğine göre doktorların yaktığı kistlerden kalma ufak yaralar vardı. Stigmata* geldi aklıma. Gülerek, “Siktir,” dedi. Yedi yıl önce, ilk evliliğinden olan çocuklarına (Luke, Grace ve Isabelle) liseyi büyük meşe ağacının yanındaki evde otururken bitirecekleri sözünü vermiş. Çocuklarına borcuymuş bu. Defalarca Teksas’tan Fransa’ya, Fransa’dan İspanya’ya sürüklemiş çocuklarını. En azından artık bir yere yerleşebileceklermiş.
“Babalarının,” dedi, “bir daha taşınmayacağına söz verdim.” Anneleri Kristin’e altı dakika mesafede oturacak, siyah beyaz aile fotoğraflarıyla çevrili dev mutfak masasının aşinalığına güvenebileceklerdi. Babalarının çoğu gece nerede olduğunu (koltukta, televizyon karşısında, CNN’de Anderson Cooper 3600’yi izlerken) bileceklerdi. Armstrong 2012 yazında büyüyen ailesi için eve yedinci yatak odasını ekletmişti. Malikâne çoktan karargâhına dönüşmüştü. Zarif, sarışın sevgilisi Anna Hansen ve iki çocukları, dört yaşındaki Max ve iki yaşındaki Shirley Temple kopyası Olivia’yla burada oturuyordu. Armstrong ile klanı burada, mutlu ve güvende uzun yıllar yaşamayı planlamıştı.
Ama şimdi nakliyeciler yoldaydı. Tarih, 6 Haziran 2013’tü; Luke’un liseyi bitirmesine beş sene vardı. Sabah bir dizi siyah kamyon kapının önüne gelecek ve kısa kollu gömlekli nakliyeciler kamyonlardan taşacaktı. Eve şimdiden cenaze havası çökmüştü. Nakliyeciler daha önce taba cephesi ve yanık portakal rengi çatısıyla mini-malikâne denebilecek misafirhaneyi boşaltmıştı. 7 Haziran günü, nakliyecilerin evi boşaltışını izlemek üzere bir kez daha gittim. Armstrong’un Fransa Bisiklet Turu kupalarını aydınlatmalı raflarından alıp kabarcıklı yeşil plastiğe sararak mavi kutulara koydular. Nakliyecilerden biri, üzerinde 64 yazan bir kutuya, yedinci ve son Fransa Bisiklet Turu zaferinden sonra Armstrong’un 2005 Discovery Channel ekibiyle yemek masasında çekilmiş, gümüş çerçeveli, 13×18 ölçülerindeki fotoğrafını yerleştirdi. Resimde Armstrong, takım arkadaşları ve takım menajeri Johan Bruyneel yedişer parmak kaldırmıştı. Hepsinin bileklerinde sarı Livestrong bileklikleri vardı. Masa yarısı boş şarap bardaklarıyla doluydu.
Geçmişte kalmış bir hayattı… 64 numaralı kutu, diğerleriyle birlikte kamyona yüklendi. Nakliyecilerin peşinden sinema odasına girdim. Beyaz pamuk eldivenli işçiler, koltuğun arkasında asılı yedi sarı mayoyu aldılar. Dün, Armstrong’la birlikte bu odada otururken aklına bir şey gelmişti. Koltuğa uzanıp mayolar hâlâ duvardayken poz vermek isteyip istemeyeceğimi sormuştu.
“Komik olur,” demişti.
Espriyi anlamamıştım.
Armstrong malikânesini şafaktan önce terk etmişti. 7 Haziran 2013, sabaha karşı 04.15’te Hansen ve beş çocuğuyla arabaya atlayıp yazın ilk kısmını geçirecekleri Hawaii’ye gitmek üzere Austin/Bergstrom Uluslararası Havaalanı’na gitmişlerdi. Armstrong, kurduğu yuvaya dönüp bakmayacağını söylemişti bana. Dediğine bakılırsa duygusallıkla hiç işi olmamıştı. Taşınma sadece hayatının bir kısmının bitip yeni bir kısmının başlaması demekti. Hepsi o, demişti. Ağzından dökülenlere inanıyordu belki. Belki de inanmıyordu. Birkaç gün sonra malikânesinde sadece iki eşyası kalmıştı. Biri, kamyonlara sığmayan 1970 model siyah bir Pontiac’tı. Haddinden fazla kamuya açık bir ilişki yaşayıp kansere yakalanmasından hemen önce terk ettiği şarkıcı Sheryl Crow’un hediyesiydi. Bir başka Armstrong çöküşünü simgeleyen arabanın üzerinde 70.000 dolarlık fiyat etiketi duruyordu. Diğer eşyaysa misafirhanenin salonundaki davul setiydi. Hayatı çökmüş bir erkekten bir başka parça… Yavaş çalın davulu; sessiz öttürün düdüğü… Sete bakarken aklıma, Teksas’ta çalıştığım dönemlerden bildiğim bu şarkının sözleri takıldı:
Götürün beni vadiye, çimi üstüme seriverin,
Genç kovboyum ben, biliyorum hata ettim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı-Biyoğrafi
- Kitap AdıTekerlekli Yalan
- Sayfa Sayısı404
- YazarJuliet Macur
- ISBN9786051980430
- Boyutlar, KapakKarton Kapak,
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2018