Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Tanrıya Koşan Fizik
Tanrıya Koşan Fizik

Tanrıya Koşan Fizik

Saadettin Merdin

Teoriler mezarlığında bir defineyi andıran kuantum ve rölativite fiziğini, modernizmin tüm aksiyomlarını, sekülarizmin arka planını ve materyalizmin temellerini sarsacak Yeni Fizik’in gerçekleriyle karşı karşıyasınız….

Teoriler mezarlığında bir defineyi andıran kuantum ve rölativite fiziğini, modernizmin tüm aksiyomlarını, sekülarizmin arka planını ve materyalizmin temellerini sarsacak Yeni Fizik’in gerçekleriyle karşı karşıyasınız. Makro ve mikro kozmosun; Big Bang’den Big Crunch’a uzanan çizginde; bilim ve hikmet ışığıyla evrenin sırlarını keşfetme yolculuğuna hazır olun.

***

“İÇİNDEKİLER”

Önsöz, 7

BİRİNCİ BÖLÜM
ANTİK FELSEFEDEN MODERN FİZİĞE
TEORİLERDEN GERÇEĞE
BİLİMSELLİKTEN İLME GİDEN YOL
Antik Felsefeden Modern Fiziğe, 11
Teorilerden Gerçeğe, 36
Nedensellik ya da Gerekirciliğin Gereksizliği, 59
Bilimsellikten İlme Giden Yol / Bilim Tarafsız mı?, 68

İKİNCİ BÖLÜM
DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZÜN FİZİKSEL TEMELLERİ
Kuantum Fiziği Öncesi Yeni Gelişmeler, 93
Mikrokozmos (En Küçüklerin Dünyası), 116
Atom-Altı Parçacıklar, 122
Evrendeki Başlıca Kuvvetler, 139
Alberi Einstein (Okuma Parçası), 163
Özel İzafiyet Teorisi, 171
Özel İzafiyet Teorisinin Doğurduğu Sonuçlar, 185
Sir Isaac Newton, 208
Genel İzafiyet Teorisi, 216

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FİZİKTEN KOZMOLOJİYE
Genişleyen Evren, 246
Bing Bang, Evren Yaradılışı, 262
Steady State, Kararlı Evren Modeli, 282
Kuantum Kozmolojileri, 286
Enflasyon Teorileri, 299
Stephen William Hawking (Okuma Parçası), 312
Enflasyon Teorisinin “No-Boundary-Sınırsızlık”, Versiyonuna Eleştiriler, 315
Makro Alem/Evrenimizin Büyük Ölçekli Yapısı, 332
Güneş Sistemimiz, 339
15 Milyar Yıllık Bekleyiş ve Mutlu Son (Okuma Parçası), 377
Uzayda Hayat Var mı?, 383
Açık ve Kapalı Evren Modelleri/Ya da Kıyamet Manzaraları , 408
Bibliyografya, 425

ÖNSÖZ

ŞAİRİN, ‘Verâ-i perdede esrâr var, zuhûr edecek‘ dediği, sırların birer birer ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Kendimizi ve bizi kuşatan evrenimizi daha iyi anladıkça kesretten vahdete, kaostan düzene, indirgemecilikten bütüncüllüğe yöneliyoruz.

Şüphesiz 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan İzafiyet ve Kuantum Teorisi, yüzyılların birikimi düşüncelerimizde radikal bir revizyonu öngörmektedir. Mantıksal pozitivizm yerine, Anti Mantıksal pozitivizm, determinizm yerine indeterminizm, tümevanm yerine tümdengelim, materyalizm yerine mistisizm gibi dönüşümler bu iki teoriyle günyüzüne çıkmışlardır. Herşeyi sorgulayan bilimin en başta kendisi sorgulanmaya başlanmıştır. Değerden uzak objektif bilim anlayışından vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.

Değişen fizik yasaları zaman ve mekan kavramlarımızı, eski statik anlayışlarımızı derinden sarstı. Artık uzayıp kısalan metreler, hızlanan ve yavaşlayan saatler, belirsizlik ve olasılık yasaları bizi gerçekliğin biricik olmaması gerçeğiyle yüzyüze bıraktı. Filozoflar artık ontoloji ile değil, epistemoloji ile uğraşıyorlar. Fizikçiler, felsefecilerin ellerindeki uğraş malzemesi olan madde, cevher, araz, varlık bilim, uzay-zaman, sonsuzluk kavramlarını onların dil cambazlıklarından kurtarıp asli hüviyetlerine kavuşturdular. Artık onlara “bilim felsefecisi” denmektedir. Ludwing Wittgenstein gibi filozoflar, ‘Artık filozofların görevi kavramların analizini yapmaktır, bu ise dillerin çözümünden ibarettir’ diyerek Kant’tan günümüze düşüşün boyutlarına dikkatimizi çekmektedirler.

Fizik oldum olası diğer pozitif bilimlere model teşkil eder, onun paradigmaları temel alınır. Newton’un makinemsi fiziği, materyalizmi netice vermiştir. Descartes’ın madde ve zihin arasına kartezyen dualizm ile koyduğu geçilmez Çin Şeddiyle sekülarizmin temellerini attı. Yeni fizikteki gelişmeler ise mantığı, biyolojiyi, ekonomiyi hatta sosyal bilimleri etkilemektedir. Laplace’ın katı determinizmi aşılarak, indirgemecilikten vazgeçilmiş, Descartes’ın makinemsi dünya tasviri terkedilmiş, herşeyin herşeyle alakalı olduğu çok yönlü bilimler, kesin şık tanımlı yasalar yerine olasılıkların söz konusu olduğu yeni yasalar kabul görmektedir. Bütün bu paradigma dönüşümlerine yeni fizik uygun bir felsefi küre ve arkaplan sunmaktadır. Nasıl perspektif resim sanatına, dünyanın yuvarlak olduğu genel bir kabul gördükten sonra girdiyse, yeni postmodern sanat akımlarının altyapısıda bu yeni fizik ile beslenmektedir. Bu onaltıncı yüzyıldan bu yana dünyayı çok derinden etkileyip cenderesinde şekillendiren modernizmden ciddi bir kopuşu ifade etmektedir.

Bu elinizdeki çalışma üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, aslında bir önsöz olarak düşünülmüştü. Fakat oldukça uzayınca bir önsöz olmaktan çıkıp, büyük ölçüde yeni fizikten etkilenen çağdaş bilgi teorilerinin tanıtılmasına ayrıldı. Teoriler mezarlığını andıran teoriler arasında, teorilerden gerçeğe giden ince ve dar yol sorgulandı. İkinci bölüm, Kuantum ve Rölativite teorilerine ayrıldı. Üçüncü bölüm ise, bu iki teorinin temelleri üzerine yükselen dünya görüşleri, evren telakkileri, mebde ve mead itibariyle kainat hakkındaki yeni görüşler yer almaktadır.

Bu ufak çalışmamızda, lise mezunu her genç arkadaşımın rahatça anlayabileceği bir seviyeyi tercih ettim. Bu iki teoriyi halka indirgeme işportacılığı ile sunmaya gayret sarfettim. Gayem, özellikle, belli bir ideolojiyi devlet felsefesi yapmış bizim gibi bir ülkenin gençlerini fizikteki yeni gelişmelerden haberdar edip, bir dayatma olarak sunulan pozitivist yapıyı sorgulamalarına yardımcı olmaktır. Gençliğimizin kahir ekseriyeti Rölativite Teorisi ve en önemlisi sonuçlarından kasıtlı veya kasıtsız (!) mahrum bırakılmaktadır. Lise müfredatımız çoktan ekarte olan Newton fiziğini, Lavoisier kimyasını, Darwin Evrim Teorisini esas almakta, böylece materyalist bir dünya görüşü “bilimsellik” kisvesi altında temellendirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle kuantum fiziğinin sonuçları ile oluşan yeni bilgi teorileri çoktan pozitivizmin tabutuna son çiviyi çakmış olmasına rağmen üniversitelerimiz yeni epistemolojiye hakettiği alakayı ancak 1980’li yıllardan sonra göstermeye başlamıştır.

Hakim ideolojik yapılanma, elinden geldiğince, yaşam savaşı verircesine bu gidişatı durdurmaya çalışmaktadır. Hâlâ 19. yüzyılın materyalizmini, yeni yetmelik haliyle bilim olarak takdim edebilmekte, madde yoktan varolmaz deyip başlangıcı ve sonu olmayan sonsuz bir evrenden bahsedebilmekte, hayatı tesadüfen oluşturmakta, akıllarınca kökten laik nesiller yetiştirmektedirler. Bu ideolojik tercih hem verimsiz nesillerle, hem de bilimsellik düzeyi bakımından ülkemizin Afrika ülkeleri kategorisinde yer almasıyla sonuçlanmıştır. Okuttukları “Bilim Tarihi” kitaplarında bilim tarihini 19. yüzyılın sonlarında bitirmektedirler. Bitirmek zorundadırlar, çünkü dayandıkları tüm referanslar altüst olabilir. Anlaşılan o ki, yegane yol gösterici olarak “bilim i takdim edenler, günümüzde tercihlerini bilimden yana mı yoksa ideolojiden yana mı koyacaklarına hâlâ karar verememiş görünüyorlar.

Bir iman çağı’na doğru gittiğimizi gösteren bu kadar çok emareden sonra, bilimi yalnızca bir entellektüel hobi olarak değil, hikmetle donatıldığı zaman bizi marifetullaha götüren yakînî bilgi hazinesi olarak görmemiz lazımdır. Her bir fen, binbir ilahi isimden herbirini binbir dille dillendiren, teşhir eden kevnî âyetlerin mufassal bir tefsiridir. Bu afakî tefekkür bize aynı zamanda aslî vazifemiz olan “halife-i arz, emanet-i kübra” vazifemizi tahakkuk ettirmemize, yardımcı olacaktır.

Bu kitabın ilk nüvesini 1982’de okul bitirme tezi olarak yaptığım ‘Einstein’ın Teorileri ve Dünya Görüşümüze Katkıları” adlı oldukça ufak bir çalışma oluşturmaktadır. 1993 yazında İstanbul’da İSAV’ın Arapça yaz kursuna gittiğimde bir yayıncı dostun teşvikiyle bu çalışmayı daha kapsamlı hale getirdim. Daktilo edilmesinde yardımcı olan, Ali Çakır ve Mehmet Terzi kardeşime teşekkürü bir borç biliyorum. Çalışmak ve kusurlar bizden, muvaffakiyet ve hidayet Allah’tandır.

12 Temmuz 1995
Çan-Çanakkale

BİRİNCİ BÖLÜM

ANTİK FELSEFEDEN MODERN FİZİĞE
TEORİLERDEN GERÇEĞE
BİLİMSELLİKTEN İLME GİDEN YOL (*)

Antik Felsefeden Modern Fiziğe

CHARLES MISMER, “Hristiyanlar alim olunca, Hristiyanlıkla alâkaları kesilir, müslümanlar da cahil olunca İslâmiyetle alâkaları kesilir” der. Gerçekten de ortaçağ boyunca bu böyle olmuştur. Kitab-ı Mukaddes’teki “Tanrı-İnsan” münasebeti batılı insana ters gelmiştir. “Ve Rabb Allah Ademi aldı, baksın ve onu korusun diye Aden Bahçesine koydu. Ve Rabb Allah emredip dedi, bahçenin her ağacından istediğin gibi ye, fakat iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin. Ve Rabb Allah dedi, işte Adem iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri oldu. Ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyyen yaşamasın diye böylece Rabb Allah onu Aden bahçesinden çıkardı.” (Tekvin; 2/15-7, 3/22) Adeta insanı bilmekten men eden ve bilgisini kıskanan bu ifadeler, rönesans insanına ters gelecektir.

İnsan için, insana yönelik ve insan olmak Tanrıya karşı olmak demekti. Bu sebeple, insana ve tabiata yönelmek kısmen de olsa hıristiyanlığa karşı çıkmayı gerektiriyordu.

Korintoslulara Mektup 8/1; “Hepimizin bilgisi olduğunu biliriz. Bilgi kibirlendirir. Fakat sevgi bina eder.” şeklindeki ifade bilimi küçümsüyordu. Kardinal S. Ambroise; “Yeryüzünün vasfı ve vaziyeti üzerinde tartışmak, önümüzdeki hayatta bizim ne işimize yarar” diyerek dünyayı incelemeyi lüzumsuz görüyordu. Dolayısıyla bilim batıda Abel Rey’in ifadesiyle “insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar” inancı içinde, bir din-ilim kavgasıyla yola    çıkıyordu. Kilisenin ilim adamlarıyla yaptığı mücadele putperestlerle yaptığı mücadeleden daha fazladır.

1500’lü yıllardan önce Avrupa’da egemen olan dünya görüşü diğer uyarlıklarda olduğu gibi organikti. Bu organik dünya görşü Aristoteles ve kilisenin otoritesine dayanıyordu. 13. yüzyılda Thomas Aquinas Aristoteles’in geniş kapsamlı doğa sistemini hristiyan teolojisi ve ahlakıyla birleştirmişti. Bu dünya görüşünün amacı daha çok nesnelerin anlam ve değerini anlamak olarak özetlenebilir.

Bu yaklaşım 16. ve 17. yüzyıllarda köklü bir değişime uğradı. Organik-canlı ve manevi bir evren anlayışı yerini makina tarzındaki bir dünya anlayışına bıraktı. Bu gelişme Copernicus, Galileo ve Newton’un başarılarıyla zirveye ulaşan devrimci değişimler sonucunda gerçekleşti. 17. yüzyıl bilimi, Descartes’ın tasarladığı doğanın matematiksel tasviri ve analitik akıl yürütme yöntemine ve de, Bacon’ın yeni araştırma yöntemine dayanıyordu.

İlk devrim, Batlamyus’un ve Kitab-ı Mukaddes’in yer merkezli evren görüşünü deviren Copernicus’la geldi.

Gelileo, keşfettiği doğa yasalarını formülleştirmek için matematiksel dili kullanmakla bilim ile deneyi ilk birleştiren kişidir. Bu yüzen Galileo “Modern Bilimin Babası” olarak bilinmektedir. Galileo şuna inanıyordu. Felsefe-bilim her zaman gözlerimizin önünde yatan büyük bir kitapta yazılıdır. Bu kitabın dili de Matematiktir. Galileo, bilim adamlarının doğayı matematiksel olarak tasvir etmelerini mümkün kılmak için şunları şart koştu. Bilim adamları ölçülebilir ve nicelleştirilebilir olan maddi cisimlerin temel niteliklerini (şekilleri, sayıları ve hareketi) incelemek uğruna kendilerini tehlikelere atmaları gerekir. Renk, ses, tat, koku gibi diğer nicelikler (nicelik haline getirilemeyen nitelikler) bilimin diyarına sokulmaması gereken salt zihinsel yansımalardan başka şeyler değildir.

Galileo’nun dikkatleri maddenin nicelleştirilebilir özelliklerine yöneltme stratejisi modern bilimin her dalda başarı kazanmasını sağladı. Bunun yanında bize çok ağır bir bedel de ödetti. Görme isitme, tatma, dokunma, koklama ve bunlarla aynı düzeyde gördüklerinden estetik ve ahlaki duyarlılık, değerler, nitelik, beden-form, tüm duygular, güdüler, niyetler, can, bilinç ve ruh ortadan kalkıyordu.

Bacon’cu Ruh, bilimsel araştırmanın doğasını ve amacını derin bir biçimde değiştiriyordu. Eskiden bilimin amacı; bilgelik, doğal düzeni anlamak ve onunla uyum içinde yaşamak olmuştu. Bacon’dan beri ise bilimin amacı; bilgiyi doğaya hükmetme ve onu boyunduruk altına almak amacıyla kullanmak olmuştur.

Bacon’un yeni deneysel araştırma yönetimini savunurken kullandığı terimler düpedüz şiddet kokmaktaydı. Doğa, hizmet etmeye mecbur ve köle yapılması gereken bir şeydi. Doğanın sırlarını söküp almak için ona işkence etmeliydi. Bacon’un bu acımasızlığı Kral I. James’in Başsavcısı sıfatıyla cadı mahkemelerinden intikal etmiş olmalıydı. O yıllarda cadı mahkemelerinde kadınlara yaygın bir şekilde işkence uygulanıyordu. Bacon’da doğayı bir kadın olarak görüyordu. Besleyip büyüten, bağrına basan yeryüzü kavramı Bacon’un yazılarında temelden değişmiş, organik doğa anlayışı bir makina tarzındaki mecazi bir dünya ile yer değiştirerek kaybolup gitmiştir. Bu değişim, 17. yüzyılda devasa şahsiyetli Descartes ve Newton tarafından başlatılmış ve tamamlanmıştır.

Descartes modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen çok değerli bir matematikçidir. Yeni gelişen matematik ve astronomiden derin bir şekilde etkilenmişti. O bütünlüklü yeni bir düşünce sistemi-paradigma inşa edinceye kadar hiçbir geleneksel bilgiyi kabul etmedi. Böyle bir şey Aristoteles’ten beri vuku bulmamıştı. Bu bilimin ilerlemesindeki kendine güvenin bir göstergesiydi.

23 yaşlarında, biriktirdiği bilgilerin tamamını gözden geçirirken birden parlayan bir sevgi-ilham ile bütün bilgiyi birleştirmeyi vadeden olağanüstü bir bilimin temellerinin farkına vardı. 1619’da bir gece gördüğü peş peşe üç rüyayı da, kendisine ilahi bir misyon yüklenildiği şeklinde yorumlayarak cesaret aldı. Bir dostuna yazdığı mektupta “… Bütün nicelik, süreklilik ve süreksizliği genel anlamıyla çözümleyecek büsbütün yeni bir bilimi… insanlara sunmak istiyorum” diyordu. Bundan sonra yegane işi hakikati aramaktı. “Metod Üzerine Konuşma” adlı kitabında prensiplerini şöyle belirtiyordu;

– Doğruluğunu apaçık olarak bilmediğim hiçbir şeyi doğru kabul etmemek,
– Ele aldığım problemleri elimden geldiğince kısımlara ayırmak,
– En basit şeylerden, karmaşık şeylere doğru yürümek,
– Son olarak hiçbir şey eksik bırakmadığımdan emin olmak için geriye dönüp genel kontroller yapmak.

Bunları yaparken de kendisine şu ahlak prensiplerini düstur edinmişti; Dine sımsıkı bağlı kalmak (Rene Descartes din adamı yetiştirmek için açılan Fleshe Kolejinde okumuştur.), kararlı olmak, bir defa en şüpheli görüşleri bile benimsemeye karar verdikten sonra hiç değiştirmeden olduğu gibi kabullenmek, ayrıca talihimden çok nefsimi yenme alışkanlığı kazanmak, kendimi kontrol etmek.

Descartes’ın artık bütün fikri sabiti, doğruyu yanlıştan ayırmaktı. Herşeyden şüphe etti. En kesin bildiklerinin bile rüyasınagiren hayallerden daha gerçek olmadığına karar verdi. Mutlak kesinliğe sahip tam bir doğa bilimi kurmaya elverişli bir yöntem ileri sürdü. Matematik kesinliğe sahip, ilk ilkeleri kendiliğinden açıklık üzerine dayalı bir bilim geliştirdi. Bunu yaparken de tam olarak bilinen, hakkında en ufak bir kuşkuya mahal bırakmayan şeyleri -ki inanılması gereken yalnızca bu bilgilerdi- kabul ediyordu.

O, evrenin gizli anahtarlarının matematiksel yapıda olduğuna inanmıştı. Onun kafasında bilim kavramı ile matematik eş anlamlıydı ve şöyle diyordu: “Gerçekliğinden kuşku duymadığımız ortak fikirlerden, matematiksel ispatın açıklığı ile çıkarımlanamayan hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmiyorum, zira doğadaki tüm fenomenler bu yöntemle açıklanabilir. Başka hiçbir fizik ilkesini kabul etmeye veya taleb etmeye gerek olmadığına inanıyorum.”(1)

Descartes’ın sezgi yolu ile araştırma yöntemini terk etmeye çağıran sözleri, aynı zamanda, yüzyıllardır iddia edildiği gibi doğanın anlaşılamaz sırlar taşımadığını ve akıl için bilinen bir yapıya sahip olduğunu ifade etmekteydi.

Descartes, analitik geometri olarak bilinen matematiğin yeni bir dalını kurdu. Yeni yöntemi, bütün fiziksel fenomenleri kesin matematiksel bağıntılara indirgeyen muazzam şemasını, hareketli cisimleri uygun biçimde incelemek amacıyla çok genel bir matematiksel çözümleme tipine uygulamaya karar erdi. “Benim fiziğimin tamamı geometriden başka birşey değildir.” diyordu. Geometri ve cebirde kullanılan “x” (uzunluk) ve “y” (en) koordinatları kesinliğindeki mutlak kesinliği esas alarak, bilimsel bilginin kesinliğine ulaşmıştı. Bugün bile matematikte kullanılan “x ve y kartezyenler koordinatları” şeklindeki ayırım Descartesçılıkla özdeşleşmiştir. Descartes, Matematik hariç hiçbir bilimde kesinlik bulunmadığına inanıyordu. Matematik’te bu kesinliği sağlayan her neyse, bunu keşfedip diğer bilimlere de uygulayabiliriz. Bu surette, bilinmesi mümkün olan tüm şeylerin bilgisini veren bir bilim, matematiksel kesinlikli ve evrensel bir bilim tesis edebiliriz diyordu. Bu sistem bize hiçbir deneye müracaat etmeye gerek duymadan yalnızca “akıl” ile herşeyin bilgisini verebilir. Kartezyen kesinlik; mahiyet itibariyle matematikseldir. Bilimsel bilginin kesinliğine olan inanç, Kartezyen-Deseartes’çı felsefenin ve ondan türeyen dünya görüşünün temelidir.

Descartes yönteminin esası, metodik şüphedir. O, güvenmemek için herhangi bir sebep bulduğu herşeyden şüphelenir. Onun yöntemi analitik çözümlemeye dayanır. Bu yöntem; fikir ve sorunları parçalara bölmeye (analiz) ve onları kendi mantıksal yapıları içinde düzeltmeyi (sentez) ihtiva eder.

Bu çözümleyici akıl yürütme yöntemi, Descartes’ın bilime muhtemelen en büyük katkısıdır. NASA’nın Ay’a insan indirmesini mümkün kılan Descartes’in bu yönteminden gelişen teknolojidir. İndirgemecilik olarak bilinen bu tavır Batı kültürüne öylesine derinden kök salmıştır ki, hemen hemen tamamen bilimsel yöntemle özdeşleştirilmiştir.

Descartes, “düşünüyorum, o halde varım” derken, “benim zaruri olarak birşey olmam gerektiğini farkettim.” derken düşünce ile varlığı birbirinden ayıryordu. Zihni, maddeden ayırdı. Bu onu birbirinden bağımsız ve temelden farklı olduğu sonucuna sürükledi. “Zihne ait olan herşey bedenin dışındadır, bedene ait olan herşey de zihnin dışındadır” dedi.

Descartes, ünlü kartezyenizm-ikicilik kavramıyla şekillendirdiği felsefesinin temelinde bütün gerçeklerin şu iki cevherden oluştuğunu öne sürdü; Ruh diyebileceğimiz şey, düşünce eylemi ile nitelendirilebilen bir öz, ve bu özün uzayda yer kapladığı maddi alem. İşte Descartes’in bütün dünya görüşü bu iki birbirinden bağımsız ve birbirinden kopuk Ruh-beden dualizmi üzerine kurulmuştur.

Descartes beden ve ruhu birbirinden ayırmakla onların birbiriyle zıtlaşan özelliklere sahip olduğu vurgulamış oluyordu. Biri gelişirse, öbürü körelirdi. Biri hakimse diğeri yoktu, ikisini bir arada denge ve harmoni içerisinde geliştirmek veya bulundurmak mümkün değildi. Ya beden (şehvani hisler) yüceltilmeliydi veya kalbi hayat (ulvi duygular). Ona göre madde ve ruh hiçbir ortak özelliğe sahip değildi. Maddenin de zihnin de ortak referans noktası sadece Tanrı’nın yaratığı olmalarıydı. Tanrı’nın varlığı, Descartes’in bilimsel felsefesinin temelini oluşturuyordu. Ne yazık ki, sonraki yüzyıllarda bilim adamları Tann’ya açık bir gönderme yapmadan, insan bilimlerini zihinde, doğa bilimlerini de maddede toplayan kartezyen ayırıma uygun olarak teorilerini geliştireceklerdir.

Eski Yunanlıların, kainatı anlamaya çalışırken vardıkları ilk sonuç, bir Yaratıcının mevcudiyetiydi. Bu Varlık; alemin üstünde durup, onu idare eden, zeka sahibi, maddi olmayan, kainattan veya maddeden mücerret ruhani bir ilahtı. İşte bu anlayış, Batı felsefesinin karekteristik özelliği haline gelen mana ve maddenin, ceset ve ruhun birbirinden ayrılmasını esas alan fikri yönelişe kapı açtı. Bugün modern bilimleri, sanatı ve felsefeyi kendi cazibesi etrafında şekillendiren Kartezyen dualizm, ruhî olanla maddî olan arasına koyduğu aşılmaz Çin şeddiyle insanlık tarihinin en büyük felsefi trajedisine önayak olmuştur.

Madde ve mana birbirinden böylesine ayrılınca, filozoflar dikkatlerini maddi alemden, daha değerli olduklarına inandıkları manevi aleme çevirdiler. Bu, bilim adamlarını maddi dünyayı yalıtılmış ve cansız olarak ele almaya itti. Artık maddi dünya, farklı cisimlerden meydana gelen büyük bir makina gibiydi. Newton da bu mekanistik dünya görüşünü iyice pekiştirmişti. Ayrıca bu bilimsel yaklaşım tarzına kiliseler dünyayı tepeden ve göksel-semavi kanunlarıyla idare eden monarşik bir tanrı inancıyla destek veriyordu. Bu anlayış kilise desteğini de yanında bulunca, büsbütün rakipsiz hale geldi.

Descartes için maddî evren tam bir makina gibiydi. Madde de hiçbir amaç, hayat ya da ruhsallık yoktu. Doğa mekanik yasalara göre işliyordu. Ve maddî dünyadaki herşey parçalarının düzenlenişine ve hareketine bakılarak açıklanabilirdi. Doğanın bu mekanik tasviri daha sonraki yüzyılların egemen paradigması olacaktır. Mekanik bir sistem tarzındaki kartezyen evren anlayışı, Batı kültürünün ayırtedici vasfı haline gelen doğanın işletilmesi ve sömürülmesi için bilimsel bir cevaz niteliğine haizdi. Bacon’da bilimsel bilgiyi zaten “bizi doğanın efendileri ve hakimleri yapmak için kullanılabileceğini” söylememiş miydi?

Artık insanın amacı eylem, bilginin amacı da eylem için yarar sağlamaktır. Bocan uşağına, “Dünya insan içindir Hunt! İnsan dünya için değil” diyordu. Onun görüşlerinin ona fikri “İnsan Krallığı” deyiminde odaklanmıştı. Bu krallık, Tanrı’nın insan için yarattığı fiziksel bir dünyaydı ve bu dünya, içine ancak doğa bilimleri vasıtasıyla girilebilecek bir mirastı.(2)

Komple bir doğa bilimi kurmaya kalkışan Descartes kendi mekanistik dünya görüşünü canlı organizmaları da içine alacak şekilde genişletti. Bitki ve hayvanları basit makinalar olarak görüyordu. O, canlı organizmaların otomatlardan başka birşey olmadıklarını kanıtlamak amacıyla beden hareketlerinin çeşitli biyolojik işlevlerini nasıl mekanik işlemlere indirgenebileceğini uzun uzun açıkladı. Hayvanları çarklardan ve yaylardan mürekkep bir saate benzetti, insan bedenini de buna dahil etti ve şöyle dedi; “İnsan vücudunu bir makina şeklinde düşünüyorum. Düşüncem, hasta bir adamla bozuk bir saati, sağlıklı bir insanla da sağlamca yapılmış bir saata kıyaslamaktır.” Bu indirgemeci yanılgı ilerleyen yıllarda doktorların birçok hastalığı teşhis etmesine engel olacaktır.

Rene Descartes’ın temellerini attığı mekanik dünya modelinin, doğa anlayışının tam bir matematiksel formülasyonunu lsaac Newton gerçekleştirecektir. Newton Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes’ın çalışmalarının muazzam bir sentezini yapmayı başardı.

Newtoncu evren; kesin matematiksel yasalara uygun olarak işleyen koca bir mekanik sistemdi. Newton aynı zamanda Avukat, Tarihçi, kiliselerde vaiz, gizli ve batıni bilgilere derinliğine dalmış bir bilim adamıydı. Dünyayı adeta bir bulmaca olarak görüyor ve bu bulmacanın yalnızca deneyler aracılığıyla değil batıni geleneklerin şifreli sözlerinde bulunabileceğine de inanıyordu. Çeşitli gizli konular üzerine ciltler dolusu notlar aldı. Ama bunlar hiçbir zaman basılmamıştır. Bilimsel devrimin Büyük Deha’sı aynı zamanda Son Büyücü’südür.(3)

Newtoncu yeni dünyanın unsurları; mutlak bir mekan-uzay, mutbir zaman içinde hareket eden maddi, katı ve yok edilemez parçacıklardır. Tanrı, başlangıçta maddi parçacıkları, bunlar arasındaki çekimleri ve temel hareket yasalarını yaratmıştı. Böylece bütün evren çalışmaya başlayan bir saat gibi hareket etmeye başladı ve o gün, bugündür değişmez yasalarca yönetilen bir makina gibi işlemeye devam etti.

Mekanistik doğa anlayışı; böyle bütünüyle nedensel ve belirlenmiş dev bir kozmik makina anlayışıyla katı bir determinizme sıkı sıkıya bağlanmış oldu. Olan biten herşey kesin bir nedene sahipti ve kesin bir sonucu meydana getiriyordu. Sistemdeki herhangi bir parçanın geleceği, eğer durum herhangi bir zamanda bütün ayrıntılarıyla biliniyorsa ilkece mutlak kesinlikte önceden tahmin edilebilirdi.

Bu kusursuz dünya makinası tasviri, dışardan bir Yaratıcı’nın var olduğunu “İlk Muharrik” şeklinde ima ediyordu. İlâhî yasasını hükümran kılmak suretiyle dünyayı yukarıdan yöneten monarşik bir Tanrıydı bu. Fiziksel olaylar kesinlikle İlâhî-Tanrısal düşünülmemişlerdi. Öyle ya, Koca Tanrı’nın ufak işlere müdahale etmesi onun şanına yakışırmıydı(!) O, “Kainatın Ulu Mimarı” olarak planı yapmış, projeyi çizmiş, icraatı fizik yasalarına bırakmıştı. Pascal; “Descartes’ı affedemem, zira bütün felsefesinde Tanrı’yı işe kanştırmamayı çok istiyordu. Fakat, evreni harekete geçirebilmek için O’na ilk bir fiske vurdurmamazlık da edemedi. Bundan sonra bir daha Tanrıya ihtiyaç duymadı” diyerek tepkisini gösteriyordu.

Evreni yarattıktan sonra bir köşeye çekilen Tanrı fikri Aristo’ya kadar uzanır. Fakat, Aristo’da Newton determinizminde bulunmayan biri cause final-gayecilik fikri vardı en azından. Oysa Newton Mekaniği kapalı devre bir sebep-sonuç sisteminden başka bir şey değildir. (Geniş bilgi için ilerideki Sir Isaac Newton okuma parçasına bakınız.)

Doğanın bu sekülarizasyonunun felsefi temeli ruh ve madde arasındaki kartezyen ayırımdı. Bu ayırımm sonucu olarak dünya, gözlemci olarak insanı asla hesaba katmaksızın nesnellikle tanımlanabilen mekanik bir sistem olarak görüldü. Doğanın bu nesnel tasviri tüm bilimlerin ideali oldu. Mekanistik dünya görüşünün kesin olarak yerleşmesiyle, fizik bütün bilimlerin temeli durumuna geldi. Descartes bütün felsefeyi (bilimi) bir ağaca benzetmişti. Kökleri; metafizik, gövdesi fizik ve dalları diğer bilimlerdi. Locke, atomcu bir toplum fikri geliştirdi. Sosyolojiyi toplumsal fizik olarak gördü. Hatta Concorcet, “Ahlâkî ve siyâsî yanlışlıkların bile fizik yasalarını bilmemekten kaynaklandığını” ileri sürecek kadar fizikselleşmiş bir dünya görüşü öngörüyordu.(4)

La Mettrie, “İnsan Bir Makina” adlı kitabında insanın hayvanlardan temelde farklı olmadığını, insan organizmasının -ruhu dahil- karmaşık bir saatin çalışmasına benzetmiştir. Hatta la Mettrie Descartesin “beden-ruh dualizmi”ni de aşarak ruhi olayların bile fiziksel-kimyasal olarak açıklanabileceğini iddia ediyor ve şöyle ilave ediyordu: “Bilimsel olarak bilmemiz gereken herşey mekanistik olmak zorundadır.”

17. yüzyıldan sonra fizik göz kamaştırıcı kesin bilim özelliği taşıdığı zehabıyla öteki bütün bilimlere model teşkil etmişti. Fizikçiler ikibuçuk yüzyıl klasik fizik olarak bilinen, dünyaya mekanistik bakışın kavramsal çatısını geliştirip işlediler. Onların düşünceleri bir yandan Newton’un matematiksel teorisine ve Descartes’ın felsefesine dayalı öbür yandan da 17., 18., 19. yüzyıllarda geliştirilen Francis Bacon’un ortaya koyduğu bilimsel metodolojiye dayalıydı. Aruk madde bütün varoluşun temel ilkesiydi. Maddi dünya, kocaman bir makina içine yerleştirilmiş, birbirinden kopuk nesneler yığını şeklinde anlaşıldı. Kozmik-evren makinası tıpkı insan yapısı yarı otomotlar ve saatler gibi ilkel parçacıklardan ibaret görülüyordu.

————

*     Aslında bu bölümü önsöz olarak düşünmüştüm. Fakat, konunun bir mütemmimi olarak karşıma dikilince bir önsöz olmaktan çıktı. Özellikle modern bilimlere oldukça önyargılı bakan günümüzün “Molla Kasım“larının öldürücü eleştiri okJarını yemeden, teori ve gerçek, bilim ve din arasındaki düşüncelerimizi açıklamak lüzumu hissettim. İsterseniz siz bu bölümü bir sonsöz olarak da değerlendirebilirsiniz.
1     F. Capra. Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, s. 59
2     R. Westfall, Modern Bilimin Oluşumu s. 140
3     F. Capra, a.g.e, s.66
4     İ. Kutluer. Modern Bilimin Arkaplanı, s. 49

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur