Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş
Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş

Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş

Desiderius Erasmus

Hümanistlerin prensi Erasmus, barışçıl perspektifler uluslararası hukukun görüş alanına girmeden önce modern savaş eleştirisinin temellerini attı. Kuzey Avrupa Rönesans’ının bu büyük ustası, savaşı yalnızca…

Hümanistlerin prensi Erasmus, barışçıl perspektifler uluslararası hukukun görüş alanına girmeden önce modern savaş eleştirisinin temellerini attı. Kuzey Avrupa Rönesans’ının bu büyük ustası, savaşı yalnızca dinsel nedenlerle değil aynı zamanda rasyonel karşısavlarla da belirgin şekilde kınadı. Modern düşünce tarihinde barış elçisi olarak anılabilecek biri varsa, bu şeref öncelikle Erasmus’a aittir.Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş, modern Avrupa’nın savaş karşıtı ilk metnidir. 1515 tarihli bu deneme, savaşa aşina olmayanları ve bu uğurda her türlü riski almaya hazır olanları uyarır. Cicero’dan bu yana tartışılagelen adil savaş fikrini reddeden ve devletlerarası anlaşmazlıklarda tarafsız yargılayan bir merci bulmanın mümkün olmadığını belirten Erasmus, barışı her şeyden önce varoluşsal bir zorunluluk olarak ortaya koyar.

ADAGİUM 3001: DULCE BELLUM
İNEXPERTİS

Literatürde1 çokça övülen, son derece seçkin bir özdeyiştir glykys apeiro polemos, yani: Savaş, onu yaşamayanlara tatlı gelir. Vegetius savaş sanatı hakkındaki eserinin III. kitap, XIV. bölümünde şöyle der: “Acemi erin savaş istemesine pek itibar etmeyin; çünkü savaş, onu yaşamamış olanlara tatlı gelir.” Pindaros’tan alıntılayacak olursak: “Glyky de polemos apeiroisin, empeiron de tis tarbei prosionta nin kardia perissos”, yani: Onu yaşamamış olanlar için savaş tatlıdır; ama onu yaşayan birini, düşüncesi bile fazlasıyla ürpertir.

Bizzat tecrübe etmeden ne derece tehlike ve felaket getireceğini hayal bile edemeyeceğiniz bazı insan ilişkileri vardır.

Tecrübesiz biri için nüfuz sahibi bir dostun lütfu tatlıdır; tecrübeli kişi bundan sakınır.

Sarayda seçkinler arasında boy göstermek, hükümdarın işlerine aşina olmak, hoş ve harika bir şey gibi görünür; ama tecrübeleriyle konuya fazlasıyla aşina olan yaşlılar, bu mutluluktan seve seve kaçınırlar. Genç bir kızı sevip âşık olmak hoş gelir ama yalnızca aşkın ne kadar acı barındırdığını henüz hissetmemiş olanlara. Bu, genç ve meseleye yabancı olmasa kimsenin bulaşmayacağı, tehlike ve talihsizlikle bağıntılı bütün girişimlere aynı şekilde uygulanabilir. Hatta Aristoteles Retorik’te bunu gençlerin daha cesur, yaşlılarınsa daha korkak olmalarının nedeni olarak ortaya koyar; çünkü birinde tecrübesizlik cüret yaratır, öbüründeyse yaşanan birçok talihsizliğin tecrübesi endişe ve tereddüde neden olur. İnsani meselelerde daha da tereddütlü davranmanın uygun olacağı, hatta her bakımdan kaçınılması, lanetlenmesi ve yasaklanması gereken bir şey varsa o da kesinlikle savaştır; zira bundan daha ahlaksız, daha uğursuz, daha geniş kapsamda zarar verici, inadına daha çözümsüz, daha iğrenç ve Hıristiyanlar için demeyelim ama genel olarak insanlar için daha onur kırıcı başka hiçbir şey yoktur. Günümüzde herhangi bir nedenle her yerde ve rahatlıkla savaş çıkarılabilmesi, yalnızca paganlar tarafından değil Hıristiyanlar tarafından da, sırf dünyevi insanlar tarafından değil rahipler ve piskoposlar tarafından da, bir tek gençler ve tecrübesizler tarafından değil yaşlı ve bir o kadar da tecrübe sahibi olanlar tarafından da, yalnızca halk ve doğaları gereği kolayca tahrik edilebilir yığınlar tarafından değil görevleri bu bayağı yığınların ayaklanmalarını bilgelik ve akılla yatıştırmak olması gereken prensler tarafından da acımasızca ve barbarca savaşa girilmesi yeterince şaşırtıcıdır. Böyle menfur olayların korunu karıştırıp ateşi canlandıran ve deyiş yerindeyse üzerine soğuk su püskürten hukuk uzmanları ile din adamları da yok değildir.1 Böylece savaşın genelde kabul edilebilir bir şey olarak görüldüğü ve savaş sevmeyen insanlar olmasının şaşırtıcı bulunduğu bir noktaya gelinmiştir. Bu en cani ve aşağılık meseleyi kınamanın bayağı ve –hani neredeyse diyeceğim ki– sapkın sayıldığı ölçüde savaşa izin verilmiştir. Oysa birbirini karşılıklı imha edebilsin diye böyle vahşice bir çılgınlıkla, böyle delice bir kargaşa içinde canavarlığa varıncaya değin koşturmayı doğanın barış ve iyilik için yarattığı insanın, her şeyin selameti için meydana getirdiği bu nazik canlının aklına önce hangi kötücül dehanın, hangi vebanın, hangi deliliğin, hangi intikam tanrıçasının sokmuş olabileceğini merak etmek, daha adil bir şey olurdu. Bu, şeylerin özünü ve doğasını bizzat kavramak için zihnini yaygın genel kanıdan uzaklaştıran ve ayrı ayrı hem insanın portresine hem de savaşın tablosuna bir süre felsefi gözle bakan herkes için daha da şaşırtıcı olacaktır.

Öyleyse insan bedeninin görünüşüne ve şekline bakıldığında doğanın, daha doğrusu Tanrı’nın böyle bir varlığı savaş için değil dostluk için, felaket için değil selamet için, şiddet eylemi için değil, hayır için yarattığı fark edilmiyor mu? Zira ne de olsa doğa, diğer canlıların her birini kendilerine özgü silahlarla donatmıştır: boğaların saldırma arzusunu boynuzla, aslanların öfkesini pençeyle kuşatmıştır. Yabandomuzuna öldürücü dişler vermiştir. Filler derilerinin ve iri gövdelerinin dışında hortumla da güvenceye alınmıştır. Doğa, timsahı plakaya benzer bir kabukla güçlendirmiştir. Yunuslara saldırı silahı yerine yüzgeç bahşetmiştir. Kirpiyi dikenle, vatozu kuyrukla takviye etmiştir. Horozlara mahmuz eklemiştir. Bir kısım hayvanı kabukla korurken diğerlerini kürkle ya da pullarla korumuştur. Bazılarının, sözgelimi güvercinlerin zarar görmemesini hız aracılığıyla sağlamıştır. Yine bazı başkalarına silah olarak zehir pay etmiştir; doğa onlara ayrıca çirkin ve korkunç bir görünüş vermiş, tehditkâr bakışlar, tıslama sesleri bahşetmiştir. Deyiş yerindeyse onları doğal bir düşmanlıkla aşılayarak bağışık kılmıştır. Doğa yumuşak et ve pütürsüz deriyle yalnızca insanı çıplak, zayıf, narin ve savunmasız yaratmıştır. İnsanın uzuvlarında kavga ya da bir saldırı esnasında kullanabileceği hiçbir şey yoktur. Bütün bunlarla beraber diğer canlıların çoğunlukla –doğar doğmaz– kendilerini hayatta tutmaya muktedir oldukları söylenebilir; yalnızca insan, uzun süre büsbütün dış yardıma bağımlı kalacak şekilde dünyaya gelir. Ne konuşabilir ne yürüyebilir ne de besine ulaşabilir, yalnızca ağlayıp sızlayarak yardım isteyebilir: Böylece buradan insanın tümüyle dostluk için, esas olarak da karşılıklı hizmetle gerçekleşen ve varlığını sürdüren dostluk için doğan tek canlı olduğu sonucuna varılabilir. Buna göre doğa, hayatın armağanını insanın kendinden ziyade iyiliğe bırakmasını ister; böylece iyilik ve sıkı bağlılık için tayin edildiğini anlayabilecektir. Bunun sonucunda doğa ona diğerleri gibi çirkin ve vahşi bir görünüş değil, sevginin ve iyiliğin ayırt edici özelliği olarak yumuşak ve hoş bir görünüş vermiştir. Ona ruhun aynası olan dost canlısı bakışlar bahşetmiştir. Sarılabilsin diye bükülen, esnek kollar sağlamıştır. Ruhların birbirine dokunduğu ve bir bütün haline geldiği öpücük hissini vermiştir. Neşenin ifadesi olan gülmeyi, merhametin ve uysallığın simgesi olan gözyaşlarını yalnızca ona pay etmiştir. Hatta ona hayvanlarınki gibi tehditkâr ve korkutucu değil de hoş ve etkileyici bir ses de vermemiş midir?

Bununla da yetinmemiş, doğa sözün ve aklın kullanımını yalnızca insana armağan etmiştir; kuşkusuz, iyilik görmek için de teşvik etmek için de özellikle uygun bir şeydir bu, öyle ki insanlar arasındaki hiçbir şey şiddet yoluyla giderilemez. Doğa, insanın içine yalnızlığa karşı bir antipati duygusu ve toplum oluşturma arzusunu ekmiştir. İnsanın içine derinlerde bir yere iyilik tohumlarını gömmüştür. En yararlı şeyi en güzel şey olacak şekilde düzenlemiştir: Bir dosttan daha sevilesi ne olabilir? Ve öte yandan bir o kadar da gerekli olan? Bu nedenle, insanın birbiriyle ilişki kurmadan rahat bir hayat sürmesi mümkün olsaydı bile, birliktelik olmadan hiçbir şey güzel görünmezdi – insan olmaktan büsbütün sıyrılıp hayvana dönüşmek istenmediği sürece. Buna bilimsel eğitim ve araştırma arzusunu da ekleyin; bu, dostluk kurmanın mükemmel bir yolu olduğu gibi insan ruhunu da kabalıktan en fazla uzaklaştıran şeydir. Ruhları, saygın incelemelerde söz edilen birliktelikten daha güçlü ya da daha kalıcı dostluk bağlarıyla gerçekte ne hamilelik ne de kan akrabalığı bağlar. Dahası, zihinsel ve bedensel yetenekler, insanlar arasında gerçekten takdire şayan bir çeşitlilikle dağıtılmıştır; hiç kuşkusuz, herkes bir diğerinde mükemmelliğinden ötürü sevebileceği ya da hayran olabileceği ya da yararlı ve gerekli diye övebileceği bir şey bulabilir. Nihayetinde insanın içine tanrısal ruhun küçük bir kıvılcımı yerleştirilmiştir, gerçek şu ki insan görünürde bir ödül olmadan da herkese yararlı olmaktan mutluluk duyar. İhsan ederek herkesin yardımına koşmak, son kertede Tanrı’ya uyan ve yakışan bir şeydir. Yoksa birini kurtardığımızı fark ettiğimizde niçin ruhumuzda alışılmadık bir sevinç duyalım ki? Kaldı ki bir insan için yardımseverliğiyle bağlandığı insan özellikle değer taşır. Tanrı o nedenle insanı deyiş yerindeyse dünyevi bir tanrısal varlık gibi herkesin selametini sağlayacak bu dünyadaki sureti olarak tayin etmiştir. Akla sahip olmayan hayvanlar bile bunu hisseder; çünkü yalnızca insana alışkın olan hayvanları değil panter, aslan ve daha da vahşi yırtıcıların büyük tehlike durumunda insanın koruması altına kaçtığını görürüz. İnsan herkesin sığınacağı son yurt, dünyadaki en kutsal sunak, herkesin kutsal çapasıdır.

İnsanın portresini ana hatlarıyla çizdik. Öte yandan, madem seviliyor, o zaman şimdi de bir savaş tasviri sunalım. Sert çehreleri ve dehşetli sesleriyle bir barbarlar kohortunu2 gözünüzün önüne getirin, her iki taraftaki zırhlı birlikleri, çıkan korkunç sesi ve parlayan silahları, bu derece büyük bir kalabalığın rahatsız edici gürültüsünü, tehditkâr bakışları, gürleyen savaş borularını, trompetlerin dehşet uyandıran tınısını, korkutuculuğuyla gerçek gök gürültüsünü aratmayan ama daha büyük zarara yol açan top patlamalarını, çılgın savaş çığlıklarını, zincirinden boşanmış hücumları, insan etinin muazzam derecede parçalara ayrılışını, düşenler ile katledilenlerin acımasızca yer değiştirişini, öldürülenlerin oluşturduğu yığınları, kanla yıkanan savaş meydanlarını, insan kanıyla boyanan nehirleri. Bazen kardeşin kardeşle, kuzenin kuzenle, arkadaşın arkadaşla karşılaştığı ve bir sözüyle bile onu incitmemiş olan o kişinin karnına delice bir öfkeyle kılıç sapladığı da görülür.

Bu trajedi genelde o kadar acı getirir ki insanın yüreği bundan bahsetmeye elvermiyor. Nispeten küçük, olağan musibetleri anlatmak zorunda kalmasaydım keşke: dört bir yanda ezip geçilen ekili tarlaları, yanan çiftlikleri, yakılan köyleri, tecavüze uğrayan kızları, esarete sürüklenen ihtiyarları, yağmalanan kutsal emanetleri, her yerde girişilen soygunları, talanları, şiddeti ve kargaşayı. Ve keşke en başarılı, en adil savaşları bile izleyen felaketleri gizleyebilseydim: yağmalanan halk, aşırı baskı altındaki soylular, çocuklarının öldürülmesiyle daha da mutsuzlaşarak yıkılan ve, kılıçtan geçirilmekten de beteri, yalnız kalan onca yaşlı insan, geride bırakılan onca yaşlı kadın, dul kalan onca eş, yetim kalan onca çocuk, onca matem evi, sefalete düşen onca varlıklı insan. Peki herkes hayattaki tüm vebanın savaşla patlak verdiğini bilirken ahlakın çöküşüne ne demeli? Dindarlığı hiçe saymak, yasaları göz ardı etmek, her türlü suçu işlemeye hevesli olmak hep buradan kaynaklanır. Bu kaynaktan yoğun bir korsan, soyguncu, tapınak hırsızı ve katil seli fışkırır. En önemlisi de, bu uğursuz vebanın kapsamı sınırlandırılamaz, aksine kıyıda köşede oluşup yalnızca komşu bölgelere salgın misali ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda uzak bölgeleri dahi, ticaretle olsun, bir evlilik ya da bir antlaşmayla olsun, genel çatışmanın ve zamane koşullarının içine çeker. Hatta savaş, savaşı  doğurur; apaçık bir savaş sahte bir savaştan, en şiddetli savaş küçücük bir savaştan doğar ve Lerna Canavarı efsanesinin aktardığı şey, savaş söz konusu olduğunda, hiç de nadiren başa gelmez.

Şeylerin özünü ve doğasını azami sezgiyle gören ve son derece yerinde alegorilerle tasvir eden antik şairler, savaşın Ölüler Ülkesi’nden, üstelik de erinys’lerin2 yardım ve yataklığıyla yollandığını, ayrıca gelişigüzel bir intikam tanrıçasının bu görevi yerine getirmeye uygun olmadığını,

bin adı

zarar getiren bin sanatı

olan en tahripkârının seçildiğini, öyle sanıyorum ki, bu nedenle söylemişlerdir. Sayısız yılanla donanarak Tartaros’un4 borusunu öttüren odur. Pan her şeyi anlamsız bir patırtıya boğar. Bellona5 öfkeli kırbacını sallar. Menfur savaş çılgınlığı birleşmiş bir grubun bütün bağlarını koparıp atan, kana….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Düşünce-Genel Felsefe
  • Kitap AdıTatlı Gelir Yaşamayana Savaş
  • Sayfa Sayısı80
  • YazarDesiderius Erasmus
  • ISBN9789750744785
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Deliliğe Övgü ~ Desiderius ErasmusDeliliğe Övgü

    Deliliğe Övgü

    Desiderius Erasmus

    Yanlış yerde ve yanlış zamanda ortaya çıkan bilgelikten daha delice bir şey olmadığı gibi, orantısız ve dolayısıyla yanlış zekâdan daha ahmakça bir şey de...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur