İtalyan edebiyatının köşe taşlarından Dino Buzzati’nin ilk romanı olan Tatar Çölü, modernist edebiyata yapılmış en önemli katkılardan biri. Genç teğmen Giovanni Drogo, ilk görev yeri olarak Tatar Çölü’ndeki Bastiani Kalesi’ne tayin edilir. Uzun boylu kalmak istemediği bu sınır bölgesinde geçirdiği seneler ona, vaktiyle gözünde büyüttüğü zafer tutkusunun kofluğunu ve askerlik hayatının monotonluğunu öğretir.
“Yaşamı boyunca beklediği an” bir türlü gelmez. Zamanla “sesi, ihtiyar sesine dönüşür”, “bakışları çok yaşlı bir adamın bakışları gibi sarımtırak ve camdan bir görünüş alır”. Varoluşun anlamsızlığı, boylu boyunca serilir önüne. Gündelik hayatın durağan ritmi, alışkanlıkların uyuşturucu etkisi ruhunun derinliklerine işlerken Tatar Çölü’nün sadece kendisinin değil aynı zamanda insanlığın sınır bölgesi olduğunu anlar. Edebiyatta Beckett, Camus ve Kafka’nın başlattığı varoluşsal sorgulamaya karmaşık bir boyut katan, zengin bir anlatı Tatar Çölü.
“Tatar Çölü, sadece aklıyla hareket ettiğini düşünen insanlara meydan okumak gibi büyük bir riski göze alan, sıra dışı bir roman.”
Tim Parks
I
Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi’ne gitmek üzere, kenti bir eylül sabahı terk etti.
Uyandırılıp da ilk kez teğmen üniformasını giydiğinde henüz gün ağarmamıştı. Giyindikten sonra, bir gaz lambasının ışığında, aynada kendisine baktı ama umduğu sevinci hissetmedi. Evde, yalnızca, kendisine veda etmek üzere kalkan annesinin bulunduğu yan odadan gelen küçük tıkırtıların bozduğu derin bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Yıllardan beri hep bu anı, gerçek yaşamının başlayacağı bu günü beklemişti. Harp Akademisi’nde geçen kasvetli günleri düşündüğünde, sokaktan geçen ve mutlu olduklarına inandığı özgür insanların seslerini duyduğu hüzünlü etüt akşamları aklına geldi; aynı zamanda, karakışta, ceza karabasanının kol gezdiği buzlu odalardaki uyanışlarını ve günlerin saymakla bitmeyeceğini düşündüğünde içini saran endişeyi de anımsadı.
İşte şimdi tüm bunlar geçmişte kalmış, subay olmuştu; artık kitapların önünde betinin benzinin atması ve çavuşun sesini duyduğunda tir tir titremesi söz konusu değildi. O iğrenç günler artık tamamiyle bitmiş ve bir daha asla geri gelmeyecek aylar ve yıllara dönüşmüştü. Evet, artık subaydı, para kazanacak, belki de güzel kadınların bakışlarına maruz kalacaktı. Ama, sonuçta, en güzel yıllarının, ilk gençliğinin belki de artık tükendiğini de fark etmekteydi. Ve sabit bakışlarla incelediği aynada, boşuna sevmeye çalıştığı yüzünde zoraki bir gülümseme görüyordu.
Ne saçma! Neden Giovanni Drogo, annesiyle vedalaşırken kaygısız bir biçimde gülümseyemiyordu ki? Neden onun son öğütlerine kulak bile vermiyor, o çok yakın ve çok insani sesin tınısını güçlükle algılayabiliyordu? Neden her biri yerli yerinde duran saatini, kırbacını, kepini bulamayıp, odasında kısır bir asabiyetle dönüp duruyordu? Savaşa gitmiyordu ya! Halbuki, aynı saatlerde, yüzlerce teğmen, eski okul arkadaşları, baba evlerini, neşeli kahkahalar arasında bir şölene gidermişçesine terk ediyorlardı. Neden onun dudaklarından, sevgi dolu ve yüreklendirici sözcükler yerine sıradan ve anlamsız lakırdılar çıkıyordu ki? Her değişimin kendisiyle birlikte sürüklediği umut ve kaygıları tattığı bu eski evden ilk kez ayrılmanın acısı ve annesine veda etmenin heyecanı yüreğini doldurmaktaydı, ama tüm bu duyguların üzerinde tanımlayamadığı güçlü bir düşüncenin ağırlığını, adeta değiştirilemeyecek bir şeylerin olacağını, neredeyse dönüşü olmayan bir yola çıkışın sezgisini hissediyordu.
Arkadaşı Francesco Vescovi, bir süre atla kendisine eşlik etti. Atların adımları ıssız sokaklarda yankılanıyordu. Tan ağarıyordu, kent henüz uykudaydı; sağda solda, üst katlarda pencereler açılıyor, bezgin suratlar beliriyor, ruhsuz bakışlar bir an, o harikulade gün doğumuna takılıyordu.
İki arkadaş konuşmuyordu. Drogo, Bastiani Kalesi’nin neye benzediğini düşünüyor ama bir türlü gözünün önüne getiremiyordu. Bu kalenin nerede olduğunu ve ne kadar yol katedeceğini bile bilmiyordu. Kimileri atla bir günlük, kimileri ise daha az yolunun olacağını söylemişti ama, sonuçta sorduğu kişilerden hiçbirinin oraya gitmemiş olduğunu öğrenmişti.
Kentin çıkışına geldiklerinde, Vescovi, sanki Drogo basit bir geziye çıkıyormuşçasına, heyecanla sıradan şeylerden söz etmeye başlamıştı. Sonra bir ara:
“Bak,” dedi, “şu yeşil dağı görüyor musun? Evet, şunu. Tepedeki binayı seçebiliyor musun? İşte o bina, kaleye aittir. İleri tabyalarından biridir. İki yıl önce, amcamla ava giderken oradan geçtiğimi anımsıyorum”.
Kenti geride bırakmışlardı. Mısır tarlaları, kırlar ve güzün kızıl renklere boyadığı korular belirmeye başlamıştı. Giovanni ile Francesco güneşin kavurduğu beyaz yolda yan yana ilerliyorlardı. Arkadaştılar, uzun yıllar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı tutkuları, aynı dostlukları paylaşmışlardı; birbirleriyle her gün görüşmüşlerdi; sonra Vescovi ticarete atılmış, Drogo ise subay çıkmıştı, şimdiyse Francesco’nun kendisine ne kadar yabancı olduğunu hissediyordu. Artık bu kolay ve hoş yaşam kendisine ait değildi. Şimdiden kendi atıyla Francesco’nunkinin farklı olduğunu düşünüyordu; kendi atının yürüyüşü daha ağır, daha durgundu, hayvan bile yaşamının değişmek üzere olduğunu hissediyordu adeta.
Bir yamacın tepesine varmışlardı. Drogo geri döndü ve ışığı arkasına alarak kente baktı; damlardan sabahın başladığına işaret eden dumanlar yükseliyordu. Uzakta kendi evini gördü. Odasının penceresine baktı. Pencere açıktı, hizmetçiler ortalığı topluyor olmalıydı. Yatağı bozacak, ortalığa saçılmış eşyaları bir dolaba kaldırıp pencereleri kapatacaklardı. Aylar boyunca odaya tozdan, bir de belki güneşli havalarda ince ışık huzmelerinden başka hiçbir şey girmeyecekti. İşte, çocukluğunun küçük dünyası böylece karanlığa gömülüyordu. Annesi, dönüşünde Drogo’nun kendisini yeniden o dünyada hissedebilmesi ve orada, uzun yokluğuna rağmen yeniden bir çocuk olarak kalabilmesi için, odasını öylece saklayacaktı; yaa… demek ki annesi, bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine, oğlu geri geldiğinde kapı ve camları açmakla her şeyin eskisi gibi olabileceğine inanıyordu.
Arkadaşı Vescovi orada, sevgiyle kendisine veda etti ve Drogo dağlara doğru yoluna tek başına devam etti. Kaleye giden vadinin girişine vardığında güneş tam tepedeydi. Sağda, bir yükseltinin tepesinden, Vescovi’nin kendisine gösterdiği tabya seçilebiliyordu. Oraya varmak için pek fazla yolu kalmamış gibiydi.
Bir an önce varma endişesiyle dolu olan Drogo, yemek molası vereceğine, zaten yorulmuş olan atını giderek daha sarp ve dik yamaçlar arasında uzayan yola doğru çevirdi. Gitgide daha az insana rastlıyordu. Giovanni bir arabacıya kaleye varmak için daha ne kadar yolu olduğunu sordu.
“Kale mi?” dedi adam. “Ne kalesi?”
“Bastiani Kalesi,” dedi Drogo.
“Buralarda kale falan yok,” dedi arabacı. “Buralarda bir kaleden söz edildiğini hiç duymadım.”
Anlaşılan, adam dünyadan habersizdi. Drogo yeniden yola koyuldu. Öğleden sonra saatler ilerledikçe yavaş yavaş endişelenmeye başladı. Kaleyi görebilmek için vadinin çok dik yamaçlarını dikkatle inceliyor, dik duvarlarıyla bir tür eski şato bulacağını düşlüyordu. Saatler geçtikçe Francesco’nun kendisine yanlış bilgi verdiğine kanaat getiriyordu; gösterdiği tabya çoktan gerilerde kalmış olmalıydı. Akşam bastırıyordu.
Giovanni Drogo’yla atına bir bakın: Giderek daha dik ve vahşi görünen dağın yamacında ne kadar da küçük görünüyorlar. O, kaleye gece bastırmadan varabilmek için tırmanmaya devam ediyor ama kendisinden daha çevik olan gölgeler, hızla derenin çağıldadığı boğazdan yukarı doğru yükseliyorlar. Bir an karşı yamaçta tam Drogo’nun hizasına varıyor ve sanki onun cesaretini kırmamak istermişçesine akışlarını yavaşlatıyor ama sonra bayırlara ve kayalara tırmanarak yeniden aralardan geçip, atlıyı geride bırakıyorlar.
Tüm vadi mor gölgelere bürünmüştü, yalnızca inanılmaz yüksekliklerdeki otlu ve çıplak doruklar güneş ışınlarıyla parlıyordu ki Drogo kendisini birdenbire o pek temiz ikindi göğünün altında kapkara, kocaman, eski ve tamamen ıssız görünen askerî tarzda bir yapının karşısında buldu: Burası, kale olmalıydı. Ama duvarlardan manzaraya kadar her şey kasvetli ve iç bunaltıcı bir görünümdeydi.
Yapıyı çepeçevre dolaştı ama girişi bir türlü bulamadı. Havanın iyice kararmış olmasına karşın, pencerelerin hiçbirinde ışık yoktu, nöbet mahallinde bulunması gereken nöbetçilerin fenerleri de görünmüyordu. Sonunda Drogo seslenmeye çalıştı: “Heyy!” diye bağırdı. “Kimse yok mu?”
Duvarların dibine çökmüş gölgelerin arasından berduş ve dilenci kılıklı, gri sakallı, elinde küçük torbasıyla bir adam fırladı. Ama alacakaranlıkta pek iyi seçilemiyor, yalnızca gözlerinin akı parıldıyordu. Drogo ilgiyle adama baktı.
“Kimi arıyorsunuz efendim?” diye sordu adam.
“Kaleyi arıyorum. Bu bina mı?”
“Burada kale falan yok,” dedi yabancı kalender bir tavırla. “Her yer kapalı, aşağı yukarı on yıldır kimse yok burada.”
“Peki o zaman kale nerede?” diye sordu Drogo, aniden bu yabancıya sinirlenmişti.
“Hangi kale? Şu olmasın?” diyen yabancı eliyle uzaklara işaret etti.
Karanlığa gömülü kayaların arasındaki bir yarıktan ve düzensiz basamakların ardında, hesaplanması güç bir mesafede, Giovanni, hâlâ batan güneşin kızıllığına bürünmüş ve adeta bir masaldan çıkmış gibi duran çıplak bir düzlük ve bu düzlüğün kıyısında özel sarımsı bir renkte, düzgün, geometrik bir çizgi gördü: Bu, kalenin siluetiydi.
Öff, kale hâlâ ne kadar da uzaktı! Kim bilir daha kaç saatlik yolu vardı, halbuki Drogo’nun atı yorulmuştu! Drogo, gözleri kamaşmışçasına hâlâ kaleye bakıyor ve bu yapayalnız dünyadan tamamen tecrit edilmiş durumda olduğundan adeta ulaşılmaz görünen yapıda hoşa giden ne olabileceğini düşünüyordu. Ne gibi gizler saklıyordu? Ama bunlar son demlerdi. Güneşin son ışınları da yavaş yavaş uzaktaki tepeden çekiliyor ve sarı kulelerde, gelen gecenin kurşuni dumanları beliriyordu.
II
Aniden geceye yakalandığında, Giovanni Drogo hâlâ yol alıyordu. Vadi daralmış, kale, dağların kalın perdesi ardında yok olmuştu. Tek bir ışık, en ufak bir gece kuşunun çığlığı dahi yoktu; yalnızca ara sıra uzaklardaki bir suyun çağıltısı duyuluyordu.
Drogo seslenmeye çalıştı ama yankının kendisine iade ettiği seste düşmanca bir tını vardı. Atını, yol kenarında, hayvanın ot bulabileceği bir ağaç dibine bağladı. Sonra, sırtını ağaca vererek oturdu, katetmesi gereken yolu, rastlayacağı kişileri, gelecekteki yaşamını düşünerek ve tüm bu düşünceler arasında kendisini sevindirecek hiçbir öğeye rastlamaksızın uykuyu beklemeye koyuldu. Arada bir, atı, tuhaf ve tatsız biçimde yeri tepiyordu.
Sabaha karşı, Giovanni yeniden yola koyulduğunda, vadinin karşı yamacında, yaklaşık aynı yükseklikte başka bir yolun olduğunu fark etti ve bir süre sonra o yolda bir şeyin hareket ettiğini gördü. Güneş henüz o hizaya kadar yükselmemişti ve yarları dolduran dumanlar iyi seçmesini engelliyordu. Yine de Drogo hızlanarak o şeyle aynı hizaya gelmeyi başardı ve bunun bir adam, atlı bir subay olduğunu fark etti.
Nihayet kendisi gibi bir adam, birlikte gülüp şakalaşabileceği, kendilerini bekleyen yaşamdan söz edebileceği, avcılıktan, kadınlardan, şehirden; şu anda Drogo’nun gözünde çok çok uzak bir dünyaya gömülmüş olan şehirden söz edebileceği, dost bir varlık bulmuştu.
Bu arada vadi giderek daralıyor, yollar birbirine yaklaşıyordu; Giovanni Drogo, diğer atlının bir yüzbaşı olduğunu fark etti. Önce, seslenmeye cesaret edemedi, bu davranışının saçma ve saygısızca olduğu düşünülebilirdi. Böyle yapacağına, elini kepine götürerek birkaç kez selam verdi ama karşısındaki atlı yanıt vermiyordu. Drogo’yu görmemiş olmalıydı.
Sonunda sabırsızlığına yenik düşen Drogo:
“Yüzbaşım,” diye seslendi.
Ve yeniden selam verdi.
Karşı taraftan gelen bir ses:
“Ne var?” dedi.
Yüzbaşı durmuş dikkatle selam vermişti, Drogo’ya seslenmesinin nedenini soruyordu. Sorusunda hiçbir kızgınlık ifadesi yoktu. Yine de subayın şaşırmış olduğu hissediliyordu.
“Ne var?”
Yüzbaşının sesi yeniden yankılandı ama bu kez birazcık sinirli gibiydi.
Giovanni durdu, ellerini ağzına götürdü ve tüm gücüyle cevap verdi.
“Hiç! Yalnızca size selam vermek istedim!”
Bu, aptalca, hatta kötü bir şaka izlenimi uyandırabileceğinden neredeyse hakaretamiz bir açıklamaydı. Drogo hemen kendini toparladı. Ne aptalca bir tuzağa düşmüştü, üstelik bunun tek nedeni, kendi kendisiyle yetinememesiydi.
“Siz kimsiniz?” diye seslendi yüzbaşı.
İşte bu tam da Drogo’nun korktuğu soruydu. Vadinin bir yamacıyla diğer yamacı arasında süregiden bu hasbıhal giderek hiyerarşik bir sorgu havasına bürünüyordu. Bu kötü bir başlangıç olmuştu çünkü yüzbaşının kaledeki subaylardan biri olması muhtemel hatta belki de kesindi. Ne olursa olsun yanıtlaması gerekiyordu.
“Teğmen Drogo,” diye bağırdı Giovanni.
Yüzbaşı kendisini tanımıyordu ve tanıma olasılığı da yoktu. Çünkü o mesafeden ismi anlaması mümkün değildi ama yatışmış olmalıydı ki, adeta yakında karşılaşacaklarını söylemek istermişçesine anladığına dair bir işaret yaparak yeniden yola koyuldu. Gerçekten de, yarım saat sonra, boğazın daraldığı bir noktada, karşısına bir köprü çıktı. İki yol burada birleşiyordu.
Köprüde iki adam karşılaştılar. Yüzbaşı, atıyla Drogo’ya yaklaştı ve elini uzattı. Kırk yaşlarında, belki de daha yaşlı, kuru ve kibar yüzlü bir adamdı. Üniformasının kesimi pek zevkli olmamakla birlikte tamamen yönetmeliğe uygundu. Kendini tanıttı:
“Yüzbaşı Ortiz.”
Elini sıktığında Drogo birden, kalenin dünyasına girdiğini duyumsadı. Bu henüz ilk bağlantıydı, daha sonra, kendisini oraya tamamen zincirleyecek sayısız ve her türden başka bağlantılar da olacaktı.
Yüzbaşı, hiç vakit yitirmeden yeniden yola koyuldu; yanından, ama rütbesine saygıdan biraz geriden gelen Drogo, onun az önceki tatsız konuşmalarıyla ilgili hoş olmayan anıştırmalar yapmasını bekliyordu. Ama yüzbaşı susuyordu, belki canı konuşmak istemiyor, belki de çekingen olmasından dolayı söze nereden gireceğini bilemiyordu. Yol engebeli, güneş yakıcıydı, iki at yavaş yavaş ilerliyordu.
“Az önce, uzak mesafeden,” dedi nihayet yüzbaşı Ortiz, “adınızı pek iyi anlayamadım. Drogo muydu?”
“Drogo,” diye yanıtladı Giovanni, “g ile, Drogo Giovanni. Aslında ben affınıza sığınmak isterim yüzbaşım, az önce size seslendiğim için. Tahmin edeceğiniz gibi,” diye ekledi suçunu hafifletmek istercesine, “o uzaklıktan rütbenizi pek iyi seçememiştim”.
“Gerçekten de göremezdiniz,” dedi Ortiz, ona karşı çıkmaktan vazgeçip kabullenmişti; gülmeye başladı.
“Peki böyle nereye gidiyorsunuz?”
“Bastiani Kalesi’ne. Doğru yolda değil miyiz?”
“Yoo, doğru yoldayız.”
Sustular. Hava sıcaktı ve her taraf otlarla kaplı, vahşi ve dev gibi dağlarla çevriliydi.
“Yaa,” dedi Ortiz, “demek kaleye gidiyorsunuz? Herhalde haber götürüyor olmalısınız”.
“Hayır yüzbaşım, göreve başlayacağım, tayinim çıktı.”
“Kadrolu olarak mı?”
“Evet kadrolu olmam gerek… bu ilk tayinim.”
“O zaman mutlaka kadrolusunuzdur.. İyi, madem öyle, çok iyi… sizi kutlarım.”
“Teşekkür ederim yüzbaşım.”
Sustular ve biraz daha ilerlediler. Giovanni çok susamıştı, yüzbaşının eyerinde asılı tahta bir matara vardı ve içindeki suyun lıkır lıkır sesi duyuluyordu.
“İki yıllığına mı,” diye sordu Ortiz.
“Affedersiniz yüzbaşım; ne demek istemiştiniz?”
“Kaleye, âdet olduğu üzere iki yıllığına tayin edilmiş olmalısınız demek istedim. Öyle değil mi?”
“İki yıl mı? Bilmiyorum. Bana süreyle ilgili bir şey söylemediler.”
“Muhakkak iki yıldır; siz bütün yeni mezun teğmenler iki yıl kalır gidersiniz.”
“İki yıl herkese uygulanan bir kural mıdır?”
“İki yıl ama kıdeminize dört yıl olarak işler, nitekim sizi de ilgilendiren bu yönüdür, öyle değil mi, yoksa kim buraya gelmek ister ki? Ama insan hızla terfi etmek için her şeye alışabilir, öyle değil mi? Bastiani Kalesi’ne bile.”
Drogo bunu hiç düşünmemişti ama aptal yerine konmamak için, genelgeçer bir cümleyle lafa girdi:
“Muhakkak ki pek çok kişi…”
Ortiz üstelemedi, görünüşe bakılırsa bu konuyla artık ilgilenmiyordu. Ama artık buzların eridiğini düşünerek Giovanni bir soru sorma cesaretini buldu:
“Kalede geçirilen hizmet yılları herkes için iki katı olarak mı kabul ediliyor?”
“Herkesten neyi kastediyorsunuz?”
“Diğer subaylar demek istiyordum.”
Ortiz güldü:
“Yaa, evet herkes için, ne demezsiniz! Hiç olur mu! Tabii ki yalnızca alt düzeydeki subaylar için, öyle ya yoksa kim buraya gönderilmeyi isterdi ki?”
“Ben böyle bir talepte bulunmadım,” dedi Drogo.
“Müracatta bulunmadınız mı?”
“Hayır, yüzbaşım. Yalnızca iki gün önce, Bastiani Kalesi’ne tayin edildiğimi öğrendim.”
“Ya! Bu pek tuhaf, gerçekten de…”
Yeniden sustular. Her biri başka bir şey düşünüyor gibiydi. Derken Ortiz konuştu:
“Belki de…”
Giovanni hareketlendi:
“Efendim yüzbaşım?”
“Diyordum ki; belki de başka hiç müracaat olmadığından sizi doğrudan buraya tayin etmişlerdir.”
“Olabilir yüzbaşım.”
“Evet, mutlaka öyle olmuştur.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTatar Çölü
- Sayfa Sayısı232
- YazarDino Buzzati
- ISBN9789754701258
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Limon Yapraklarının Kokusu ~ Clara Sanchez
Limon Yapraklarının Kokusu
Clara Sanchez
Otuz yaşındaki Sandra, erkek arkadaşından ve işinden ayrıldıktan sonra Costa Blancadaki bir köye sığınır. Hayatına yeni bir yön vermek ister ve bunu nasıl yapacağına...
- Pollyanna ~ Eleanor H. Porter
Pollyanna
Eleanor H. Porter
Pollyanna, Amerikan edebiyatının umudu ve iyimserliği temsil eden, bu özelliğiyle de en çok sevilen karakterlerinden biridir. Anne ve babasını kaybettikten sonra tek akrabası Polly...
- İntikam Oyunları – Enginlik Serisi 5. Kitap ~ James S.A. Corey
İntikam Oyunları – Enginlik Serisi 5. Kitap
James S.A. Corey
“Şiddet, entrika, hırs ve umut üzerine çarpıcı bir kitap. Corey, özgürlük için savaşan kahramanların ve isyancıların bu yüksek tempolu macerasında gerilimi durmaksızın tırmandırıyor.” ––PUBLISHERS...