Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Taşların Anlattığı
Taşların Anlattığı

Taşların Anlattığı

Clara Dupont-Monod

Taşların Anlattığı, bir ailenin Fransa’nın ücra bir köyündeki sessiz sakin hayatının ansızın nasıl dönüştüğünü anlatan dokunaklı bir kitap. Tombul yanaklı, kara gözlü, tatlı mı…

Taşların Anlattığı, bir ailenin Fransa’nın ücra bir köyündeki sessiz sakin hayatının ansızın nasıl dönüştüğünü anlatan dokunaklı bir kitap.

Tombul yanaklı, kara gözlü, tatlı mı tatlı bir bebeğin doğumu nasıl olur da aile trajedisine dönüşür? Çocuklarının gözlerinin önünden koskocaman bir portakalı geçirip de hiçbir tepki alamayan anne ve babanın, gittikleri doktordan onun hiç gelişmeyeceğini, göremeyeceğini, yürüyemeyeceğini ve muhtemelen birkaç sene içinde öleceğini öğrenmesiyle başlıyor her şey. Ailenin ilk iki çocuğunun hayatı da bu engelli bebeğin gelişiyle sarsılıyor. Ağabey bebeği sahiplenip bağrına basıyor, asla onsuz yapamıyor; kız kardeşin bebeğe karşı hissettiği öfke ve nefretse giderek büyüyor. Bu uyumsuz çocuğun ölümünden sonra dünyaya gelen yeni bir çocuk, yıllar içinde yıpranan aileyi tekrar bir araya getirmeye çalışıyor. Ve evin duvarlarındaki, avlusundaki taşlar tanık oluyor tüm yaşananlara.

Clara Dupont-Monod’nun yazarlığındaki ustalık, çok trajik durumları hiç romantize etmeden, sakin sakin, duyguları sömürmeden anlatabilmesinde saklı.

“Şiirsel, şefkatli, narin; Taşların Anlattığı hem trajik hem de ışıl ışıl bir kitap. Hayata muhteşem bir övgü.”
Le Figaro

İçindekiler
1
Ağabey
9
2
Kız Kardeş
51
3
Sonuncu
87

1
Ağabey

Bir gün, bir ailede uyumsuz bir çocuk dünyaya geldi. Bu çirkin sözcük bir parça aşağılayıcı olsa da gevşek bir bedenin, sabit ve boş bir bakışın hakikatini yine bu sözcük anlatacaktı. “Bozuk” yersiz olurdu, “eksik” de öyle, zira bu sınıflandırmalar kullanım dışı kalmış, hurdaya çıkmış bir nesneyi çağrıştırır. “Uyumsuz” açık bir şekilde, çocuğun işlevsel çerçevenin dışında var olduğunu (eller tutmaya, bacaklar yürümeye yarar), bununla birlikte diğer yaşamların kıyısında durduğunu, onlarla tam olarak bütünleşmediğini ama her şeye rağmen onların bir parçası olduğunu varsaymaktadır; tıpkı bir tablonun köşesindeki bir gölge gibi, sanki davetsiz bir misafir, yine de ressamın tercihi.

Başlangıçta aile sorunun farkına varmadı. Hatta bebek çok güzeldi. Anne, köyden ve çevre kasabalardan gelen misafirleri kabul ediyordu. Arabaların kapıları açılıyor, iki büklüm olmuş bedenler doğruluyor, sarsak birkaç adım atıyorlardı. Buraya ulaşmak için yılan gibi kıvrılan daracık yollardan geçmek gerekiyordu. Mideler bulanmıştı. Bazı dostlar pek yakındaki bir dağdan geliyorlardı, ama “yakın” burada hiçbir şey ifade etmiyordu. Bir yerden diğerine gitmek için önce tırmanmak, sonra inmek gerekirdi. Dağ kendi güzergâhını dayatıyordu. Yayladaki evin avlusunda insan bazen kendisini hareketsiz, yeşil köpüklerden devasa dalgalarla kuşatılmış gibi hissederdi. Rüzgâr estiğinde ve ağaçları silkelediğinde hırçın bir okyanus sesi duyulurdu. O zamanlarda avlu fırtınalardan korunan bir adaya benzerdi.

Avluya dışarıdan, üzerinde siyah çivilerin çakılı olduğu, dikdörtgen şeklinde, ahşaptan ağır bir kapıyla ulaşılıyordu. “Ortaçağ’dan kalma bir kapı,” diyordu bilenler, muhtemelen asırlar önce Cévennes’e yerleşen büyük büyük dedeleri tarafından imal edilmişti. Önce bu iki ev, ardından geniş bir saçak, ekmek fırını, odunluk ve nehrin öteki yakasında değirmen inşa edilmişti, dar yol bir köprüye dönüşüp nehre bakan ilk evin terası görüldüğünde arabalardan gelen rahatlama nidalarıyla karışık iç çekişleri duymak mümkün olurdu. O evin arkasında ise aynı hatta dizili, çocuğun doğduğu ev bulunuyordu, yani annenin misafir ve akrabaları karşılayabilmek için iki kanadını da açtığı, Ortaçağ’dan kalma bir kapısı olan ev. Anne, kestane şarabı ikram ediyor, avlunun gölgesinde toplanmış küçük topluluk kendinden geçmiş şekilde içkiyi yudumluyordu. Kumaş kaplı, katlanan uzun sandalyesinde pek uslu duran çocuğu ürkütmemek için alçak sesle konuşuluyordu. Çocuk portakal çiçeği kokuyordu. Temkinli ve sakin görünüyordu. Tombul ve solgun yanakları, kahverengi saçları, iri kara gözleri vardı. Buralardan bir bebek, buralara ait. Dağlar, katlanan sandalyeye göz kulak olan, ayakları nehirlere batmış, üstlerine rüzgâr giyinmiş yaşlı kadınları andırıyordu. Diğerlerine benzeyen çocuk kabul edilmişti. Buralarda bebeklerin kara gözleri vardı, yaşlılar zayıf ve kuru olurdu. Her şey olması gerektiği gibiydi.

Üç ayın sonunda çocuğun hiç gevezelik etmediği fark edildi. Vaktin çoğunda sessiz duruyordu, tabii ağlamadığı zamanlarda. Bazen dudaklarında bir tebessüm belirir gibi oluyordu, bir kaş çatış, biberondan sonra bir iç çekiş, kapı çarpınca bir sıçrayış. Hepsi bu kadar. Ağlama, tebessüm, kaş çatış, iç çekiş, sıçrayış. Başka hiçbir şey yok. Debelenmiyordu. Sakin duruyordu, “tepkisiz” diye düşünüyordu ailesi, bu düşünceyi dillendirmeden. Yüzlere, tepesinde asılı oyuncaklara, çıngıraklara en küçük bir ilgi göstermiyordu. Özellikle de kara gözleri hiçbir şeyi takip etmiyordu. Önce boşlukta yüzüyor gibi görünüyor, sonra bir tarafa doğru kaçıveriyordu. Ardından gözbebekleri olduğu yerde dönüyor, görünmez bir sineğin dansını takip ediyor, sonra da boşluğun içinde bir yerlere sabitleniyorlardı. Çocuk köprüyü, iki evi, ezelden beri olduğu yerde yükselen, bin defa fırtınalarla ya da konvoylarla yıkılıp bin defa yeniden inşa edilmiş, kızıl taşlarla örülü, çok eski bir duvarla yoldan ayrılan avluyu görmüyordu. Derisi törpülenmiş gibi görünen, sırtında sayısız ağaç dikili, bir selle yarılmış dağa bakmıyordu. Çocuğun gözleri manzaraların ve insanların üzerinden okşar gibi akıp gidiyordu. Bir şeye takılıp durmuyordu.

Bir gün çocuk, sandalyesinde yatarken annesi yanı başına diz çöktü. Elinde bir portakal tutuyordu. Usulca portakalı çocuğun yüzünün önünden geçirdi. İri siyah gözler oralı olmadılar. Başka bir şeye bakıyorlardı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Annesi portakalı bir defa daha önünden geçirdi ve pek çok defa daha. Artık çocuğun gözlerinin bozuk olduğu ya da hiç görmediğinin kanıtına sahipti.

O anda bir annenin yüreğinde kopan fırtınalar bilinmez. Biz, bu hikâyeyi anlatmaya yeltenen avlunun kızıl taşlarıyız, bizim için aslolan sadece çocuklardır. Anlatmak istediğimiz onlardır. Duvara gömülü olan biz, onların hayatlarına bakarız. Asırlardan beri tanığız. Hikâyelerin unutulmuşları hep çocuklardır. Onları küçük koyunlar gibi içeri sokarız, onları koruduğumuzdan daha çok, kendimizden ayrı tutarız. Oysa taşlara oyuncak muamelesi yapanlar sadece çocuklardır, bize isim verirler, rengârenk boyarlar, üzerimizi resimlerle, yazılarla doldururlar, bize ağız, göz, çimenden saç yapıştırırlar, üst üste yığıp ev yaparlar, bizi suda sektirirler, dizip kale yaparlar ya da tren rayı. Yetişkinler bizi kullanır, çocuklar bizi başka bir şeye dönüştürür. Bu yüzden onlara derinden bağlıyızdır. Bu bir minnet meselesi. Şu sözü de onlara borçluyuzdur: Her yetişkin, bir zamanlar olduğu çocuğa karşı borçlu olduğunu unutmamalıdır. Baba çocukları avluya çağırdığında biz de onlara bakıyorduk.

Plastik sandalyeler zemini aşındırmıştı. İkisiydiler. Ağabey ve küçük kız kardeş. Esmer ve kara gözlü elbette. Dokuz yaşının sonlarındaki ağabey, hafifçe ileri çıkmış göğüs kafesiyle ayakta duruyordu. Buraların çocukları gibi zayıf ve sert bacaklara sahipti, yara bere içinde, tırmanmaya alışkın, yokuşları tanıyan, katırtırnaklarının çiziklerini iyi bilen bacaklar. Koruma güdüsünün refleksiyle elini kız kardeşinin omuzuna koydu. Mağrurdu ama bu kibir doğrudan pek yüksek ve romantik bir idealden kaynaklanıyordu, ki bu ideal, sabır ve direnci her şeyin üzerinde tutuyor ve onu diğer kendini beğenmişlerden farklı kılıyordu. Tavizsizdi, kız kardeşine göz kulak oluyor, bir sürü kuzenine adil kurallar uyguluyor, arkadaşlarından cesur ve sadık olmalarını bekliyordu. Hiç risk almayanları ya da onun korkaklık ölçen mahrem sayacında rekor kıranları hakir görüyordu, hem de geri dönülmez biçimde. Kendisine olan bu güveni nereden geliyordu, nasıl oluyordu, buna kimse cevap veremezdi, belki dağın onu sertleştirdiği söylenebilirdi ancak. Defalarca tecrübe ve teyit etmişizdir: İnsanlar önce bir yerde doğarlar ve sonra genellikle o yere benzerler.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıTaşların Anlattığı
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarClara Dupont-Monod
  • ISBN9789750536373
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • Yayıneviİletişim Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus ~ Erin LurusVeroponen Hikayeleri 1 – Okyanus

    Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus

    Erin Lurus

    “Biz, sonsuza dek birbirimize bağlıyız. Bu konuda ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yok. Dünyanın öbür ucuna da gitsen kalbin bana ait. Benim ki de...

  2. Geceyarısı Çocukları ~ Salman RushdieGeceyarısı Çocukları

    Geceyarısı Çocukları

    Salman Rushdie

    Anlatacak öyle çok hikâye var ki, bir sürü, birbirine geçmiş bir hayatlar olaylar mucizeler yerler rivayetler bolluğu, olanaksızla olağanın son derece yoğun bir karışımı!...

  3. Davacı ~ John GrishamDavacı

    Davacı

    John Grisham

    İki ortaklı Finley & Figg avukatlık bürosunda günler genellikle içkili araba kullananlarla, az hasarlı küçük çaplı trafik kazalarıyla ve hızlı boşanma davalarıyla geçiyordu. Yirmi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur