J.M. Coetzee, kazandığı Booker Ödüllerini almaya bile gitmeyecek kadar içine kapalı bir yazar. Rian Malan onu şöyle anlatıyor: “Coetzee bir keşiş gibi disiplinli ve ölçülü yaşar. İçki ve sigara içmez, et yemez. Formunu korumak için bisikletle kilometrelerce yol yapar. Her sabah en az bir saatini çalışma masasının başında geçirir.” Yine başka bir meslektaşı, Coetzee’yle çalıştığı 10 yıl içinde onun sadece bir kez güldüğünü görmüş. Birkaç kez Coetzee’nin de bulunduğu yemek davetlerine katılan bir tanıdığı ise davet boyunca ağzından tek sözcük çıkmadığını belirtiyor.
Kendisini böyle gizleyen bir yazarın yaşamöyküsünü yazması, şaşırtıcı gelebilir. Ne var ki Coetzee bu kitabıyla, yaşamdaki olayların “geçmiş” gerçeğiyle “bugün” anımsanan bölümü arasındaki gerilime sıkışan alışılagelmiş otobiyografi geleneğine sırt çeviriyor. Yaşamını katı bir gerçekçilikle aktarırken kendisi hakkında pek çok şeyi anlatıyor, ama ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğu belli değil. Kitabın Çocukluk ve Gençlik bölümleri, birinci değil üçüncü şahıs ağzından aktarılarak kurguya daha da yaklaşıyor. Buna karşılık Yaz Mevsimi bölümü, yazarı iyice dışlayarak biyografisini yaşamında yer tutmuş beş kişiyle yapılan röportajlar şeklinde sunuyor. Sonuçta Taşra Hayatından Manzaralar, otobiyografi değil, “otobiyografik roman” ya da “kurgulanmış biyografi” olarak tanımlanıyor.
İçindekiler
ÇOCUKLUK ………………………………………………………….. 11
GENÇLİK …………………………………………………………….. 181
YAZ MEVSİMİ………………………………………………………. 359
Defterler ………………………………………………………….. 361
Julia ………………………………………………………………… 374
Margot …………………………………………………………….. 439
Adriana…………………………………………………………….. 505
Martin ……………………………………………………………… 550
Sophie …………………………………………………………….. 563
Defterler: tarihsiz bölümler …………………………………. 585
Yazarın notu ………………………………………………………….. 605
Çocukluk
1
Worcester kasabasının dışında, demiryoluyla Ulusal Karayolu’nun arasındaki bir sitede yaşıyorlar. Sitenin sokakları ağaçların adını taşısa da henüz ortada ağaç yok. Adresleri, Kavaklı Cadde, 12 numara. Tüm evler yeni ve birörnek. Hiçbir şeyin bitmediği kızıl killi kocaman parseller tel çitlerle birbirinden ayrılmış. Arka bahçelerin her birinde odayla banyodan ibaret birer müştemilat var. Hizmetçileri olmamasına rağmen oraya “hizmetçi odası” ve “hizmetçi banyosu” diyorlar. Hizmetçi odasını ardiye olarak kullanıyorlar: gazeteler, boş şişeler, kırık bir koltuk, eski bir lifli yatak. Bahçenin bir ucuna bir kümes yapıp içine yumurtlaması beklenen üç tavuk koyuyorlar. Fakat tavuklar gelişmiyor. Yağmur suyu killi topraktan sızmadığı için havuzcuklar halinde bahçede birikiyor. Kümes leş kokulu bir batağa dönüyor.
Tavukların fil derisini andırır bacaklarında koca şişlikler oluşuyor. Aksiliği tutan marazlı kuşlar yumurtlamayı hepten bırakıyor. Annesi, Stellenbosch’taki kız kardeşine danışıyor ve ancak dillerinin altındaki çıkıntılı kabuklar kesip çıkarılırsa yine yumurtlamaya başlayacakları cevabını alıyor. Böylece tavukları birer birer dizlerinin arasına alıp gagaları açılana kadar gırtlaklarını sıkıyor ve bir bıçağın ucuyla dillerine davranıyor. Tavuklar cıyaklayıp kıvranıyor, gözleri yuvalarından uğruyor. Oysa ürperip uzaklaşıyor. Annesinin parça eti mutfak tezgâhına çarpıp kuşbaşı doğramasını düşünüyor; kanlı parmaklarını düşünüyor. En yakın dükkânlar, okaliptüslerin sıralandığı çirkin yolun bir buçuk kilometre ilerisinde. Sitedeki kutu gibi eve hapsolan annesinin bütün gün silip süpürmekten başka yapacak işi yok. Yelin estiği her seferinde kapı altlarından, pencere çatlaklarından, saçak altlarından, tavandaki bitişme yerlerinden aşıboyası renkli incecik bir kil tozu vuruyor. Gün boyu süren bir fırtınanın ardından ön duvarın eteğinde santimetrelerce toz yığılmış oluyor.
Elektrikli süpürge alıyorlar. Annesi, tozu gümbürtülü karnına çeken ve üstünde bir engeli aşar gibi atlayan gülümser kırmızı bir gulyabaninin olduğu süpürgeyi her sabah oda oda dolaştırıyor. Bir gulyabani: Niçin? Elektrikli süpürgeyle oynuyor, kâğıtları yırtıp şeritlerin rüzgârdaki yapraklar gibi hortumdan yukarı uçuşunu izliyor. Hortumu sıra halindeki karıncaların üstüne tutuyor, onları ölümüne emiyor. Worcester’da karınca var, sinek, kıyamet gibi pire var. Worcester, Cape Town’dan yalnızca yüz elli kilometre uzakta olmasına rağmen burada her şey daha kötü. Çoraplarının üstünde halka halinde pire ısırığı, ısırıkları kaşıdığı yerde yara kabukları var. Bazı geceler kaşınmaktan uyuyamıyor.
Cape Town’dan niçin ayrılmaları gerektiğini anlayamıyor. Annesi de huzursuz. Keşke bir atım olsa, diyor. En azından veld’de1 at binerdim. At mı, diyor babası: Lady Godiva mı olmak istiyorsun? Annesi at almıyor. Onun yerine hiç haber vermedenbir bisiklet alıyor, ikinci el, siyaha boyalı bir kadın bisikleti. Bisiklet o kadar iri ve ağır ki, bahçede onu kendi denemeye kalkınca pedalları çeviremiyor. Annesi bisiklet binmeyi bilmiyor; belki at binmesini de bilmiyordur. Basit olduğunu düşünerek aldı bisikleti. Şimdi de ona öğretecek birini bulamıyor. Babası sevincini gizleyemiyor. Kadınlar bisiklet binmez, diyor. Annesi boyun eğmiyor. Bu evde mahpus kalmayacağım, diyor.
Özgür olacağım. Başta annesinin bisiklet sahibi olmasını harika bulmuştu. Hatta annesi ve erkek kardeşiyle birlikte Kavaklı Cadde’den aşağı bisiklet üstünde giderken hayal etmişti kendini. Fakat annesinin ancak dik kafalı bir sessizlikle karşılayabildiği babasının şakalarını işittikçe şimdi bocalıyor. Kadınlar bisiklet binmez: Ya babası haklıysa? Annesi ona bisiklet öğretecek kimseyi bulamıyorsa, Reunion Parkı’nda hiçbir ev kadını bisiklet binmiyorsa belki de sahiden kadınların bisiklet binmemesi gerekiyordur. Annesi bahçede tek başına öğrenmeye çalışıyor. Bacaklarını iki yandan ileriye uzatarak tavukların kümesine doğru iniyor. Bisiklet devrilip duruyor. Bisikletin kadranı olmadığı için annesi düşmüyor, yalnızca gidona tutunarak saçma bir şekilde sendeliyor. Annesine tepki duymaya başlıyor. O akşam babasının şakalarına o da katılıyor. Bunun nasıl bir ihanet olduğunun farkında. Artık annesi yapayalnız.
Gelgelelim, annesi kararsızca, sallantıyla da olsa, pedalları çevirmek için tüm gücünü harcayarak da olsa bisiklet binmesini öğreniyor. Okulda olduğu sabahlar annesi Worcester’a seferler yapıyor. Onu bisikleti üstünde yalnızca bir kere görüyor. Beyaz bir bluzla siyah etek giyiyor. Kavaklı Cadde’den aşağı, eve doğru gidiyor. Saçları rüzgârda akıyor. Bir kız gibi genç görünüyor, genç, taze ve gizemli.
Babası, duvara dayalı ağır siyah bisikleti her gördüğünde onunla ilgili şakalar yapıyor. Şakalarında Worcesterlılar, bisikleti güçlükle kullanan kadını ağzı açık izlemek için işlerini güçlerini bırakıyorlar. Onunla alay ederek, Bas! Bas! diye sesleniyorlar: Hadi! Şakaların hiçbir komik yanı olmasa da o ve babası gülüyorlar. Annesine gelince; hazırcevap değil, öyle bir yeteneği yok. “Gülün bakalım,” diyor. Derken, bir gün, hiçbir açıklama yapmadan bisiklet binmeyi bırakıyor. Çok geçmeden bisikletin kendi de kayboluyor. Kimse tek söz söylemiyor, ama annesinin yenildiğini, hizaya getirildiğini anlıyor, günahın bir bölümünü yüklenmesi gerektiğini biliyor. Kendi kendine, bir gün gönlünü alacağım, diye söz veriyor. Annesinin bisikletli hali gözünün önünden gitmiyor. Ondan kaçarak Kavaklı Cadde’den yukarı, kendi arzusuna doğru pedal çeviriyor kadın. Ama gitmesini istemiyor. Kendine ait bir arzusunun olmasını istemiyor. Onun hep evde olmasını, kendi eve geldiğinde onun bekliyor olmasını istiyor. Ona karşı babasıyla her zaman birlik olmuyor: Tek istediği, babasına karşı onunla birlik olmak. Fakat şu durumda o da erkeklerin safında yer alıyor.
2
Annesiyle hiçbir şey paylaşmıyor. Okul hayatını ondan sıkıca saklıyor. Kusursuz gelecek olan dönem karnesinde görünenden başka hiçbir şey öğrenmemesine karar veriyor. Sınıfında hep birinci olacak. Davranışı hep Pekiyi, ilerlemesi Mükemmel olacak. Karnesi aksaksız olduğu sürece ona soru sormaya hakkı olmayacak. Kafasında böyle bir anlaşma kuruyor. Okuldaki durum: Oğlanlar dayak yiyor. Her gün aynı. Eğilip parmak uçlarına dokunmaları söylenen oğlanlar bir sopayla dayak yiyor. Üçüncü sınıfta Rob Hart adında bir sınıf arkadaşı var ki, öğretmen onu dövmeyi özellikle seviyor. Üçüncü sınıf öğretmeni, Mrs. Oosthuizen adında saçları kınalı, kolay heyecana kapılır bir kadın.
Ailesi bir yerden onu Marie Oosthuizen olarak tanıyor: Kadın tiyatro oyunlarında yer alıyor ve hiç evlenmemiş. Belli ki okul dışında da bir hayatı var, ama ne olduğunu tahayyül edemiyor. Zaten hiçbir öğretmenin okul dışındaki hayatını tahayyül edemiyor. Mrs. Oosthuizen’in öfkeden gözü kararınca Rob Hart’ı sırasından çağırıyor, eğilmesini söylüyor ve kıçına vurmaya başlıyor. Darbeler peş peşe öyle hızla sıralanıyor ki, sopa Rob Hart’ın kıçından sanki neredeyse hiç kalkmıyor. Mrs. Oosthuizen’in işi bittiğinde çocuğun yüzü kızarmış oluyor. Fakat ağlamıyor; hatta yüzünün kızartısı sırf eğilmesinden bile olabilir. Mrs. Oosthuizen’se derin derin soluyor ve ağlamanın eşiğinde görünüyor… ağlamanın ve başka taşkınlıkların. Böylesine denetimsiz duygu patlamalarının ardından bütün sınıf susuyor ve zil çalana kadar da öyle kalıyor. Mrs. Oosthuizen, Rob Hart’ı ağlatmayı hiç başaramıyor; belki bu yüzden gözü o kadar kararıyor ve onu o kadar –kimseyi dövmediği kadar– dövüyor. Rob Hart sınıftaki oğlanların en büyüğü, ondan neredeyse iki yaş büyük (o ise sınıfın en küçüğü); Rob Hart’la Bayan Oosthuizen arasında vâkıf olamadığı bir şeylerin döndüğünü seziyor.
Rob Hart, pervasızca uzun boylu ve yakışıklı. Akıllı olmamasına, hatta sınıfta kalması bile mümkün olmasına rağmen ona bir meyli var. Rob Hart, onun henüz yol bulamadığı bir dünyanın üyesi: cinsellik ve dayaklı bir dünyanın. Kendisine gelince; ne Mrs.Oosthuizen’den ne de başka birinden dayak yemeye hevesi yok. Dayak yemenin fikri bile onu utancından kıvrandırıyor. Öyle bir duruma düşmemek için yapmayacağı şey yok. O bakımdan onda doğal olmayan bir yan var ve o da bunu biliyor. O, çocukların yalnızca dövülmediği değil, büyüklere de adlarıyla hitap edildiği, kimsenin kiliseye gitmediği ve ayakkabıların her gün giyildiği doğal olmayan ve utanç verici bir aileden geliyor. İster erkek olsun ister kadın, okulundaki her öğretmenin bir sopası var ve onu istediği gibi kullanabiliyor. O sopaların her birinin, oğlanların da bildikleri ve bitip tükenmezcesine konuştukları bir kişiliği, bir karakteri var. Bilgiç uzmanların edasıyla oğlanlar sopaların karakterini ve verdikleri acının niteliğini tartıyor, onu kullanan öğretmenlerin kol ve bilek tekniklerini karşılaştırıyorlar.
Kimse çağrılıp eğilmenin ve arkadan dayak yemenin utancından söz etmiyor. Kendisi de tecrübe etmeden bu konuşmalara katılması mümkün değil. Yine de en önemli kaygısının acıyla ilgili olmadığını biliyor. Öbür oğlanlar dayanabiliyorsa, iradesi çok daha güçlü olan kendisi de dayanabilir. Ama utanca dayanamaz. O utancın o kadar fena, o kadar yıldırıcı olacağından korkuyor ki, adı çağrılınca sırasına sıkıca tutunacak ve oradan ayrılmayacak. Buysa daha büyük bir utanç demek: onu öbür oğlanlardan ayıracak, aleyhine döndürecek bir utanç. Dayak yemek için çağrılırsa o kadar aşağılayıcı bir manzara yaşanacak ki, bir daha hiç okula dönemeyecek; sonunda kendini öldürmekten başka çaresi kalmayacak. Yani bunun bedeli ağır. Sınıfta o yüzden çıt çıkarmıyor. O yüzden her zaman tertipli, her zaman ev ödevlerini yapıyor, her zaman cevapları biliyor. Sıkıysa bilmesin. Bilmezse dayak yiyebilir ve ha dayak yemiş, ha dayak yemesine ramak kalmış, hiç fark etmez, sonunda ölecektir. İşin tuhafı, onu pençesine alan dehşetin büyüsünü bozmak için bir dayağın yetmesi. Bunun farkında: Taş kesilip direnmeye kalmadan şu dayak işleminden bir şekilde alelacele geçirilse, bedensel tecavüz zor yoluyla çabucak halledilse, öbür taraftan normal bir oğlan olarak çıkabilecek, öğretmenler ve sopaları ve onların verdiği türlü acıların derece ve tatlarıyla ilgili tartışmalara kolayca katılabilecek. Fakat kendi başına bu engeli aşamıyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTaşra Hayatından Manzaralar
- Sayfa Sayısı608
- YazarJ.M. Coetzee
- ISBN9789750713224
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ormandaki Kitabevi: Köstebeğin Anıları ~ Mickaël Brun-Arnaud
Ormandaki Kitabevi: Köstebeğin Anıları
Mickaël Brun-Arnaud
Ormanın kalbinde, anıların dehlizinde… Fransız çocuklarının ellerinden düşürmediği Mickaël Brun-Arnaud imzalı “Ormandaki Kitabevi” dörtlemesinin ilk halkası Köstebeğin Anıları; alevlere, zamana ve hafıza kaybına dair, kalpleri titreten...
- Cehennem Kapıları ~ Gregg Loomis
Cehennem Kapıları
Gregg Loomis
Dünyanın farklı yerlerinde gerçekleştirilen, birbirine benzer izler taşıyan cinayetler Jason Peters’i sıra dışı kayalıklara götürür. Antik dönemde bu kayalıkların, cehenneme giden kapı olduğuna inanılmaktadır....
- Çukur ~ Hiroko Oyamada
Çukur
Hiroko Oyamada
Çağdaş Japon edebiyatının gelecek vaat eden yazarlarından Hiroko Oyamada’nın kaleminden hem Franz Kafka hem Komşum Totoro esintileri taşıyan Akutagawa ödüllü bir roman: Çukur. Oyamada,...