“Memleket, bahçe içinde, kırık dökük ama temiz ve tertipli, kireç boyalı, duvarlarına kızartmayla tüp gaz kokusu sinmiş tek katlı bir evdi… Uzun hem de çok uzun bir yolculuğun sonunda varılan vatan toprağı, sayısı şuncacık evi güçbela dolduracak kadar olan birkaç güler yüzlü, sevinçli insandı.”
Mahir Ünsal Eriş ta ilk öykülerinden bildiğimiz şehirlere, tanıdığımız insanlara geri dönüyor, başka bir ifadeyle, gurbetten kendi topraklarına… 1980 yazında Almanya’dan “memleket”e gelen bir gurbetçi ailesinin küçük kızı Münevver’in dolu dolu yaz tatilini anlatıyor Tatil Kitabı’nda.
Türkiye’de gurbetçi de olsanız, turist de olsanız, geçiyorken buraya şöyle bir uğrasanız da almanız gereken dersler, geçmeniz gereken sınavlar var. Minik Münevver, yabancı bir şehirde, yabancı ama canına katarcasına içten insanların arasında geçirdiği yaz tatilinde elinden düşürmediği “tatil kitabı”yla işte bu memleket sınavına hazırlanıyor.
Mahir Ünsal Eriş’in samimi üslubuyla yer yer gülümseten, yer yer iç sızlatan bir çocukluk hikâyesi Tatil Kitabı. Geçmiş zamanların sokağını, mahallesini, insanını özleyenlere o zamanlardan hoş bir hediye.
*
bir
Münevver’in duyduğu ilk ses bahçeye açılan demir kapının sabah serininde uzayan sokaklara doğru yankılanan gürültüsüydü. Uyku mahmurluğuna karışan korku ve şaşkınlık henüz tazeyken birileri kucağına aldı Münevver’i. Uykulu değil de uykusuz görünen, neşeli, sevinçli bir sürü insan çabuk çabuk hareketlerle arabanın etrafını sarmış, sanki günler öncesinden prova edilmeye başlanmış gibi alışkın ve rahat, tüm işi paylaşmışlardı. Kimisi arabanın arka ve tepe bagajlarındaki valizleri indiriyor, kimisi küçük musluğundan termos olduğu anlaşılan plastik fıçının kalıp kalmayacağını soruyor, bir başkası da ansızın bölünen uykusu hâlâ gözünün kenarında titreşen küçük kızı battaniyeye sarıp kucaklayarak içeri taşımaya çalışıyordu. Münevver bu insanları tanımıyordu, bu telaşlı, bu sevinçli hallerine bir anlam veremiyordu. Gözü hep babasındaydı. Babası, yaz gecesinden kalma serinliğin güne dönerken daha da keskinleştiği şu anlarda karşı karşıya geldiği insanların bazısına sarılıyor, bazısının elini öpüp alnına götürüyor, bazısıyla da yalnızca tokalaşıp gülümsüyordu. Mutlu görünüyordu. Annesi de öyle. O halde her şey yolunda olmalıydı. O halde günlerdir, belki aylardır hatta neredeyse doğduğu günden beri hemen her gün adı anılan o “memleket” denen şeye, masallar, destanlar, menkıbeler gibi anlatılıp duran o yere ulaşmış olmalıydılar.
Memleket, bahçe içinde, kırık dökük ama temiz ve tertipli, kireç boyalı, duvarlarına kızartmayla tüp gaz kokusu sinmiş tek katlı bir evdi. Anlatıla anlatıla bitirilemeyen, havasında ve suyun da bile nice kerametler, sihirler saklayan, babasının dinlediği tıngır mıngır türkülere, annesinin gözünden yaş döke döke ablasına yazdırdığı mektuplara sığmayan o yoksul ama mağrur, ezgin ama güneşli, güzel ama bahtsız memleket, karşılıklı iki divan iki de koltuktu. Uzun, hem de çok uzun bir yolculuğun sonunda varılan vatan toprağı, sayısı şuncacık evi güçbela dolduracak kadar olan birkaç güler yüzlü, sevinçli insandı. Çok, hem de çok sevinmişlerdi Münevver’i, annesini ve babasını gördüklerine bu insanlar. Münevver, şu kısacık hayatında, hiç kimsenin birini gördüğü için bu kadar sevindiğine şahit olmamıştı şimdiye kadar. Öyle ki, sevinçten yanakları allaşan bu insanların numara yaptıklarını bile düşündü bir an için.
