Emma Blair, yirmili yaşlarını lise aşkı Jesse’yle geçirmişti. Kendilerine ailelerinin beklentilerinden uzak bir hayat kurmuşlardı. Birlikte dünyayı geziyor, hayatın tadını çıkarıyor, maceraya atılmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. Fakat ilk evlilik yıldönümlerinde tehlikeli bir seyahate çıkan Jesse bir helikopter kazasında kaybolmuştu ve herkes ondan ümidini kesmişti.
Emma ne kadar dirense de biricik aşkının öldüğünü kabullenmek zorundaydı. İşinden ayrılmış, hayatını toparlayabilmek için tekrar memleketine taşınmıştı. Üç yıl sonra da eski bir arkadaşına rastlamış ve her şeye rağmen tekrar âşık olmuştu. Sam’le nişanlandığında, mutluluk için ikinci bir şans yakaladığını hissediyordu.
Ta ki Jesse tekrar ortaya çıkana kadar. Kocası hayattaydı ve bunca yıldır eve, ona dönmeye çalışıyordu. Emma’nın artık hem bir kocası hem de bir nişanlısı vardı. Peki tek gerçek aşkı hangisiydi?
Bu kitap Acton, Massachusetts hakkında.
O yüzden de doğal olarak Boxborough’dan
Andy Bauch’a ithaf edeceğim.
Bir de Rose, Warren, Sally, Bernie, Niko
ve Kaliforniya Encino’dan Zach’e.
Kocam aradığında, ailem ve nişanlımla çıktığımız yemeğin sonlarındayız. Babamın altmış dördüncü yaş günü. Üzerinde en sevdiği kazağı var. İki sene önce ablam Marie’yle birlikte aldığımız avcı yeşili kaşmir kazak. Sanırım biz aldık diye bu kadar seviyor. Peki peki, kaşmir olmasının da etkisi var. Kendimi kandıracak değilim. Annem tiril tiril beyaz bluzu ve bej pantolonuyla babamın yanında oturmuş, tebessümünü bastırmaya çalışıyor. Her an üzerinde mum olan küçük bir pastanın ortaya çıkıp şarkının başlayabileceğinin farkında. Sürprizler konusunda hep çocuk gibi coşkulu olmuştur zaten.
Annemle babam otuz beş yıldır evliler. Birlikte iki çocuk büyütüp bir de kitapçı dükkânını başarıyla işlettiler. İki sevimli torunları var. Kızlarından biri aile işini devralıyor. Gurur duyacakları çok şey var yani. Babam için kutlu bir doğum günü bu. Marie annemin diğer yanında oturuyor ve ben en çok da böyle zamanlarda, ikisi yan yana oturup da aynı yöne baktıklarında birbirlerine ne kadar benzediklerini fark ediyorum. Çikolata rengi saçlar, yeşil gözler, minyon bedenler. Koca bir kıça mahkûm olan benim. Neyse ki kıymetini bilmeye başladım. Yani arka tarafın görkemine ithaf edilmiş bir sürü şarkı var sonuçta ve otuzlu yaşlarım bana şimdiye kadar bir şey öğrettiyse o da özür mözür dilemeden kendim olmayı denemeye hazır olduğum. Adım Emma Blair ve popom var. Otuz bir yaşındayım, 1.67 boyundayım, sarı saçlarım kısa kesim ama biraz uzadılar. Ela gözlerim, sağ elmacıkkemiğimin hemen üzerindeki bir çil kümesi tarafından gölgede bırakılıyor. Babam sık sık Küçükayı’yı seçebildiğini söyleyerek takılır bana.
Geçen hafta nişanlım Sam, bana iki aylık alışveriş masrafından fazlasını bayıldığı yüzüğü verdi. Pembe altından bir yüzüğün üzerinde elmas bir tektaş. İlk nişan yüzüğüm değil ama ilk kez elmas takıyorum. Kendime baktığımda tek görebildiğim o. Babam üçlü bir garson ekibinin üzerinde mum yanan bir dilim pastayla bize doğru geldiğini görünce, “Of, hayır,” diyor. “Yapmayın…” Sahte bir tevazu değil bu. İnsanlar ona şarkı söylediğinde babam kızarır. Annem de babamın ne gördüğünü anlamak için arkasına bakıyor. “Ah, Colin,” diyor. “Neşelen. Bugün senin doğum günün…” Garsonlar aniden sola dönerek başka bir masaya yöneliyor. Belli ki bugün doğan tek kişi babam değil.
Annem olanları görünce toparlamaya çalışıyor. “…işte ben de bu yüzden onlara sana pasta getirmemelerini söyledim,” diyor. “Boş versene,” diyor babam. “Kendini ele verdin.” Garsonlar o masadaki işlerini bitiriyor ve bir müdür başka bir pastayla dışarı çıkıyor. Şimdi hep birlikte bize doğru ilerliyorlar. “Masanın altına saklanmak falan istersen,” diyor Sam, “onlara burada olmadığını söylerim.” Hemen her şeye sevecenlikle bakan o sıcak kahverengi gözleriyle dostane bir yakışıklılığı var Sam’in, ki bence bu yakışıklı olmanın en iyi biçimi olabilir.
Ayrıca komik de. Gerçekten komik. Sam’le çıkmaya başladıktan sonra gülerken oluşan kırışıklıklarımın iyice derinleşmeye başladığını fark ettim. Büyük ihtimalle yaşlanmaya başladığımdan böyle ama daha önce hiç gülmediğim kadar gülmemin de etkisi olduğu hissinden kurtulamıyorum. Bir insanda nezaket ve mizahtan başka ne aranabilir ki? Başka herhangi bir şeyin benim için önemi var mı emin değilim. Pasta geliyor, hepimiz yüksek sesle şarkıyı söylüyoruz ve babam pancar gibi kızarıyor. Sonra garsonlar uzaklaşıyor ve vanilyalı dondurma eklenmiş kocaman bir çikolatalı pasta dilimiyle baş başa kalıyoruz.
Beş kaşık koymuşlar ama babam ânında hepsini topluyor. “Neden bu kadar çok kaşık bıraktılar bilmem. Bana bir tane yeter,” diyor. Annem kaşıklardan birini almak için yanına gidiyor. “Yavaş ol bakalım, Ashley,” diyor babam. “Bütün bu utanca katlandım. Bu pastayı tek başıma yemek hakkım.” “O iş öyle oluyorsa…” diyor Marie. “Önümüzdeki ay benim doğum günüm için de aynı prosedür uygulansın lütfen. Sonuna kadar değer.” Marie diyet kolasını yudumladıktan sonra telefonundan saate bakıyor. Kocası Mike, yeğenlerim Sophia ve Ava’yla birlikte evde. Marie’nin onları bu kadar uzun süre yalnız bıraktığı nadirdir.
“Benim artık kalkmam gerek,” diyor Marie. “Erken ayrıldığım için üzgünüm ama…”
Açıklamasına gerek yok. Annem de babam da onunla kucaklaşmak için ayağa kalkıyor.
O gidince ve babam nihayet hepimizin pastadan yemesine
razı olunca annem, “Aptalca gelecek ama bunu özlüyorum. Sırf
küçük kızlarıma bir an önce kavuşmaya heyecanlandığım için
bir yerlerden erken kalkmayı yani.”
Sırada ne var biliyorum.
Otuz bir yaşındayım ve evlenmek üzereyim. Sırada ne olduğunu tabii ki biliyorum.
“Peki siz ne zaman bir aile kuracağınız üzerine düşündünüz
mü hiç?”
Gözlerimi devirmemek için kendimi tutmam gerekiyor.
“Anne…”
Sam çoktan gülmeye başlamış. Onun böyle bir lüksü var. Sonuçta annem onun sadece fahri annesi.
“Bu konuyu açıyorum çünkü çocuk sahibi olmak için fazla
beklemenin tehlikeleri üzerine her geçen gün yeni araştırmalar
yapılıyor,” diye ekliyor annem.
Zaten acele etmem gerektiğini kanıtlayan çalışmalar her zaman vardır. Öte yandan acele etmemem gerektiğini kanıtlayan çalışmalar da var ve ben, annem Huffington Post’ta ne okursa okusun kendimi ne zaman iyi ve hazır hissedersem o zaman çocuk sahibi olmaya karar verdim.
Neyse ki yüzümdeki ifade geri basmasına neden oluyor. “Neyse, boş verin,” diyor elini havada sallayarak. “Kendi anneme benzedim. Unutun gitsin. Bunu yapmayı bırakacağım.” Babam gülerek kolunu annemin omzuna atıyor. “Pekâlâ,” diyor. “Şeker komasındayım ve eminim Emma ile Sam’in bizimle oturmak yerine yapabilecekleri çok daha iyi şeyler vardır. Hadi hesabı isteyelim.” On beş dakika sonra dördümüz restoranın dışında arabalarımıza doğru ilerliyoruz. Benim üzerimde lacivert, uzun kollu ve bacak kısmı kalın bir örgü elbise var. Serin akşam havasından beni korumaya yetecek bir şey. Üzerime yünlü bir palto almadan dışarı çıkacağım son gecelerden biri bu. Ekim ayının sonları. New England çoktan sonbahara teslim olmuş, mevsimin havası her yeri ele geçirmiş durumda. Yapraklar sarı ve kırmızı, kahverengiye dönüşüp gevrekleşmek üzereler. Sam annemlerin evindeki bahçe temizliğine yardım etmek için bir kez uğradı bile.
Aralık gelip de sıcaklık birdenbire düştü mü Mike’la ikisi annemlerin karlarını küreyecekler. Ama şimdilik hava hâlâ biraz ılık, ben de o yüzden elimden geldiğince tadını çıkarıyorum. Los Angeles’ta yaşarken sıcak gecelerin tadını hiç çıkarmazdım. Sonsuza dek sürecek şeylerin tadını çıkarmazsınız. Massachusetts’a geri dönme nedenlerimden biri de bu. Arabaya doğru hareket ederken cep telefonumun zayıf melodisini duyuyorum. Babamın Sam’in ona birkaç gitar dersi vermesi konusunda takılmasını dinlerken çantamda telefonumu arıyorum. Babamın sinir bozucu bir alışkanlığı var: Sam’in çaldığı tüm enstrümanları öğrenmek istiyor. Sam müzik öğretmeni ya, sanki onun özel müzik öğretmeniymiş gibi davranıyor.
Telefonumu bulmak için çantamı altüst ederek yanıp sönen ve parlayan tek şeyi yakalıyorum. Numarayı tanımıyorum. Alan kodu 808 de pek bir şey uyandırmıyor ama ilgimi çekiyor. Son zamanlarda 978, 857, 508 ya da 617 gibi Boston ve civarına ait kodlar dışında herhangi birinin beni aramak için sebebi yok. Ayrıca yaşadığım yerin alan kodu ne olursa olsun evden arandığımı gösteren tek kod 978 olmuştur hep.
Sydney’de (61 2) bir yıl geçirmiş ve sırt çantasıyla Lizbon’dan (351 21) Napoli’ye (39 081) aylarca gezmiş olabilirim. Balayımı Mumbai’da (91 22) geçirmiş ve yıllarca Santa Monica, Kaliforniya’da (310) mutlu mesut yaşamış olabilirim. Ama “eve” dönmem gerektiğinde, “ev” hep 978’dir. Zaten ne zamandır da buradayım.
Cevap birden kafamda beliriyor. 808 Hawaii’nin kodu. “Alo?” diye açıyorum telefonu. Sam dönüp bana bakıyor ve çok geçmeden annemle babam da aynısını yapıyor. “Emma?” Telefonda duyduğum sesi ne zaman olsa, nerede olsa tanırım ‒ yıllar ama yıllar boyunca her gün sabah akşam benimle konuşan ses bu. Bir daha duyacağımı hiç sanmadığım, şu an duyduğuma bile inanmaya hazır olmadığım bir ses. On yedi yaşımdan beri sevdiğim adam. Helikopteri Pasifik üzerinde bir yerlerde düşünce ve kendisi hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolunca beni dul bırakan adam. Jesse. “Emma,” diyor Jesse. “Benim. Hayattayım. Beni duyabiliyor musun? Eve dönüyorum.”
Belki de herkesin hayatını ikiye bölen bir an vardır. Kendi zaman akışınıza dönüp baktığınızda, bir noktada keskin bir çizgi vardır, sizi ve hayatınızı diğerlerinden daha çok değiştiren bir olay.
“Öncesi” ve “sonrası” yaratan bir an. Belki âşık olduğunuz insanla tanıştığınız ya da hayatınızın tutkusunu anladığınız ya da ilk çocuğunuzu kucağınıza aldığınız andır. Belki muhteşem bir şeydir. Belki trajik bir şey. Ama o şey gerçekleştiği anda anılarınızı renklendirir, hayatınıza bakış açınızı değiştirir ve yaşadığınız her şey birdenbire bir “önce” ya da “sonra” etiketinin altında yer alıyormuş gibi görünür. Benim için bu ânın Jesse’in ölümü olduğunu düşünürdüm. Aşk hikâyemize dair her şey oraya doğru ilerlemiş gibiydi. O andan sonraki her şey de bunun karşılığıydı. Ama şimdi Jesse’nin aslında ölmediğini öğrendim. Ve benim ânımın bu an olduğundan eminim. Bugünden önce olan her şey farklı geliyor artık ve bundan sonra ne olacağına dair hiçbir fikrim yok.
Öncesi
EMMA ILE JESSE
Yahut nasıl aşka düşer ve paramparça olursunuz
Asla erken kalkan biri olmadım. Ama o parlak sabah ışığına duyduğum nefret hiçbir zaman lise yılları boyunca cumartesi günleri saat sekizi on geçeye duyduğum nefret kadar şiddetli olmamıştı. Babam kurulmuş saat gibi kapımı tıklatır ve bana, “Otobüs yarım saate kalkıyor,” derdi. “Otobüs” dediğini kendi Volvo’suydu tabii ve okula falan gitmiyordu. Aile dükkânımıza gidiyordu. Blair Kitabevi, altmışlı yıllarda babamın amcası tarafından tam da hâlâ bulunduğu yerde kurulmuştu. Acton, Massachusetts’taki Great Road’un kuzey kısmında. Bu da yasal olarak bir işe girebilecek yaşa geldiğim andan itibaren her nasılsa hafta içi bazı günler okuldan sonra ve her cumartesi insanların alışverişlerini yazarkasaya işlemek zorunda bırakmıştı beni. Ben cumartesiler için görevlendirilmiştim çünkü Marie pazarları istemişti. Geçen yaz kazandığı parayı biriktirerek hurda, lacivert bir Jeep Cherokee almıştı. Marie’nin Jeep’ine sadece bir kez, o da aldığı günün gecesi binmiştim; keyfi yerinde olduğundan dondurma almak için Kimball Çiftliği’ne giderken beni de davet etmişti. Anne babamız için bir kutu çikolatalı dondurma almış ve ılık yaz havasında arabasının kaportasına rahatça oturup kendi dondurmamızı yerken annemlerinkini erimeye bırakmıştık. Kitabevinden ve annemin patateslerin üzerine sürekli parmesan koymasından yakınmıştık. Marie esrar içtiğini itiraf etmişti. Annemle babama söylemeyeceğime söz vermiştim. Sonra bana hiç öpüşüp öpüşmediğimi sormuştu, ben de cevap yüzümden okunacak diye korkarak başımı çevirip başka tarafa bakmıştım. “Sorun değil,” demişti. “Birçok kişi liseye gelmeden ilk öpücük olayını hallediyor.” Asker yeşili bir şort ve lacivert bir gömlek giymişti, köprücükkemiklerinden aşağı, sutyeninin içine doğru altından iki ince kolye sarkıyordu.
Gömleklerini hiçbir zaman sonuna kadar iliklemezdi. Her zaman umduğunuzdan daha aşağıda bir düğme açık kalırdı. “Evet,” demiştim. “Biliyorum.” Ama onun, “Benim ilk öpücüğüm de liseden önceydi,” demediğini de fark etmiştim. Elbette bu aslında duymayı istediğim şeydi. Başkalarına benzememek değildi beni endişelendiren. Ona benzememekti. Marie naneni çikolatalı dondurmasının kalanını atarken, “İlk senene başladığında işler düzelecek,” dedi. “Güven bana.” O an, o gece, bana söyleyeceği her şeye inanırdım. Ama o akşam ablamla ilişkimiz için bir istisnaydı, yalnızca bir arada olan iki insan arasında nadiren görülen bir yakınlık ânıydı. Lisedeki ilk yılım başlayıp da her gün onunla aynı binada olunca, geceleri evin ve gündüzleri de okulun koridorlarında birbirimizin yanından ateşkes yapmış düşmanlar gibi geçip gitmek gibi bir alışkanlık edindik.
Dolayısıyla, dokuzuncu sınıfın baharında, bir cumartesi sabahı saat sekizi on geçe uyanıp da Blair Kitabevi’ndeki vardiyama gitmek zorunda olmadığımı öğrenince yaşadığım şaşkınlığı hayal edebilirsiniz. “Marie seni yeni bir kot almaya götürecek,” dedi annem. “Bugün mü?” diye sordum doğrulup gözlerimi ovuşturarak. Bir yandan da acaba bu biraz daha uyuyabileceğim anlamına mı geliyor diye merak ediyordum. “Evet, alışveriş merkezine,” diye ekledi annem. “Beğendiğini al, benden. Tezgâhın üzerine elli dolar bıraktım. Ama daha fazla tutarsa kendin karşılarsın.” Yeni bir kota ihtiyacım vardı çünkü eskilerinin üzerinde delikler açmıştım. Aslında her Noel’de yeni bir pantolon alınırdı bana ama ne istediğim konusunda o kadar net, nasıl görünmesi gerektiği konusunda o kadar nevrotiktim ki annem vazgeçmişti.
İki kez alışveriş merkezine gidip bir saat sonra çıkmıştık ve annem rahatsızlığını gizlemek için elinden geleni yapmıştı. Bu benim için yeni bir tecrübeydi. Annem hep yanı başımda olmak ister, bütün çocukluğuma eşlik etmek için çırpınırdı. Ama sonunda, bir şekilde o kadar sinir bozucu birine dönüşmüştüm ki beni bir başkasına havale etmeye can atıyordu. Hem de bir cumartesi günü. “Kasada kim duracak?” dedim. Ağzımdan çıktığı an sorduğuma pişman oldum. Birden iyi bir şeyi mahvettim diye gerildim. Sadece, “Peki,” deyip geri çekilmem, onu ürkütmemem gerekiyordu.
“İşe aldığımız yeni çocuk Sam,” dedi annem. “Sorun değil. Ekstra mesaiye ihtiyacı var.” Sam bizim okulda ikinci sınıftaydı. Aslında birini aramadığımız hâlde bir gün dükkâna dalıp, “Bir başvuru formu doldurabilir miyim?” demişti. Üstelik tüm gençler caddenin aşağısındaki CD dükkânında çalışmak isterken. Annemle babam onu hemen işe almışlardı. Epey tatlı bir çocuktu uzun boylu, zayıf, yanık tenli ve koyu kahverengi gözlü ve neşesi hep yerindeydi ama Marie’nin bir keresinde ondan “sevimli” diye bahsettiğini duyunca birden çocuğu sevemez oldum.
