KORKTUĞUNU BİLİYORUM. AMA ŞUNU UNUTMA Kİ AŞK HER KORKUDAN GÜÇLÜDÜR. AŞK BENİ KURTARDI VE SENİ DE KURTARACAĞINI BİLİYORUM
Maggie Dawes ünlü bir seyahat fotoğrafçısıdır. Hayatı, New York’ta başarılı bir galeri işletmek ve dünyanın dört bir yanındaki yerleri fotoğraflamak arasında geçmektedir. Ancak bu yıl Noel’de kendisini sarsıcı bir tıbbi teşhisle başa çıkmaya çalışırken bulur. Bu süreçte ona destek olan genç asistanı ile giderek yakınlaşan Maggie, yıllar önce hayatını değiştiren büyük sırrı ona anlatmaya başlar. Kuzey Karolina’nın ücra bir köyünde geçen soğuk bir kış ve sımsıcak bir aşk ile örülü bu hikâyenin varacağı yer ikisini de çok şaşırtacaktır…
Noel Sezonu
Manhattan
2019 Aralık
Her aralık ayında Manhattan, Maggie’nin hiç tanımadığı bir şehre dönüşürdü. Turistler Broadway’deki gösterilere akın eder, Midtown’daki büyük mağazaların önündeki kaldırımları doldurup ağır akan bir yaya nehri oluştururdu. Butikler ve restoranlar poşetli müşterilerle dolup taşar, görünmez hoparlörlerden Noel müziği süzülür, otel lobileri süslemelerle ışıldardı. Rockefeller Center’daki Noel ağacı rengârenk ışıklandırmaların ve binlerce iPhone’un flaşıyla aydınlanırdı ve normal zamanlarda bile akmayan şehir trafiği bu dönemde öyle sıkışık olurdu ki yürüyerek taksiden daha hızlı gidebilirdiniz. Ama onun da kendine göre zorlukları vardı; binalar arasından sıkça esen dondurucu rüzgâr yüzünden termal iç çamaşırları ve kat kat müflon giymeniz, paltonuzun fermuarını yakanıza kadar çekmeniz gerekirdi.
Kendini seyahat tutkusuyla yanıp tutuşan, özgürlüğüne düşkün biri olarak tanımlayan Maggie Dawes, bak ne güzel kartpostalı tarzında da olsa New York Noel’i fikrini her zaman sevmişti. Aslında New Yorkluların çoğu gibi o da tatil dönemlerinde Midtown’dan uzak durmak için elinden geleni yapıyordu. Oraya gitmektense ya Chelsea’deki evinin civarında kalıyor ya da daha sık yaptığı gibi sıcak iklimlere kaçıyordu. Bir seyahat fotoğrafçısı olarak kendini bazen New Yorkludan çok, şehirde daimi adresi olan bir göçebe gibi görüyordu. Komodininin çekmecesindeki deftere hâlâ ziyaret etmek istediği yüzden fazla yeri listelemişti ve bazıları öyle ücra bir köşede ya da uzaktaydı ki oralara ulaşmak bile çok zordu.
Yirmi yıl önce üniversiteyi bıraktığından beri, seyahatleri sayesinde bazı yerlerin üzerini çizse de hayal gücünü harekete geçiren yerleri not edip listeye yeni yerler eklemişti. Omzuna astığı kamerasıyla bütün kıtaları, seksen ikiden fazla ülkeyi ve elli eyaletten kırk üçünü gezmişti. Botswana’da Okavango Deltası’ndaki vahşi yaşam görüntülerinden Laponya’da Kuzey Işıkları karelerine kadar on binlerce fotoğraf çekmişti. İnka Yolu’nu geçerken, Namibya’daki İskelet Sahili’nde ve Timbuktu harabeleri arasında çekilmiş fotoğrafları vardı. On iki yıl önce tüplü dalış yapmayı öğrenmişti ve on gününü Raja Ampat’taki deniz yaşamını kaydetmekle geçirmiş; dört yıl önce Himalayaların panoramik manzarasıyla Bhutan’da bir uçurumun kenarına inşa edilmiş Budist manastırı Paro Taktsang’a, yani Kaplan Yuvası’na gitmişti.
İnsanlar yaşadığı maceralara genelde hayret ediyordu ama o macera’nın, hepsi iyi olmasa da sayısız çağrışımlarla dolu bir kelime olduğunu öğrenmişti. Onu daha egzotik yerlere gitmekten alıkoyup genelde galerisine ya da Batı On Dokuzuncu Cadde’deki iki yatak odalı küçük dairesine hapseden şu anki macerası –Instagram takipçilerine ve YouTube abonelerine durumunu zaman zaman bu kelimelerle ifade ederdi– buna tipik bir örnekti. Ara sıra intihar fikrini aklına getirenle aynı macera. Ah, gerçekten yapacak değildi. Düşüncesi bile onu dehşete düşürüyordu ve YouTube’a yüklediği videolardan birinde bunu itiraf etmişti. On yıl boyunca videoları, fotoğrafçıların gönderilerine göre fazlasıyla sıradandı; fotoğraf çekerken karar verme sürecini anlatmış, Photoshop’la ilgili çok sayıda bilgi paylaşmış, ayda genelde iki ya da üç paylaşımda bulunup yeni kameralar ve aksesuarları incelemişti. Instagram gönderilerine, Facebook sayfalarına ve internet sitesindeki internet günlüğüne ek olarak bu YouTube videoları, fotoğraf meraklıları arasında popülerliğini koruyor, ona da itibar sağlıyordu.
Ancak üç buçuk yıl önce anlık bir hevesle YouTube kanalına fotoğrafçılıkla ilgisi olmayan, kendisine konan son teşhis hakkında bir video yüklemişti. IV. evre melanom olduğunu öğrendiğinde aniden hissettiği korku ve belirsizliğin tutarsız, filtresiz bir açıklaması olan videoyu aslında hiç yayınlamamalıydı. Ama internetin boşluklarından kendisine yalnız bir ses olarak yankılanacağını sandığı şey, başkalarının dikkatini çekmeyi başarmıştı. Neden ve nasıl olduğunu bilemese de şimdiye kadar yayınladığı bütün videolar içinde bu video önce küçük bir damla gibi düştü, sonra sabit bir akışa dönüştü ve sonunda onu ve fotoğrafçı olarak yaptığı işi daha önce duymayan insanlardan bir dizi görüş, yorum, soru ve olumlu oy topladı. Yaşadığı kötü durumdan etkilenenlere cevap vermesi gerektiğini hissederek, teşhisiyle ilgili çok daha ilgi gören başka bir video yayınladı. O zamandan beri neredeyse ayda bir aynı şekilde video yayınlamaya devam etti çünkü devam etmekten başka seçeneği olmadığını hissediyordu. Son üç yılda, gördüğü çeşitli tedavileri ve bunların onu nasıl hissettirdiğini anlatmıştı; hatta bazen ameliyat yaralarını bile sergiliyordu.
Radyasyon yanıkları, mide bulantısı ve saç dökülmesinden bahsediyor, hayatın anlamını açıkça sorguluyordu. Ölüm korkusu hakkında fikirlerini söylüyor, ölümden sonra bir yaşam olasılığı hakkında spekülasyonda bulunuyordu. Bunlar ciddi konulardı ama böylesine sefil bir konudan bahsederek kendi depresyonunu savuştururken, videoları olabildiğince hafif tonda tutmaya çalıştı. Bu kadar ilgi görmelerinin bir nedeni de buydu belki ama kim bilebilirdi ki? Kesin olan tek şey, gönülsüzce de olsa, umutla başlayıp tek bir kaçınılmaz sona odaklanmak için yavaş yavaş daralan kendi gerçeğini konu alan web dizisinin yıldızı olacağıydı. Hatta –belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde– büyük final yaklaştıkça izleyici sayısı daha da artıyordu.