Münevver’i gazete yığınlarıyla dolu bir sahanlıktan ve mutfaktan geçirdikten sonra iki divan ve iki koltuğun olduğu odaya getirip koydular, bir koltuğa oturttular üstünden battaniyesini almadan. Herkes ona bakıyor, yüzünün güzelliğinde, düğme gibi dudağında, saçının örgüsünde, çorabının fırfırında, daha doğduğu haberi dün gelmişken böyle büyüyüvermesinde övülecek, iltifat edilecek bir şey buluyordu. Saçını tek örgü toplamış, beliğini de sağ omzundan göğsüne doğru sallandırıvermiş olan kumral genç kadın, Münevver’in annesine seslenip, “Kız Emine Abla, Türkçe biliyor mu bu?” diye sordu. Gülüştüler. Babası karıştı söze, “Bilmez mi beya,” dedi, “özbeöz Türk çocuğu o!” Öyle mutluydular ki her şeye gülmek, durmadan bir bahane bulup gülüşmek istiyorlardı. Yine güldüler. O anda Münevver’in aklına Paşa geldi. Yugoslavya’da, babasına ısrar kıyamet aldırdığı, geriye kalan iki günlük yolculukta arabanın arka koltuğunda kendine kalan küçücük yeri kafesiyle paylaştığı yeşil kuş. Yugoslav, “Konuşur bu, hem de öğretirsen her dilden konuşur,” diye anlatmıştı babasına yarım yamalak dilinin döndüğü çat pat Almancasıyla. Kitaplarda, mecmualarda ve filmlerde değil de gerçekte, dosdoğru hayatın içinde, insandan başka bir varlığın konuşabilmesi ihtimali büyülemişti Münevver’i. Alalım diye tutturmuştu. Babası da hem durumlar biraz hassas olduğundan hem de yolda ona yoldaşlık etsin diye kızının ısrarına dayanamayıp masmavi gözlü, sırıtkan Yugoslav’ın ballandırarak anlattığı kuşa yirmi mark ödemiş, kafesiyle birlikte alıp arka koltuğa, fıçıya benzeyen termosla hediyeliklerin durduğu çantanın hemen üstüne yerleştirmişti onu. Belgrad’dan çıkıp Bulgar sınırına varana kadar isim düşündüler bu şaşkın ve ürkmüş kuşa. Münevver’in önerdiği her Almanca isim için babası bir Türkçe karşılık buldu. Annesi film artistlerinden, şarkıcılardan, onların şarkı ve filmlerinden isimler söylüyordu. Bir türlü karar verilemedi. Bulgar’a girdikten yarım saat sonra Münevver uyuyakalınca minik kuş bir müddet daha isimsiz kaldı. Dimitrovgrad’dan çıkarken kızının uyandığını fark eden baba, “Paşa olsun!” deyince bu ad üçüne de tatlı geldi. Babası günlerdir direksiyon sallamaktan bitaptı ama Bulgar toprağında gazı kökledikçe neşe ve heyecanı da artıyordu. Yıllar sonra memleket diye diye ölüp bittiği ülkesine dönmenin sevinci, çalmasınlar diye sapından bileğine bağladığı tahta bavulu üstünde oturarak trenle gittiği gurbetten şimdi kendi arabasıyla dönmenin gururuna karıştıkça baba biraz daha sevinçle, çocukça bir coşkuyla doluyordu. Bazen direksiyonu dümbelek gibi çalarak şarkılar, türküler söylüyor, bazen yolda gördüğü tabelalarla, yol kenarında yürüyen köylülerin kılıklarıyla, hayvanlarıyla eğlenerek yerli yersiz şakalar yapıyordu. Hele yollarda Türk kamyonlarına denk geldi mi uzun uzun kornaya basıyor, bağırarak selamlar veriyor, camdan sarkıttığı sol koluyla hepsine el sallıyordu.
Münevver, “Paşa nerede?” diye sorunca bir sessizlik oldu. Bu onun, bu dilin konuşulduğu ülkede, bu dilde kurduğu ilk cümleydi. Nağmesi hafiften Almancaya kaçsa da bu söyleyiş neşeli karşılayıcılar tarafından yoğun bir tezahürata layık görüldü. Yine gülüştüler. Haftalardır bahsi edilen Koca Hala olduğunu, babasının elini avuçlarının içine almış, odanın baş köşesinde, ayağının tekini altına alarak oturuşundan anladığı yaşlıca kadın, “İçeride duşo,” dedi, “örttüm onu uyusun diye.” Koca Hala iyi biri olmalıydı. Kuşların bile uykularını düşünen birinden kötülük gelmezdi. Orada içi ısındı halaya. Zaten gözleri de kuşun konuşabildiğini söyleyen satıcınınkilere benziyordu.
Mutfaktan içeri tabak tabak yemek taşıyan kadınlar gide gele günü iyice ağarttılar. Aslında varışı önceki sabah, en geç öğlende bekliyorlardı. O yüzden ısıtılan börekler fırından çıkarıldıkları anki tadı vermeyecekler diye korktu kadınlar. Ama domatesler, biberler kütür kütür; reçeller, salçalar gani ganiydi. Kestane balı Çan’dan, yumurtalar Havdan’dan, peynirler ve kaymak Kaşıkçıoba köyündendi. Kırma zeytinin yeşil sırtında parlayan yağ göz kamaştırıyordu. Alüminyum tavaya kıpkırmızı yağını salmış Yanturalı sucuğuna banılsın diye Şazika komşu iki gündür somun somun ekmek çıkarıyordu bahçesindeki toprak fırından.
Wiesbaden’dan yola koyulurken arabaya doldurulan gözlemeler, haşlanmış yumurta ve kuru köfteler ikinci günün sabahında tükenince kalan yol boyu bisküvi ve kabak çekirdekli galeta yiyip vişne suyu içmekten mideleri büzüşmüş, yorgunluksa iştahlarını temelli kesmişti. Önce bir nazlandılar sofraya. Sonra Koca Hala hepsini ellerinden çekelediği gibi dizdi tepsinin etrafına. İki bin dört yüz kilometrenin yorgunları, sevinçten yanakları ala boyalı karşılayıcılarının bakışları arasında çöktüler memleket toprağının ilk sofrasına.
Peynirler kokuyordu Münevver’e göre. Ekşi ve çok tuzluydular hem. Ekmeğin dilimleri ele sığmayacak kadar büyük, ısırılamayacak kadar kalındı. Sapsarı tereyağı erimeye başladığında terli bir hayvan gibi görünmüştü gözüne. Yumurtaya zaten el sürmezdi, onun için getirilen sütte de bir parmak kaymak vardı, midesi bulanmıştı. Ama sucuğu sevmişti. Almanya’dan bildiği bir şeylere benzetmiş ama şimdi uyku sersemi ne olduğunu tam çıkaramamıştı. Yine de herhalde o şeyden daha lezzetliydi. Babasının
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıTatil Kitabı
- Sayfa Sayısı240
- YazarMahir Ünsal Eriş
- ISBN9786256162525
- Boyutlar, Kapak13.5x19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nevbahar ~ Hıfzı Topuz
Nevbahar
Hıfzı Topuz
Üst üste birçok baskı yapan Meyyale romanının ardından ailenin sonraki kuşaklarını Nevbahar’da anlatan Hıfzı Topuz, bu kez Osmanlı’nın çöküşünden 1950’lere kadar uzanan bir panorama çiziyor. Savaşlar, sürgünler, evlilikler, aşklar ve bağımsızlık mücadelesinin gizli kahramanları...
- Velhasıl ~ Ercan Kesal
Velhasıl
Ercan Kesal
“‘Geçmiş’, ‘bugün’ dediğimiz şeyin içinde saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu. Yaşadığımız her şey, ardımızdan yuvarlanıp...
- Kapalı Gişe Yalnızlık ~ Serkan Özel
Kapalı Gişe Yalnızlık
Serkan Özel
Canı yanardı… “Geçmiş olsun!” derdim. Yüreği burkulurdu… “Geçmiş olsun!” derdim. “Ama seni seviyorum…” derdi. “Geçmiş olmasın!” derdim. Niye biliyor musunuz? Çünkü aşktı benim tek...