Ablamın sevdiği herhangi bir şeyi sevmeyi yediremiyordum kendime. Kabul etmem gerekirse bu düşünce tarzı arkadaş çevremi ciddi ölçüde kısıtlamaya başlamış ve sürdürülemez bir hâl almıştı. Marie herkesi severdi ve herkes de Marie’yi severdi. O Altın Çocuk’tu, ailemizin gözdesi olmaya yazgılıydı. Arkadaşım Olive ona arkasından hep “Kitapçıların Kızı” derdi çünkü ablam, anne babası kitabevi işleten tipte bir kıza benziyordu, sanki böyle bir şablon varmış ve Marie de tüm sembollerini onur nişanı misali taşıyormuş gibi. Yetişkin kitapları okuyor, şiir yazıyor ve film yıldızları yerine kurgusal karakterlere âşık oluyordu ve bu da Olive’le kusmak istememize neden oluyordu.
Marie benim yaşımdayken seçmeli ders olarak yaratıcı yazım dersi almış ve “yazar olmak” istediğine karar vermişti. Buradaki tırnak işaretleri mühim zira ablamın yazdığı tek şey, katilin ana karakterin kardeşi Emily çıktığı dokuz sayfalık bir cinayet hikâyesiydi. Okumuştum ve ben bile çöp olduğunu anlayabiliyordum ama Marie bunu okul gazetesine gönderdi ve oradakiler hikâyeyi o kadar sevdi ki dokuz haftalık bahar dönemi boyunca tefrika hâlinde yayınladılar. Hem tüm bunları yapıp hem de okuldaki en popüler kızlardan biri olmayı başarabilmesi her şeyi daha da kötüleştiriyordu.
Yeterince güzelseniz, güzel şeyler sizi bulur temsili gibi bir şeydi. Bu arada bense kütüphanede el altından Edebiyat 1 için ödev verilen tüm kitapların CliffNotes* sayfalarını okuyordum. Odamda annemle babamın bana hediye olarak verdiği bir roman yığını vardı ve kapaklarını açmayı bile reddetmiştim. Ben müzik kliplerini, NBC’nin perşembeleri yayınlanan Mutlaka İzlenmeli yayın akışını ve Lilith Festivali’nde sahne alan tüm o kadınları izlemeyi seviyordum. Sıkıldığımda annemin eski Travel+Leisure sayılarını gözden geçirir, içinden fotoğraflar yırtıp duvarıma yapıştırırdım. Yatağımın yukarısındaki alan Keanu Reeves’in dergi kapağı pozları, Tori Amos albümlerinin kartonetleri ve İtalyan Riviera’sı ile Fransız kırsallarının dergilerden kesilmiş fotoğraflarıyla dolu bir kaleydoskopu andırıyordu.
Ve kimse, tekrarlıyorum, kimse beni popüler bir çocukla karıştırmazdı. Annemler hep hemşirenin hastanede onlara yanlış çocuk verdiğini söyleyerek takılırlardı ve ben de her seferinde buna gülerdim ama birkaç kez annemle babamın çocukluk resimlerine, sonra da aynada kendime baktığım, benzerlikleri saydığım ve kendime onların çocuğu olduğumu hatırlattığım olmuştu.
“Peki, harika,” dedim anneme. Ablamla vakit geçirmekten
çok işe gitmek zorunda olmadığım için heyecanlıydım. “Ne zaman çıkıyoruz?”
“Bilmem,” dedi annem. “Marie’yle konuş. Ben dükkâna gidiyorum. Akşam yemeğinde görüşürüz. Seni seviyorum, tatlım.
Güzel bir gün geçir.”
Annem kapımı kapayınca hevesle tekrar yatağa uzandım,
fazladan uykunun her dakikasının keyfini çıkarmaya hazırdım.
Saat on biri biraz geçerken Marie odama daldı ve “Hadi, gidiyoruz,” dedi.
Üç mağazaya gittik ve on iki pantolon denedim. Kimi çuval
gibiydi, kimi çok dardı, kiminin de beli çok yüksekti.
On ikinci pantolonu denedim ve kabinden çıktığımda
Marie’nin bıkkın ve sıkılmış bakışlarıyla karşılaştım.
“Güzel görünüyor işte, al gitsin,” dedi. Onun kıyafetleri tepeden tırmana Abercrombie&Fitch’ti. Milenyumun başlarıydı.
Bütün New England tepeden tırnağa Abercrombie&Fitch giyiyordu.
“Popo kısmı garip duruyor,” dedim tamamen hareketsiz durarak.
Marie sanki bir şey beklermiş gibi gözlerini bana dikti.
“Poponun garip durup durmadığını görmem için dönmeyi
düşünüyor musun?” dedi sonunda.
Döndüm.
“Altında bez varmış gibi duruyor,” dedi.
“Ben de onu diyorum işte.”
Marie gözlerini devirdi. “Bekle.” Parmağını havada çevirerek
kabine geri dönmemi işaret etti. Ben de dediğini yaptım.
Kapının üzerinden soluk, düz kesim bir pantolon attığında
son denediğimi yeni çıkarmıştım.
“Bunu dene,” dedi. “Joelle bunlardan giyiyor ve seninki gibi
koca bir kıçı var.”
“Çok sağ ol,” dedim pantolonu kapıdan alırken.
“Sadece yardımcı olmaya çalışıyorum,” dedi ve ardındansanki o artık ilgilenmediği için konuşmamız sona ermiş gibi ayaklarının uzaklaştığını gördüm. Fermuarı açıp içine girdim. Kalçamın üzerine doğru iyice çekmem ve düğmesi kapansın diye ne var ne yok içime çekmem gerekmişti. Dimdik durdum ve aynada kendime baktım, çeşitli pozlar verdim, arkadan nasıl göründüğüme bakmak için başımı çevirdim.
Popom günden güne şekilleniyordu, memelerimse hiç gelişmiyor gibiydi. Annemin Glamour dergilerini, buna “armut tipi vücut” dendiğini bilecek kadar okumuştum. Karnım dümdüzdü ama kalçalarım genişliyordu. Olive’in aldığı kilolar doğruca memelerine ve göbeğine giderdi ve acaba o tip bir vücudu mu tercih ederdim diye düşünüyordum. Elma tipi vücut. Ama dürüst olmam gerekirse asıl istediğim, annemden Marie’ye geçen tipti. Ortalama bir popo, ortalama memeler, kahverengi saçlar, yeşil gözler ve gür kirpikler.
Oysa ben babamın renklerini almıştım saçlar ne tam sarı ne de tam koyu, gözler kahverengiyle yeşil arası bir şey ve vücut tipim de tamamen kendime hastı. Bir keresinde anneme kısa, kalın bacaklarımı nereden aldığımı sormuştum da sanki bana söyleyip söyleyebileceği en kötü şey bu değilmiş gibi, “Aslına bakarsan hiç bilmiyorum,” demişti. Görünüşümde sevdiğim tek bir şey vardı. Çillerim; sağ gözümün altında toplanmış o küçük, koyu benekler. Çocukluğumda annem beni yatırırken parmağıyla noktaları birleştirirdi. Çillerimi seviyor ve popomdan nefret ediyordum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin
- Kitap AdıTek Gerçek Aşklar
- Sayfa Sayısı312
- YazarTaylor Jenkins Reid
- ISBN9786258387742
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İspanyol Aşk Aldatmacası ~ Elena Armas
İspanyol Aşk Aldatmacası
Elena Armas
New York Times, Usa Today, Sunday Times, Globe&Mail Ve Irish Times çok satanı. Bir düğün. İspanya’ya bir seyahat. Dünyanın en sinir bozucu adamı.. Ve...
- Hasbüyü ~ Terry Pratchett
Hasbüyü
Terry Pratchett
“Başka herkesi yendikten sonra, geriye savaşacak yalnızca tanrılar kalır,” dedi Coin. “Aranızda tanrıları gören var mı?” Tereddütlü inkârlar yükseldi. “Size onları göstereceğim.” Yakın geçmişte,...
- Romanovlar’ın Son Evi ~ John Boyne
Romanovlar’ın Son Evi
John Boyne
“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır....