Ölü Canlar, Bir Delinin Güncesi, Palto ve Müfettiş, “Rus edebiyatının büyük ustası” olarak kabul edilen Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün başyapıtlarındandır; ama Taras Bulba’nın yeri çok farklı ve özeldir.Güçlü ve yiğit Taras Bulba önderliğindeki Kazakların Polonyalılara isyanını ve Taras Bulba’nın iki oğlunun yargılanışını konu edinen bu tarihsel öykü, Ukrayna’nın Kazak gelenekleri ve zengin halk kültürüyle beslenerek yetişen Gogol’ün, Ukrayna şarkılarının sevinç ve hüznüne duyduğu derin sevginin, Kazakların geçmişine duyduğu bağlılığın ürünüdür.1835 yılında yayımlanan Mirgorod Öyküleri arasında yer alan Taras Bulba, aynı zamanda yazarın 19. yüzyıl Rusya’sının baskıcı ortamından geçmişe sığınışının bir ifadesidir. Nitekim, bu destansı öykünün kahramanı, Gogol’ün o çok iyi tanıdığımız bürokratlarından, delilerinden ve sahtekârlarından çok farklı bir karakterdedir.
I
“Dönsene oğlum! Amma da gülünçsün! Şu üstünüzdekiler ne biçim papaz cüppesi? Herkes akademiye böyle mi gidiyor?”
İhtiyar Bulba1
Kiev ilahiyat okulunda yatılı okuyan ve babasının yanına eve gelen iki oğlunu bu sözlerle karşıladı.
Bulba’nın oğulları atlarından henüz inmişlerdi. Yeni salıverilen papaz okulu öğrencileri olarak henüz çatık kaşlarla bakan pehlivan cüsseli iki yiğitti onlar. Zinde, sağlıklı çehreleri, daha ustura yüzü görmeyen yeni bitmiş tüylerle kaplıydı. Babalarının böyle karşılamasından çok şaşkındılar, başlarını yere eğmişler, hiç kıpırdamadan öylece duruyorlardı.
“Durun! Durun! Size şöyle güzelce bakayım,” diye devam etti Bulba oğullarını döndürerek. “Üstünüzdeki kaftanlar da ne uzunmuş! Kaftanlara bak hele! Dünyada yoktur böyle kaftanlar. Biriniz koşun da göreyim, kaftanın eteklerine dolanıp düşecek mi bakalım.”
Sonunda büyük olanı, “Eğlenme, baba, eğlenme!” dedi.
“Bak hele, amma da gösterişli! Neden eğlenmeyecekmişim?”
“Öyle işte; babam da olsan, böyle eğlenirsen, o zaman, Tanrı hakkı için, vururum!”
Taras Bulba şaşkınlıkla birkaç adım gerilerken, “Ah, sen, nasıl evlatsın! Babana ha?” dedi.
“Evet, babam bile olsan. Hakaret olunca hiç kimseyi ne sayarım ne de gözüm görür.”
“Peki, benimle nasıl dövüşmek istersin, yumruklaşarak mı?”
“Artık nasıl olursa.”
“Haydi öyleyse, yumruklaşalım!” dedi Taras Bulba kollarını sıvayarak. “Göreyim, yumruklaşırken bakalım nasıl bir adamsın?”
Derken, baba oğul, uzun bir ayrılığın ardından selamlaşmak yerine böğür, bel, göğüs demeden, kâh geri çekilip sağlarını sollarını kollayarak, kâh yeniden saldırıya geçerek birbirlerini yumruklamaya başladılar.
Kapı eşiğinde duran ve bakmaya kıyamadığı evlatlarını daha kucaklamaya fırsat bulamayan solgun, zayıfça ve iyi yürekli anaları, “İyi insanlar, bakın; ihtiyar bunadı!
İyice aklını kaçırdı!” diyordu. “Çocuklar eve geldi, onları bir yıldan fazla görmemişiz, yaptığına bakın; kalkmış yumruklaşıyor!”
“Çok iyi dövüşüyor!” dedi ara veren Bulba. “Vallahi, iyi!” diye devam etti üstüne başına biraz çekidüzen verirken. “Öyle iyi ki, hiç bulaşmamak lazım. İyi bir Kazak olacak! Aferin, evlat! Haydi öpüşelim!” Ve babayla oğul öpüşmeye başladılar. “Âlâ, oğul, âlâ! İşte herkesi böyle döv, beni nasıl patakladıysan öyle; hiç kimsenin yanına bırakma! Ama yine de üstündeki gülünç bir kıyafet; sarkan bu ip de neyin nesi? Ya sen, alık, ellerini sarkıtmış ne
duruyorsun?” dedi, küçük oğluna dönerek. “Ne o, köpoğlusu, yoksa sen beni dövmeyecek misin?”
“Hâlâ söylediğine bakın!” dedi küçük oğlunu kucaklayan anne. “Aklına gelene bakın hele! Oğlu tutup da babasını dövecekmiş! Şimdi sırasıymış gibi; çocuk genç, o kadar yol gelmiş, yorulmuş…” Çocuk yirmi küsur yaşındaydı, boyu da tam bir seksendi. “Biraz uyuması, bir şeyler yemesi lazım, ama yok, o tutmuş dövüştürmeye kalkıyor!”
“Eh, görüyorum ki, sen de anasının nazlı kuzususun!” dedi Bulba. “Anneni dinleme oğul! O cahil bir kocakarı, hiçbir şey bilmez. Şefkat sizin neyinize? Açık arazi bir de iyi bir at; işte size şefkat! Onlar size ana kucağı! Şu kılıcı görüyor musunuz? İşte sizin ananız bu! Onun dışında sizin kafanıza doldurdukları şeylerin hepsi çerçöp; akademilerin de, kitapların da, alfabelerin de, felsefenin de, o ne idüğü belirsiz her şeyin de içine tüküreyim!” Bulba burada matbuatta bile kullanılmayan bir sözcük sürdü sözlerinin arasına. “En iyisi önümüzdeki hafta sizi Zaporojye’ye1 göndereyim. İşte bilgi orada! Sizin okulunuz orada; siz ancak orada aklınızı başınıza toplarsınız.”
Kuru bir ihtiyar olan anne kederli bir sesle ve yaşlı gözlerle, “Hepi topu evde yalnızca bir hafta mı kalacaklar?” dedi. “Zavallılar biraz gezip dolaşamayacaklar, kendi evlerini doğru düzgün göremeyecekler, ben de onlara doya doya bakamayacağım!”
“Ağıtlar yaktığın yeter artık ihtiyar! Kazak dediğin kadınlarla oyalanmaz! Sana kalsa onları eteğinin altına saklayıp tavuk yumurtasının üstüne oturur gibi otururdun üstlerine. Sen git, git de ne varsa bizim için masaya koy bir an önce! Poğaçalar, ballı çörekler, haşhaşlı turtalar ve başka hamur işleri lazım değil bize; bize bütün bir koç getir, bir keçi koy masaya, kırk yıllık bal şarapları koy! Horilka1 biraz çok olsun, ama öyle uyduruk horilka değil, kuru üzümlü ya da her türlü ıvır zıvırla dolu horilka olmasın, sırf köpük olsun, kudurmuş gibi tıslasın.”
Bulba, oğullarını alıp odaları toplamakta olan iki güzel hizmetçi kızın onlar gelince altın gerdanlıklarıyla çarçabuk içeriden çıktığı evin aydınlık odasına götürdü. Kızlar, besbelli, kimseyi rahat bırakmayan küçük beylerin gelişinden ürkmüşlerdi, ya da sadece kadınlar arasındaki geleneklere uygun davranmak; yani erkek görünce bir çığlık koparıp rüzgâr hızıyla kaçmak, sonra da duydukları büyük utanç yüzünden elbiselerinin koluyla uzun zaman yüzlerini örtmek istemişlerdi. Aydınlık oda zamanın zevkine, Ukrayna’da birleşme yüzünden çarpışmaların2 baş göstermeye başladığı o çetin savaş zamanlarının; renkli anıları artık yalnızca şarkılarda ve bir de sakallı kör ihtiyarların dingin bir banduryanın tıngırtısı eşliğinde etraflarına toplanan halka okuduğu, Ukrayna’da artık söylenmeyen o halk destanlarında kalan zamanların zevkine uygun olarak döşenmişti. Her şey temizdi, renkli kille sıvalıydı. Duvarlarda kılıçlar, Nogay kamçıları, kuş yakalama ağları, balık ağları, tüfekler, ustalıkla yapılmış bir boynuz barutluk, altın bir at dizgini ve gümüş plakalı bukağılar asılıydı. Odanın pencereleri küçüktü, şimdilerde yalnızca eski kiliselerde rastlanan, sürme camları kaldırılmadıkça dışarıya bakmanın mümkün olmadığı türden yuvarlak, buzlu camları vardı. Pencerelerin ve kapıların etrafında süs olarak kırmızı çerçeveler yapılmıştı. Köşelerdeki raflarda, Bulba’nın bu aydınlık odasına üçüncü, dördüncü elden giren –o uzak zamanlar için bu pek olağan bir şeydi– Venedik, Türk, Çerkez işi çeşit çeşit testi ler, yeşil ve mavi camdan büyük şişeler, mataralar, oymalı gümüş güğümler, yaldızlı kupalar duruyordu. Karaağaçtan yapılmış sıralar odayı çepeçevre kuşatıyordu; ön köşede aziz tasvirlerinin altında kocaman bir masa; arkasında yatılacak boşluğuyla ve kadınların oturup işini yaptığı sıra biçimindeki girinti çıkıntılarıyla rengârenk, alacalı bulacalı çinilerle kaplı büyük bir soba vardı. Bütün bunlar, her yıl tatil zamanı eve yürüyerek gelen iki yiğidimiz için çok tanıdıktı, yürüyerek geliyorlardı çünkü henüz atları yoktu, çünkü öğrencilerin atla gidip gelmesine izin vermek âdetten değildi. Onların yalnızca, silah taşıyan her Kazak’ın istediği zaman tutup çekebileceği uzun perçemleri vardı. Bulba onlara ancak mezun oldukları zaman kendi at sürüsünden bir çift genç aygırı yollamıştı.
Bulba oğullarının gelmesi şerefine yerel birliklere komuta edenlerin ve alayındaki tüm rütbelerin çağrılmasını buyurdu. Onlardan ikisi, eski yoldaşı yesaul1 Dimitri Tovkaç’la2 birlikte gelir gelmez oğullarını takdim etti: “İşte, görün, nasıl yiğitler! Yakında onları Seç’e göndereceğim.” Misafirler hem Bulba’yı hem de iki delikanlıyı kutladılar ve onlara iyi bir iş yaptıklarını, genç bir erkek için Zaporojye Seç’inden daha iyi bir okul olmadığını söylediler.
“Haydi artık, soylu kardeşler, herkes masaya istediği yere otursun. Haydi, evlatlar! Önce horilka’ları içelim!” dedi Bulba. “Tanrı sizi kutsasın! Oğullarım, sağlıklı olun! Sen de Ostap, sen de Andriy. Tanrı sizi savaşta hep muvaffak etsin, busurman’ları3 da, Türkleri de, Tatarları da, inancımıza karşı çıkmaya başladıkları zaman Lehleri de yenesiniz. Haydi yaklaştır kupanı. Nasıl, horilka iyi mi? Horilka’nın Latincesi nedir? Romalılar aptaldı; onlar dünyada horilka olup olmadığını bile bilmezlerdi. Neydi şu Latince dizeleri yazanın adı? Benim okuryazarlığım pek yoktur, onun için bilmem; Horatius muydu ne?”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTaras Bulba
- Sayfa Sayısı168
- YazarNikolay Vasilyeviç Gogol
- ISBN9789750741913
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Şehrin Hikâyesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi
Charles Dickens
Yıllarca Paris’teki Bastille Hapishanesi’nde tutulan Doktor Manette sonunda serbest kalır ve kızı tarafından Londra’ya götürülür. Yaşadıklarının etkisiyle yıpranan doktor, kim olduğunu bile zor hatırlar....
- Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok ~ Halid Halife
Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok
Halid Halife
“Şehirler de ölür, tıpkı insanlar gibi.” Arapça edebiyatın güçlü temsilcilerinden Halid Halife, Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok kitabıyla politik, dinî ve cinsel zorbalığın gölgesi altında yaşayan...
- Hikaye Hırsızı ~ Jean Hanff Korelitz
Hikaye Hırsızı
Jean Hanff Korelitz
Hikâyeler bize kim olduğumuzu söyler, peki ya biri o hikâyeyi çaldıysa? Jake ilk kitabıyla dikkate değer bir çıkış yapmış, ancak ikinci kitabının fiyaskosunun ardından...