“O zamanlar olduğu gibi, hâla bile müesses düzen, Alman’dan aldı ve Alman’a verdi: Ondan bireysel özgürlüğünü aldı ve ona başkaları üzerinde tahakküm kurmayı verdi. Hepsi uysal uysal tahakküm altına girmeyi kabul etti, tek başkalarına hükmedebilselerdi! Ve hükmettiler. Polis yayaya, astsubay acemi ere, kaymakam köylüye, çiftlik kahyası rençpere, memur kendisine işi düşen vatandaşa hükmetti. Ve herkes, her zaman sadece böyle bir makam, böyle bir mevki elde etmek için çırpınıp durdu – elde ettiğinde de gerisi kendiliğinden geldi. Geriye kalan, itaat etmek, yönetmek, hükmetmek ve emretmekti.”
Kurt Tucholsky
*
Heinrich Mann’ın, otoriter kişiliğin oluşumunu canlı bir biçimde betimleyen ve başyapıtı olarak taçlandırılan romanı Tebaa, Alman toplumunun alelade bir karakteri olan Diederich Hessling’in hayat hikâyesi üzerinden 19. yüzyıl şafağındaki Kayzer Almanyası’nın toplumsal ilişkilerini gözler önüne seriyor. İtaatkâr, korkak, medeni cesaret yoksunu, konformist bir iktidar destekçisi olan Hessling, romanda, bir yandan başkalarına acımasızca şiddet uygulamaktan başka yeteneği olmayaf ve Kayzer Almanyası’nın o boğucu hiyerarşik ilişkileri sayesinde güce erişmiş bir zorba, diğer yandan egemen toplumsal ilişkiler tarafından yaratılan ve bir gayri-şahsi bütünden, acımasız ve insan onurunu hiçe sayan bu mekanik organizmadan muzdarip bir tebaa olarak tasvir edilir.
Mann’in Birinci Dünya Savaşı’nın arefesinde kaleme aldığı, ancak hemen yasaklandığı için ilk baskısı 1918 yılında yapılabilen bu kitabı, içerik ve yazıldığı döneme ilişkin tipik özellikleri bir yana bırakılırsa, betimlediği ilişkiler ve toplumsal siyasal atmosferiyle günümüz Türkiye’sinde yazılmışçasına aktüel bir metin.
***
İçindekiler
Sunum: Tebaa / K. Tucholsky 1
Tebaa 9
Kronoloji 451
SUNUM: TEBAA1
Kurt Tucholsky
Size nasihat vermenin bir faydası yok. Önce nesiller geçip gitmeli, temsil ettiğiniz insan tipinin vadesi dolmalı: emperyalist tebaanın, sorumsuz şövenistin, yığınlar içinde kaybolan güce tapıcının, yanlış olduğunu bile bile otoriteye inananın ve siyastten alçalanın bu tiksinti verici tipinin vadesi dolmalı önce. Ama vadesi dolmadı daha. Kavga eden ve ‘Hurra’ diye bağıran babalardan sonra, şimdi de kol bantları ve tek camlı gözlükleriyle oğullar geliyor, mükemmel şekilde biçim verilerek azat edilmişlerin soylu sınıfının gölgesinde hasretle yaşayan zümresi…
(Heinrich Mann, 1911)
Heinrich Mann’ın – çok şükür ki bugün elden ele dolaşan – bu kitabı, Alman erkeğinin herbaryumudur.2 O, burada kendini bütün tipik özellikleriyle eksiksiz biçimde gösterir: emretme ve itaat etmeye düşkünlüğüyle, kabalığı ve dindarlığıyla, başarıya tapınması ve tarifsiz medeni cesaret yoksunluğuyla. Maalesef Alman erkeği kesinlikle böyleydi; farklı olanın söz söyleme hakkı bile yoktu, her kim farklı davrandıysa vatan haini olarak damgalandı ve kayzer tarafından ülkeyi terk etmeye zorlandı.
Kitapta en şaşırtıcı olan, şüphesiz önsözdeki şu açıklamadır: “Roman, 1914 yılı Temmuz’unun başında bitti.” Eğer bu çapta bir yazar bunu diyorsa doğrudur. Kitabın tarih tarafından ve tebaanın biricik esas olarak telakki ettiği ‘başarı’ tarafından teyit edilen olacakları önceden görme istidadı, o denli hayret verici, yargısı o denli keskin ki bunu başka birisi söyleseydi, bizi kandırdığını düşünürdük. En azından şunu ifade etmek gerekiyor: Eski iktidar sahipleri – ah, keşke eski olsalardı! – bu kitabı kendi acılarından haklı olarak yasakladılar, çünkü tehlikeli bir kitap bu.
Kitapla bir Alman’ın hayatı gözler önüne seriliyor: Küçük bir kâğıt fabrikasının sahibinin oğlu Diederich Hessling büyür, tahsil görür, üniversitedeyken öğrenci korporasyonuna üye olur, askerdeyken hastalık numarasıyla kaytarır, doktorasını yapar, babasının fabrikasının başına geçer ve zengin bir kızla evlenerek çocuk yapar. Ama bu, sadece Diederich Hessling veya alelade biri değildir.
Bu, davranışıyla ve hayatıyla kayzerdir. Bu, Alman iktidar düşüncesinin cisimleşmiş hali, Almanya’da kayzer örneğine sadık yaşamış olan ve yaşayan yüzlerce, binlerce küçük kraldan biridir; tipik hükümdarcıklardan, tipik tebaadan biridir bu.
Devletin başındakiyle olan bu paralellik, fevkalade iyi bir biçimde kurulmuş. Diederich Hessling, sadece konuştuğunda kendisine ömek aldığı kayzerinin kullandığı mecaz ve ifadeleri kullanmaz – babasının fabrikasının yönetimini devralırken çalışanlara yaptığı konuşma en eğlencelisidir (“İşçiler! Emrim altında bulunduğunuza göre, sizlere sadece şunu söyleyeceğim: gelecekte burada canla başla çalışılacaktır.” Ve: “Benim yolum doğru olan yoldur ve sizleri muhteşem günlere götüreceğim!”) – bilakis haşmetli gibi de davranır, kayzerin Tanrı’sına boyun eğmesi gibi yukarıdakilere boyun eğer ve yine kayzerin kaymakamını tekmelemesi gibi aşağıdakileri tekmeler.
Nitekim Hessling’in sahip olduğu bu iki karakter özelliği, Alman’da en titiz biçimiyle tezahür etmiştir: kölece tabi olma duygusu ve kölece hükmetme arzusu. Alman, otoriteye ihtiyaç duyar, ilk insanın fırtınaya boyun eğmesi gibi boyun eğeceği otoritelere ihtiyaç duyar, başkalarına boyun eğdirmek için didinerek elde etmeye çalıştığı otoriteye. Bir kere kendisine bir ‘makam’ bahşedildi mi ve başarıyı bilfiil elde etti mi, başkalarının kendisine boyun eğeceğini bilir. Başka hiçbir şeye başarıya itibar edildiği kadar itibar edilmez; kitabın bir yerinde tam da şunu okuruz: “Magda’yı takdir ediyordu, çünkü Magda başarı elde etmişti.” Peki, bu başarı nasıl takdir ediliyor? Alelade bir olgusal gerçeklik duygusuyla olsa, bir tür Amerikanizm olurdu bu ve hoş olmazdı. Ama başarı, tam bir riyakarlıkla takdir edilir: geçmişten utanç duyulur ve eski zamanların gerçek şair ve düşünürleri için hâlâ bir anlamı olmuş eski tanrılara yakarılır, bu şair ve düşünürlerden alıntılar yapılır, başarıya metafizik bir anlam yüklenir ve ağza gelen, tam bir inançla gümbür gümbür söylenir: “Dünya tarihi, mahşer gününde hesap vermektir!” Ve daha yüksek bir otoriteye başvurulmaz, çünkü başka bir otorite tanınmaz.
Kayzer Almanyasının şatafatlı ve bir o kadar değersiz özü, bu kitapta acımasızca gözler önüne serilmiştir: eğlence keyfini sevincin yerine koyma düşkünlüğü, şimdiki zamanda geleceğin kitaplarına işaret etmeden yaşama kabiliyetsizliği ve sadece şimdiki zamanda yaşamaktan başka türlü yaşayamama yetersizliği, gürültülü patırtılı ihtişamdan alınan haz – Wagner’in popülaritesi, Alman siyasetiyle oldukça nüktedan bağlantılarla dolup taşan bir ‘Lohengrin‘3 temsilinin kitapta yer alan tasvirinde olduğu kadar derinlikle başka hiçbir yerde ifşa edilmedi (“Çünkü hem metin hem müzik bütün milliyetçi talepleri yerine getiriyordu. Öfke, burada cürüm gibi bir şeydi. Mevcut olan, meşru olan ihtişamla kutlanıyor, asalet ve Tanrı’nın merhameti en yüce değerlerle onurlandınlıyor ve halk yani olaylardan dolayı sonsuz şaşkınlığa düşmüş koro, canla başla efendilerinin düşmanlarına karşı savaşıyordu”) – ve Heinrich Mann her şeyden önce kitabın isminin nereye götürdüğünü gösterir: Alman’ın köleliğine.
O zamanlar olduğu gibi, hâla bile müesses düzen, Alman’dan aldı ve Alman’a verdi: Ondan bireysel özgürlüğünü aldı ve ona başkaları üzerinde tahakküm kurmayı verdi. Hepsi uysal uysal tahakküm altına girmeyi kabul etti, tek başkalarına hükmedebilselerdi! Ve hükmettiler. Polis yayaya, astsubay acemi ere, kaymakam köylüye, çiftlik kahyası rençpere, memur kendisine işi düşen vatandaşa hükmetti. Ve herkes, her zaman sadece böyle bir makam, böyle bir mevki elde etmek için çırpınıp durdu – elde ettiğinde de gerisi kendiliğinden geldi. Geriye kalan, itaat etmek, yönetmek, hükmetmek ve emretmekti.
Hayati değerdeki her şeyden çok daha önemli olan böyle bir aparatta farklı düşünmeye dair kusursuz yeteneksizlik, kötü bürokratik idare ile anarşi arasında makul insanlar için mümkün olan olası üçüncü yegane alternatifi görmeme ahmaklığı, kitabın temel vurgusunu oluşturuyor. (Bu, kendini bugün de mükemmel biçimde göstermiyor mu?) Herkes, sindirildiğinde ve başkasını sindirme izni verildiğinde, sadece vazifesini yerine getiriyordur; eğitim ve kulluk-kölelik, mülkiyet ve minör boyutta yönetme, burjuva yaşamı ve ast-üst ilişkisi birbirine sıkı sıkıya bağlı olarak tezahür eder. Muhtemelen resmen emir veren insanlar ve bu emirleri para için yerine getiren insanların olabileceğini, ama üst ve astların asla olamayacağını asla anlamıyorlar. Bütün ülke, bir… – bir kışla avlusuydu.
Fırçalanmış kalkık uçlu bıyıklı şakşakçılığın küçük, en küçük karakter özelliklerini bile tasvir eden eser, bir şeyi daha en mükemmel biçimde tasvir etmiş gibime geliyor: kolektivite muammasını. Hukuk tarihçisi Otto Gierke’nin bir zamanlar ‘gerçek dernek kişiliği’ [reale Verbandspersönlichkeit] olarak adlandırdığı ve bir derneğin üyelerinin toplamı değil, bilakis bundan fazla bir şey, onların üzerinde asılı duran başka bir şey olduğu fenomeni, kitapta açık ve net bir şekilde resmedilip izah ediliyor. Yeni Tötonlar, askerler ve hukukçular ve nihayetinde Almanlar – bunların hepsi, bireyleri her türlü sorumluluktan azat eyleyen ve mensup olmanın şan ve şöhreti beraberinde getirdiği, itibar kazandırdığı ve yararlılık talep etmediği kolektivitelerdir. Kolektivitelere ait olunur, bu kadar! İşçiyi vurarak öldüren ve bu yüzden onbaşılığa terfi ettirilen piyade eri Lück -tarihsel olarak- ve -tarihsel değil, daha ziyade tipik olarak- farklı olan herkesi vahşi hayvan gibi gören vatandaş Hessling, ülkenin sırtına sonsuz derecede rezillikler yükleyen bu muamma dolu kolektivitenin bendeleridir. “Avrupalı, eğer kendisine dalgalanarak yol gösteren bir şey yoksa mutsuz olur”, demişti Meyrink bir keresinde. Hepsine dalgalanarak yol gösteren bir şey vardı ve bayrak üzerine yemin ettiler.
Küçük, en küçük karakter özellikleri eğlendiriyor, erotizmin meşum işaret fenerleri yanıp duruyor, cinsiyetlerin flanelli ve möbleli evlerdeki mücadelesi bir gerilla savaşını andırıyor, zehirli oklar fırlatılıyor ve aşkın nihayetinde meşru seks hazzına dönüşmesi elem verici şekilde gülünçleşiyor. Bol miktarda rengarenk hayatlar arzı endam eyliyor ve her şey taşı gediğine koyarcasına ifade ediliyor, her şey tipik, her şey daim. Eski talep tamamen yerine getirilmiştir: “Eğer yazar, bize hep sadece münferit olanı, bireysel olanı takdim ederse, bu, teşhis ettiği ve bu sayede bizim de farkına varmamızı istediği ideadır, türün hepsidir.”4 Maalesef: türün hepsi böyledir.
Önemsiz vakalar, Alman’ın halet-i ruhiyesinin son ifşasına dönüşür: işsizlerin 25 Şubat 1892 tarihinde kayzerin sarayı önünde gerçekleştirdikleri bir gösteri, kitapla bir opera oyuncusu gibi aksesuar olarak sahneye çıkan kayzer, coşkulu bir halk yığını ve yığının içinde, arasında ve tamamen yığınla birlikte olan Alman, şakşakçı, devleti muhafaza eden her şeyi seven delikanlı, tebaa Hessling’le birlikte muazzam bir sahneye dönüşür.
Ve bütün bu curcunanın, küçük burjuva şehrin karmaşasının, dedikodulara dayanarak açılan davaların ve vurgunculukların – yönetmeliklerden bahsedildiğinde aslında kastedilen arsa spekülasyonlarıdır – gülünç ahlak kuralları ve aptalca düzenbazlıkların arasından yaşlı Buck’un figürü ışık gibi parlıyor. Sevebilmek için, bu adam gibi nefret etmek gerekiyor. Yaşlı Buck, eski bir 48’li; bugün artık aşağılanan ideallere sahip biri. Gerçi kafalar karışık olduğu için gerçekleştirilemeyen veya kötü bir biçimde gerçekleştirilen ideallerdi bunlar, ama sonuç olarak yine de ideallerdi. Yaşlı adamın, genç Hessling’in eline bir zamanlar basılmış olan eski şiir kitabını sıkıştırması ne hoştur: “işte, alın! Bu benim ‘Tehlike Çanları‘m! O vakitler şairdik bir de!” Günümüzdekiler ise artık hiçbir şey değiller. Bugünküler reel politikacı, – görünüşte – bir şey elde edemedikleri için idealistle alay ediyorlar ve sefil küçük başarılarını soysuz anlaşmaların yanı sıra bir zamanlar gerçekten var olan ve fikrinden vazgeçmeyenlere borçlu olduklarını bilmiyorlar.
‘Tebaa‘ romanı, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor; dışarıya karşı nefrete dönüşebilecek olan sevginin, bu halka yardım etmek ve onun bir boğa gibi dolanıp kaldığı siyah-beyaz-kırmızı5 renkleri, sevdiğimiz ve eski kuşakların en iyilerinin sevmiş olduğu Almanya’dan ayırmak için, bu halka nüfuz etmenin yegane yolu olduğunu doğruluyor. Birbirine kan bağıyla bağlı bu kliğin ve itaatkar yalancıların sonsuza kadar ayrılmaz biçimde ülkemizle bağlantılandırılması söz konusu olamaz. Bunları aşağılıyoruz ve öteki Almanya’yı methediyoruz; bunları kötülüyoruz, çünkü Alman’a olan sevgimiz bize hayat veriyor. Ama şu Alman’a değil: dalkavukça bir itaatkarlık ve derin bir saygıyla yukarıdakilere gözünü diken ve aşağıdakileri kasınarak tekmeleyen, Tanrı’nın ödlek kulu ve soyu bozuk bu insan türüne değil.
Bütün edebiyattan uzak biçimde, zihne etkili ve katılımcı bir konum veren ilk Alman edebiyatçı olduğu için, Heinrich Mann’ı selamlıyoruz. Ve bu birkaç satırın onun sanatsal büyüklüğünü, anlatımının gücünü ve melez mizacının muammasını anlatmaya yetmediğini tabii ki biliyoruz.
İşte böyle mücadele etmek istiyoruz. Her zaman var olacak olan egemenlere karşı değil, başkaları için tüzükler, kararnameler hazırlayan ve meşakkati ve işleri başkalarının sırtına yükleyenlere karşı değil. Onları, sırtlarında dans ettiklerinden, kalın kafalılıkları ve her zaman hoşnut olmalarıyla bu ülkenin başına gelen felaketlerde kabahati olanlardan, çiçekli terliklerinden memleketin tozunu silkmesini görmek istediklerimizden yoksun bırakmak istiyoruz. Yani tebaadan!
1
Diederich Hessling, en çok hayal kurmayı seven, her şeyden korkan ve hep kulaklarından muzdarip olan hassas bir çocuktu. Kışları sıcak odasından, yazları da kâğıt fabrikasından gelen paçavra kokusunun sindiği ve abanoz ve leylak ağaçlarının gerisinde eski ahşap evlerin yükseldiği daracık bahçeden ayrılmayı hiç istemezdi. Diederich, pek sevdiği masal kitabından başını kaldırdığında bazen çok korkardı. Neredeyse kendisinin yarısı büyüklüğünde bir kurbağanın bankın üzerinde hemen yanı başında oturduğunu gayet açık bir biçimde görürdü! Ya da karşıdaki duvarın önünde karnına kadar toprağa saplı bir cüce duruyor olur ve ona kısık gözlerle bakardı!
Babasıysa kurbağadan ve cüceden daha korkunçtu, üstelik bir de onu sevmek gerekiyordu. Diederich onu seviyordu. Gizlice bir şeyler yediği veya yalan söylediği zamanlar, Bay Hessling bir şeylerin farkına varıp değneğini duvardan indirene kadar ağzını şapırdatarak ve ürkekçe sallanarak yazı masasının orasına burasına sürtüne sürtüne dolaşırdı. Ortaya çıkmayan her suç, Diederich’in itaatkarlığına ve güvenilirliğine şüphe düşürürdü. Babası bir keresinde sakat bacağıyla merdivenden aşağı yuvarlandığında deliler gibi el çırpmıştı – ardından da tüymüştü.
Cezalandırıldıktan sonra ağlayarak şiş yüzüyle atölyenin önünden geçtiğinde işçiler gülerdi. Fakat Diederich derhal onlara dil çıkarır ve yeri tekmelerdi. Şunun bilincindeydi: ‘Dayak yedim, ama babamdan yedim. Ondan dayak yemek sizin de hoşunuza giderdi. Ama siz buna hiç değmezsiniz.’
İşçilerin yanında şımarık bir paşa çocuğu gibi davranır-
———
1 Kurt Tucholsky’nin, 1919 yılında “Weltbühne” dergisinde Ignaz Wrobel mahlasıyla yayımladığı bu yazı, Almancadan Kazım Özdoğan tarafından çevrilmiştir.
2 Herbaryum: Kurutulmuş bitki koleksiyonu. -çn
3 Alman besteci Richard Wagner’ın romantik bir operası. İlk kez 1850 yılında Weimar’da sahnelendi. -çn
4 Arthur Schopenhauer, Die Welt als Wille und Vorstellung, Zürcher Ausgabe, Werke in zehn Banden. 4. Cilt, Zürih: 1977 , s. 502.
5 Siyah-beyaz-kırmızı renkler, 1871-1919 ile 1933-1945 yılları arasında Alman İmparatorluğu’nun renklerini oluşturuyordu. -çn
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTebaa
- Sayfa Sayısı466
- YazarHeinrich Mann
- Çevirmenİlknur Igan
- ISBN9786053751984
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kızıl Darı Tarlaları ~ Mo Yan
Kızıl Darı Tarlaları
Mo Yan
Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki...
- Kadınsız Erkekler ~ Ernest Hemingway
Kadınsız Erkekler
Ernest Hemingway
Nobel Edebiyat Ödüllü Hemingway‘in romanları kadar başarılı ve en az onlar kadar ünlü 14 öyküsünün yer aldığı Kadınsız Erkekler, yazarın gençlik yapıtlarından biridir. Savaştan kaynaklanan ilişkiler,...
- Islak Burun ~ Andy Mulligan
Islak Burun
Andy Mulligan
25 dile çevrilen ve sinemaya uyarlanan Çöplük kitabının yazarı Andy Mulligan’ın yeni romanı Islak Burun, olağanüstü kurgusu ve inişli çıkışlı hikâyesiyle son yılların en özgün, dokunaklı ve...