Çok satan yazar ve Antik Uzaylı teorisinin babası Erich von Däniken, antik insanları yeraltında şehir büyüklüğünde yaşam alanları inşa etmeye iten şeyi ve bunun gökyüzündeki çatışmalarla bağlantısını araştırıyor.
Tanrıların Savaşı, gizli kalmış yıldızlar savaşı hakkında bilgi edinmek için Hindistan, Sibirya, Tahiti ve dünyanın diğer birçok bölgesinden eski kutsal yazıları inceliyor. Savaşta hayal edilemez güçte yıkıcı silahlar kullanıldı. Bu silahlardan birinin kullanılması bir gezegeni tamamen yok etti. Dünyanın her yerinden gelenekler, uzaydaki savaşın korkunç etkilerini tasvir ediyor. Birçok eski hikâye, yıllarca gökten ateş yağdığından bahsediyor. Zamanın insanları kendilerini bundan korumaya çalıştılar ve böylece yıldız savaşını ve diğer gezegenlerden varlıklarla teması kanıtlayan izler yarattılar. Von Däniken yıkıcı kayalardan güvenli limanlar olarak yeraltına kazılmış sayısız şehirden bazılarını gösteriyor ve şok edici olarak tanımlanabilecek bir olayla ilgili en yeni keşiflerini sunuyor: 2017 yılında yazara Peru’nun Nazca köyü yakınlarında mumyalanmış garip yaratıkların bulunduğu bilgisi verildi. Birkaç bin yıl yaşadılar, üç parmakları ve üç ayak parmakları ve son derece uzun kafaları vardı. Bilim insanları hemfikir: Bu yaratıklar Dünya’dan değil!
*
Bölüm 1
Dünya-dışı Kafatasları
23 Şubat 1988. Talihsiz bir gündü. Güney Amerika’nın dağlık bölgelerinde bir ziyaretçi grubunun rehberliğini yapıyordum. Bolivya’nın başkenti La Paz’dan kalkıp Santa Cruz de la Sierra’ya inmiştik. Denizden yaklaşık 4000 metre yüksekte olan La Paz Havalimanı dünyada jet uçaklarının inip kalkmasına izin verilen en yüksekte kurulu sivil havaalanıdır. Hedefimiz olan Santa Cruz de la Sierra ise La Paz’dan 3500 metre daha alçaktadır. Yüksek dağlık bölgelerdeyken birkaç kişi solunum güçlüğü çektiklerinden şikâyet etmişlerdi. Burada deniz seviyesinden 437 metre yüksekteyse grup rahat bir nefes almıştı. Bolca oksijene kavuşmuştuk. Akşam beşe doğru birer içki içmek için Holiday Inn Oteli’nin yüzme havuzunda buluştuk.
“Erich, Rob’u gördün mü?” diye sordu aranan kişinin karısı olan Julia. “Odada değil, mayosu da ortalarda yok. Oralarda aşağılarda bir yerlerde olmalı.” Julia ile Rob, Hollandalıydılar. Güney Amerika’nın uzak bölgelerine yapılan bu gezi onların kendilerine aldıkları evlilik hediyesiydi. Rob iki metrelik bir adamdı. Sporcu, ince ve uzun boylu, çok formda biriydi. Bana, yaptıgı uzun bisiklet turlarından bolca bahsetmişti. Yerimden kalktım ve yüzme havuzunun etrafında dolanmaya başladım. Gözlerim Rob’u arıyordu. Acaba oradaki standlardan bir şeyler saun almak için mayosuyla otel kapısının önüne mi gitmişti? Belki de tuvaletlerden birindeydi? Grupta üç genç oğlan da vardı. Onlardan tüm tesiste Rob’u aramalarını, her tuvalet kapısını tıklatıp sormalarını rica ettim. Yine de Rob’u bulamadık. Aniden ikinci katın balkonundan bir kadın aşağıya doğru bağırdı ve telaşla yüzme havuzunu işaret etti. Havuz “pırıl pıril” değildi. Öyle masmavi berrak bir suyu yoktu. Orada, yeşil yeşil pırıltılar saçan bulanık suyun içinde, iki metre derinlikte kolları açık halde bir insan bedeni seçiliyordu. Rob’u yüzeye taşıyıp sudan çıkardık. Suni solunum bir işe yaramadı, çok geç kalmıştık. Doktor kalp krizi teşhisi koydu. Bizim sportif Rob yükseklik farkının üstesinden gelememişti. Hepimiz Julia’y teselli etmeye çalışıyorduk, ama o şaşırtıcı biçimde gerçekçi ve metin bir tavır sergiledi.
Akşam yemeği açık büfeydi. Grubun hiç neşesi yoktu, hepsi kendi aralarında Rob’un ölümü hakkında konuşmaktaydı. Julia. kocasının cenazesinin Hollanda’ya götürülmesini isti yordu. Bunu halletmenin sözünü verdim, ama o sırada bunun mümkün olup olmadığı ve özellikle de bu işin kaça patlayacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Otel müdürü mesafeli ama dostça bir tavırla yanıma geldi. Daha önceki bir geziden tanışıyorduk. ABD’de eğitim görmüş kültürlü bir şahsiyetti. Herkes ona Mister Antonio derdi; benim resepsiyona kadar gelmemi rica etti. Resepsiyonda koyu siyah takım elbiseli ve beyaz eldivenli, siyahi biri duruyordu. Kıyafeti adamın yüzüne hiç uymuyordu. Bu kişinin bir cenaze kuruluşundan geldiğini ve Rob’un cenazesinin ülkesine nakledilmesiyle ilgili ayrıntıları konuşmak istediğini düşündüm. Ama Antonio farklı bir konu olduğunu açıkladı. Beyaz eldivenli adam çok, çok zengin bir Kolombiyalının uşağıymış. Bu adam muhakkak benimle kişisel olarak tanışmak istiyormuş. Uşağı beni ona götürecek ve sonra tekrar otele geri getirecekmiş.
“İyi de Antonio,” diye karşılık verdim, “grubumdakiler restoranda oturuyor. Onları yalnız bırakamam.” Antonio beyaz eldivenli siyahi adamın arabasına binmem için yalvarıp yakardı. Çok pişman olacağımı söyleyerek beni ikna etmeye çalıştı: ayrıca bu zengin kişi Holiday Inn’in büyük hissedarlarından biriymiş. Üstelik otel bu akşam tüm ziyaretçi grubunun içeceklerini üstlenecekti. Bu iyi bir teklifti. “Bu adam kimdir ve ne iş yapar?”
Antonio cevap vermeye yanaşmadı. Bu soruları yanıtlamaya izni yokmuş. “Hombre rico”, yani zengin adamın evine gictiğimde her şeyi öğrenecekmişim. Tekrar grubumun yanına döndüm, onları bilgilendirdim ve aşağı yukarı bir saat içinde tekrar barda olacağımı söyledim.
Dışarıda koyu renkli bir Mercedes limuzin beni bekliyordu. Beyaz eldivenli siyahi adam arka koltuğa geçmemi işaret etti. Önümdeki koltuğun arkasına benim için bir sehpa yerleştirilmişti. Üzerinde birinci kalite üç şişe viski, maden suyu, buz ve iki bardak konmuştu. Otomobil yavaşça bir tepeye tırmandı. Santa Cruz de la Sierra’nın ışıkları aşağımızda kalmıştı. Ardından şoför asfaltsız eğri büğrü bir yola saptı. Bir ağaçlığın içinden geçtik ve ben acaba kaçırılıyor muyum diye kendime sormaya başladım. Yanımda asla silah bulundurmazdım ve kendimi çaresizce haydutların eline teslim etmekteydim. Sonra şüpheleri kafamdan attım. Ne de olsa oteldeki turist grubum müdürün teklifiyle bir Mercedes’e bindiğimi biliyordu. Ayrıca bence müdür bey bu işin içinde değildi; üstelik beni kaçırıyorlarsa neden bu kadar karmaşık ve lüks bir yol seçmişlerdi?
Nihayet büyük bir kapının önünde durduk. İki Amerika yerlisi kapıyı arkamızdan kapattı. Arabadan inerken fark ettim ki herkes silahlıydı. Önümüzde dış duvarları yeşilliklerle kaplı tek katlı bir bina vardı. İçeride büyük bir salon ve bol miktarda ay parçası hanım vardı; fazla giyinik sayılmazlardı ve bana baştan çıkarıcı gülümsemeler fırlatıyorlardı. Bir geneleve mi düşmüştüm? En sonunda “zengin adam” bana doğru yaklaştı.
Koyu, kıvırcık saçları, canlı bakışları ve bakımlı bir bıyığı olan sempatik bir tipti. Kusursuz dişleri vardı. Alt dudağı üst dudağından biraz genişti ve çenesinde bir gamze bulunuyordu. Bir zamanlar bir yerlerde, gamzenin cömertliğe işaret ettiğini okumuştum. Adam kot pantolon, bej renkli ipek bir gömlek giymişti ve sol bileğinde elmaslarla bezeli bir Omega saat taşıyordu.
“Sinyor Erich,” diyerek beni selamlayıp kuvvetlice elimi sıktı. Arkadaşı Antonio vasıtasıyla benim oteldeki bir grubun rehberi olduğumu öğrenmiş ve bu fırsatı değerlendirip benimle kişisel olarak tanışmak istemiş. Gereksiz sözlerle aşırıya kaç
madan bu alışılmamış “kaçırılma” için benden özür diledi ve hemen otele dönmek istersem tek sözümün buna yeteceğini belirtti. Acaba bana herhangi bir yardımı dokunabilir miydi?
Kendisine grup üyelerinden birinin beklenmedik ölümü hakkında bilgi verdim ve Bolivya’dan Amsterdam’a cenaze nakli için hangi makamın yetkili olduğunu bilmediğimi söyledim.
“American-Express kredi kartınız var mı?” diye sordu. Bu kartı daima ceketimin küçük bir iç cebinde taşırdım. Ona numarasını verdim.
“Artık cenaze için endişelenmenize gerek yok,” dedi ev sahibim. “Uçakla Avrupa’ya gitmesi için kanın boşaltılması ve yerine formaldehit konulması gerekiyor. Bu işlem burada hastanede yapılacak. Nakliyeyi de American Express organize edecek.” Aynen dediği gibi de oldu. Rob’un cenazesi üç gün sonra Amsterdam’a ulaştı.
Hayat dolu ev sahibim birkaç kitabımı okuduğunu söyledi ve bana benzersiz bir şey göstermek istediğinden bahsetti. Önce soğuk şampanya ikram edildi ve kanepelerle dolu tepsiler dolaştırıldı. Ev sahibim kendisine Pablo diye hitap etmemi rica etti ve araştırmalarımı destekleyebileceğini söyledi. Özellikle de çok miktarda arazisinin bulunduğu Bolivya ve Kolombiya’da. Ne işle meşgul olduğunu sordum, ve o da otomobil ticareti ve sığır yetiştiriciliğiyle uğraştığını belirtti. Uzaylıların yaşlı dünyamıza yaptıkları ziyaretler hakkında sohbet ettik ve Pablo bana iltifatlarda bulunup günümüzde olguların arasındaki bağlantıları kavrayabilmiş olan az sayıda kişiden biri olduğumu belirtti. Yarım saat kadar sonra….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTanrıların Savaşı
- Sayfa Sayısı232
- YazarErich von Daniken
- ISBN9786053047209
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cesurlara Davet ~ Dorothee Elmiger
Cesurlara Davet
Dorothee Elmiger
“Bilip tanıdığım tek yer burası. Artık tamamen terk edilmişlere ait, terk edilmiş bir arazi. Biz de bu enlemlerde doğmuş ve tüm iyi ruhlar tarafından...
- Altın Defter ~ Doris Lessing
Altın Defter
Doris Lessing
Genç bir yazar olan Anna Wulf, kocasından ayrılmış, küçük çocuğuyla birlikte oturmaktadır. Bir süredir hiçbir şey yazamadığı için, hiç de doyurucu olmayan ilişkilerin düş...
- Gececiler & Karanlığa Dokunmak ~ Scott Westerfeld
Gececiler & Karanlığa Dokunmak
Scott Westerfeld
Bixby, Oklahoma sırlarla dolu. Ve bu sırlardan bazıları sır olarak kalmalı! Gececiler, gizli saatle ilgili gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken Bixby’nin tarihine örülmüş güçlü gizemleri...