İlk Kanser Videosu’nda –Gerçek Videolar’ının aksine zihninde onlara böyle diyordu– sırıtarak kameraya bakıp “Başta bundan nefret ettim. Zamanla alıştım” dedi. Hastalığı hakkında espri yapmanın muhtemelen tatsız olacağını biliyordu ama bütün bu olanlar çok saçmaydı. “Neden ben?” diye soruyordu. O zaman otuz altı yaşındaydı, düzenli spor yapıyor, sağlıklı besleniyordu. Ailesinde kanser öyküsü yoktu. Bulutlu Seattle’da büyümüş, güneşlenmeye olanak tanımayan Manhattan’da yaşamıştı. Hayatında solaryuma gitmemişti. Her şey çok anlamsızdı ama kanserle ilgili asıl mesele de bu değil miydi? Kanser ayrımcılık yapmıyordu; şanssız olanın başına geliyordu ve bir süre sonra “Neden ben olmayayım ki?” diye sormanın daha iyi olacağı sonucuna vardı. O özel değildi; hayatının o noktasına kadar kendini ilginç, zeki, hatta güzel bulduğu zamanlar olmuştu ama özel kelimesi hiç aklına gelmemişti. Teşhis konduğunda sağlığının mükemmel olduğuna yemin edebilirdi. Bir ay önce Condé Nast’ın fotoğraf çekimleri için Maldivler’deki Vaadhoo Adası’na gitmişti. Okyanus dalgalarının birer yıldız gibi içeriden aydınlatılmışçasına parlamasını sağlayan, denizin hemen açıklarındaki biyoluminesansı yakalama ümidiyle oraya gitmişti. O tayfsal, muhteşem ışığı yaratan deniz planktonuydu ve kişisel kullanım için, hatta belki galerisinde satmak üzere birkaç kare çekmeye ekstra zaman harcamıştı.
Öğleden sonra elinde kamerasıyla otelin yakınında, genellikle de boş bir kumsalda keşif yapıyor, akşam saatlerinde çekmeyi hedeflediği kareyi zihninde canlandırmaya çalışıyordu. Kıyı şeridinin görüntüsünü yakalamak istiyordu –ön planda bir kaya olabilirdi belki– gökyüzü ve tabii ki dalgalar tam tepedeyken. Farklı açılardan ve farklı yerlerden farklı çekimler yaparak bir saatten fazla zaman harcadığı sırada el ele tutuşmuş bir çift yanından geçmişti. Kendini işine o kadar kaptırmıştı ki onları zar zor fark etti. Birkaç dakika sonra açıklardaki dalgaların kırıldığı çizgiyi vizöründen izlerken arkasındaki kadının sesini duydu. İngilizce konuşuyordu ama Alman aksanı belirgindi.
“Affedersiniz” dedi kadın. “Meşgul olduğunuzun farkındayım ve sizi rahatsız ettiğim için de kusura bakmayın.” Maggie kamerasını indirdi. “Evet?” “Nasıl söylesem bilmiyorum ama omzunuzdaki şu siyah beni muayene ettirdiniz mi?” Maggie kaşlarını çatıp mayosunun askıları arasında kadının bahsettiği beni görmeye çalıştı ama başaramadı. “Orada siyah bir ben olduğunun farkında değildim…” Kadına şaşkınlıkla baktı. “Ama sizin ilginizi neden çekti?” Elli yaşlarındaki kısa kır saçlı kadın başını aşağı yukarı salladı. “Kendimi tanıtsam iyi olacak sanırım. Ben Doktor Sabine Kessel” dedi. “Münih’te dermatoloğum. O ben anormal görünüyor.” Maggie gözlerini kırpıştırdı. “Kanser mi yani?” “Bilmiyorum” dedi kadın temkinli bir ifadeyle. “Ama yerinde olsam bir an önce muayene ettirirdim. Önemsiz bir şey de olabilir elbette.” Doktor Kessel’in ama ciddi bir şey de olabilir, diye eklemesine gerek yoktu.
Çekimde istediği sonuca ulaşması beş gece sürse de dosyalar Maggie için tatmin ediciydi. Dijital post prodüksiyonda üzerlerinde yoğun bir çalışma yapacaktı –son zamanlarda fotoğrafçılıktaki gerçek sanat neredeyse her zaman post prodüksiyonda ortaya çıkıyordu– ama sonucun muhteşem olacağını zaten biliyordu. Bu arada endişelenmemeye çalışsa da şehre döndükten dört gün sonra Yukarı Doğu Yakası’ndan dermatolog Doktor Snehal Khatri’den bir randevu almıştı. 2016 yılının temmuz ayı başlarında bene biyopsi yapıldı ve daha sonra Meggie’den ek testler istendi. Aynı ayın ilerleyen günlerinde Memorial Sloan Kettering Hastanesi’nde MR ve PET taramaları yaptırdı. Sonuçlar geldiğinde Doktor Khatri onu muayene odasına oturttu ve IV. evre melanom olduğunu alçak sesle ve ciddiyetle ona açıkladı. Aynı günün ilerleyen saatlerinde, onu izleyecek olan Leslie Brodigan adlı onkolog ile tanıştırıldı. Bu görüşmelerin ardından Maggie internette kendi araştırmasını yaptı.
Doktor Brodigan ona, bireysel olarak sonuçlara bakıldığında genel istatistiklerin pek bir şey ifade etmediğini söylemiş olsa da Maggie rakamlara takılmadan edemedi. IV. evre melanom teşhisi konanların beş yıl sonra hayatta kalma oranı yüzde on beşten azdı. Maggie yaşadığı şaşkınlıkla, ertesi gün ilk Kanser Videosunu yaptı.
İkinci randevusunda, Doktor Brodigan –sağlıklı teriminin adeta simgesi gibi görünen masmavi gözlü bir sarışın– durumuyla ilgili her şeyi tekrar anlattı çünkü tüm süreç o kadar bunaltıcıydı ki Maggie ilk görüşmelerinin sadece küçük bir bölümünü hatırlıyordu. Aslında IV. evre melanom, kanserin sadece uzak lenf bezlerine değil, başka organlarına da, örneğin onun durumunda karaciğerine ve midesine metastaz yaptığı anlamına geliyordu. MR ve PET taramaları kanserli tümörlerin piknik masasındaki yiyecekleri silip süpüren karınca ordusu misali vücudunun sağlıklı kısımlarını istila ettiğini tespit etmişti. Uzun sözün kısası: Sonraki üç buçuk yıl, ara sıra karanlık kaygı tünellerini aydınlatan umudun ışıldadığı, tedavi ve iyileşmenin belirsiz olduğu bir dönemdi. Enfekte olan lenf bezlerinden, karaciğerindeki ve midesindeki metastazlardan kurtulmak için ameliyat oldu. Ameliyatın ardından ışın tedavisi geldi ki cildini yer yer karartan, ameliyathanede aldığı yaralarla uyumlu izler bırakan dayanılmaz bir süreçti bu da. IV. evrede olanlar için bile farklı tedavi seçenekleri sunan farklı melanom türleri olduğunu öğrendi. Onun tedavi seçeneği birkaç yıl işe yarayan ama sonunda işe yaramayan immünoterapiydi. Sonunda geçen nisan ayında kemoterapiye başlamış, tedavi aylar sürmüş ve kendisini kötü hissettirdiği için bu süreçten nefret etse de işe yarayacağına inanmıştı. Her yerini mahvettiğine göre nasıl olur da işe yaramazdı? Bu günlerde aynada kendini zar zor tanıyordu. Yemekler hemen her zaman ya çok acıya da çok tuzlu geliyordu, bu da yemeyi zorlaştırıyordu ve zaten narin olan bedeninden on kilodan fazlası da eksilmişti. Oval şekilli kahverengi gözleri şimdi çökmüş, elmacık kemiklerinin üzerinde kocaman görünüyordu; yüzü kafatasına gerilmiş bir deri gibiydi.
Her zaman üşüyordu ve aşırı sıcak dairesinde bile kalın kazaklar giyiyordu. Koyu kahverengi saçları dökülmüştü ama şimdi bir bebeğinkiler kadar ince ve eskisinden açık renkli saç telleri yavaş yavaş uzamaya başlamıştı; neredeyse her zaman başını bir şalla sarıyor ya da şapka takıyordu. Boynu o kadar cılız ve kırılgan olmuştu ki aynada onu görmemek için hep atkı takıyordu.
Bir aydan biraz daha uzun bir süre önce, kasım ayı başlarında yine bilgisayarlı tomografi ve PET taramasından geçmişti ve aralık ayında Doktor Brodigan ile tekrar görüşmüştü. Doktor ona şefkatle baksa da her zamankinden daha sakindi. Bu görüşmede Maggie’ye, üç yıldan fazla süren tedavinin hastalığı zaman zaman yavaşlattığını, ancak ilerlemesinin hiçbir zaman tam olarak durmadığını söylemişti. Maggie diğer tedavi seçeneklerini sorduğunda doktor, Maggie’nin geriye kalan yaşamının kalitesine dikkat çekmişti. Maggie’ye öleceğini bu yolla söylemişti.
Maggie galeriyi dokuz yıldan uzun bir süre önce, mekânın büyük kısmını dev ve eklektik heykelleri için kullanan Trinity adlı başka bir sanatçıyla birlikte açmıştı. Trinity’nin gerçek ismi Fred Marshburn’dü ve Maggie’nin nadiren katıldığı türden bir etkinlikte, başka bir sanatçının sergi açılışında tanışmışlardı. Trinity o zamanlar zaten fazlasıyla başarılıydı ve uzun zamandır kendi galerisini açmayı düşünüyordu; aslında galeriyi yönetmek gibi bir isteği yoktu ve orada zaman geçirmek de istemiyordu. Sırf uyuştukları ve Maggie’nin fotoğrafları onun eserleriyle asla rekabet etmediği için sonunda bir anlaşma yapmışlardı. Maggie galerideki işleri yönetmesi karşılığında mütevazı bir maaş alacak, kendi eserlerinden bir seçki de sergileyebilecekti. O zamanlar önemli olan Trinity’nin ona ödeyeceği paradan çok elde edeceği prestijdi; insanlara kendi galerisi olduğunu söyleyebilirdi! İlk bir-iki yılda Maggie sadece birkaç baskı satabildi.
Maggie o sıralar hâlâ yoğun bir şekilde seyahat ettiğinden –yılda ortalama yüz günden fazla– galerinin günlük işleyişiyle Luanne Sommers adında bir kadın ilgileniyordu. Maggie onu işe aldığında Luanne yetişkin çocukları olan boşanmış, zengin bir kadındı. Deneyimi, bir amatörün koleksiyon tutkusu ve Neiman Marcus’ta kelepir şeyler bulma konusundaki ustalığıyla sınırlıydı. Artı yanları da vardı; şık, sorumluluk sahibi, vicdanlı ve öğrenmeye hevesliydi ve asgari ücretten biraz fazla kazanmayı sorun etmiyordu. Kendi ifadesiyle, nafakası lüks bir yaşam sürmesine yetiyordu ama bir kadının delirmeden yiyebileceği çok fazla öğle yemeği vardı. Luanne satış konusunda doğuştan yetenekliydi.
Maggie başta ona bütün baskılarının teknik detaylarını ve ayrıca alıcılara genelde görüntünün kendisi kadar ilginç gelen her çekimin ardındaki hikâyeyi anlatmıştı. Trinity’nin hurdalıklardan topladığı eşyalar, geyik boynuzları, turşu kavanozları ve tenekelerin yanı sıra tuval, metal, plastik, yapıştırıcı ve boya gibi çeşitli malzemelerle yaptığı heykelleri, ateşli sohbetlere ilham verecek kadar orijinaldi. O zaten yeterince seviliyordu ve eserleri afallatıcı fiyatlarına rağmen her zaman ilgi görüyordu. Ancak galeride çok fazla konuk sanatçının tanıtımına yer verilmediği ya da ön plana çıkartılmadıkları için işler sakindi. Binaya sadece birkaç kişinin girdiği günler oluyordu ve yılın son üç haftasında galeriyi kapatabilmişlerdi. Maggie, Trinity ve Luanne açısından uzun süredir iyi işleyen bir düzenlemeydi bu.
Ancak bütün bunları değiştiren iki şey oldu. Öncelikle Maggie’nin Kanser Videoları yeni insanları galeriye çekti. Her zamanki deneyimli çağdaş sanat veya fotoğraf meraklıları değil, Tennessee ve Ohio gibi yerlerden gelen turistler, Maggie’yle aralarında bir bağ hissettikleri için Instagram ve YouTube’da onu takip eden insanlardı bunlar. Bazıları onun fotoğrafçılığının gerçek hayranı olmuştu ancak birçoğu sadece onunla tanışmak ya da hatıra olsun diye imzalı baskılarından birini satın almak istiyordu. Ülkenin dört bir yanından gelen siparişlerle telefonlar susmuyor, internet sitesine ek siparişler yağıyordu. Maggie ve Luanne’nin ayakta durabilmek için yapabildikleri tek şey buydu ve geçen yıl, kalabalık gelmeye devam ettiği için, galeriyi tatilde de açık tutmaya karar vermişlerdi. Sonra Maggie yakında kemoterapiye başlaması gerektiğini öğrendi ki bu da galerideki işlere aylarca yardım edemeyeceği anlamına geliyordu. İşe birini daha almaları gerekiyordu ve Maggie konuyu Trinity’ye açtığında o da hemen kabul etti. Şansa bakın ki ertesi gün Mark Price adında genç bir adam galeriye girdi ve Maggie’yle konuşmak istedi. O sıralar gerçek olamayacak kadar iyi bir şeydi bu onun için.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTek Dileğim
- Sayfa Sayısı 336
- YazarNicholas Sparks
- ISBN9786258492118
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yalancı Vâris ~ Holly Black
Yalancı Vâris
Holly Black
Kaçak bir kraliçe. Gönülsüz bir prens. Yıkıcı bir arayış. Yılan Savaşı’nın üzerinden sekiz yıl geçti. Ancak kuzeyde, Dişler Sarayı’ndan Leydi Nore, Buz İğnesi Kalesi’ni...
- Aşk Yeniden ~ Rachel Gibson
Aşk Yeniden
Rachel Gibson
Hayallerinin peşinden koşmaya ara vermiş güzel bir kadın. Yeni başlangıçlar için güç toplamaya çalışan yakışıklı bir erkek. Chelsea Ross’un oyunculuk kariyeri talihsizliklerle doludur. Renkli...
- Gecenin Çobanları ~ Jorge Amado
Gecenin Çobanları
Jorge Amado
“Sınırsız otlağımızda susuzluğu ve açlığı, yalvarışlarla hıçkırıkları, acıların tortusunu ve umudun goncalarını, aşk çığlıklarını ve acı çekenlerin anlaşılmaz sözlerini devşirerek ilerliyoruz ve bunlardan kan...