Cadı ile Cadı avcısının son savaşı başlıyor
Kaderin birleştirdiği iki aşıktık biz
Lou bütün hayatını annesinden ve avcılardan kaçarak geçirmişti. Reid ise cadıları kovalayarak. Beraber olabilmek için tüm imkânsızlıklara kafa tutan bu çift şimdi yine omuz omuza durmuş, yıkıcı kayıpları için alacakları intikamı planlıyordu.
Kazık Ve Kibritin
Ancak karanlık, görünenden daha yakındı. Lou’yu çoktan ele geçirmişti ve onu geri getirmek için bu kez sadece aşk yetmeyecekti. O kendi içinde ölüm kalım savaşı verirken, cadılar onlara karşı birleşiyor ve yeni bir dünyanın kapıları aralanıyordu.
Yaşam Ve Ölümün
Lou hakkı olan tahta oturup Morgane’ın hükmüne son vermek için mutlaka geri dönmeliydi. Bu noktada Reid’i kritik bir karar bekliyordu. Kötülüğün her koldan saldırdığı bu son savaşı kazanabilmek uğruna aşkını mı, benliğini mi yoksa geleceğini mi feda edecekti?
Tanrılar Ve Canavarların
I. BÖLÜM
Quand le chat n’est pas là, les souris dansent.
Kedinin olmadığı yerde, meydan farelere kalır.
—Fransız Atasözü
FARE YUVASI
Nicholina
Kırmızı defne, gözotu, güzelavrat
Bir engereğin dişi, bir baykuşun gözü
Bir tutam bitki, biraz da hayvanat
İster emeli adil olsun, isterse niyeti kötü.
Dostun irini ve de düşmanınki
Siyaha boyanmış bir ruh, sanki yıldızsız bir gece
Karanlıkta hayaletlerin süzüldüğü gibi
Pürüzsüz bir uçuşla birinden diğerine.
Büyü tanıdık, ah, evet, çok tanıdık hem de. En sevdiğimiz. O bunu sık sık okumamıza izin veriyor. Büyü kitabını. Sayfayı. Büyüyü. Parmaklarımız her bir kalem darbesinin, solmuş her bir harfin üzerinde geziniyor ve vadedilen şey karşısında karıncalanıyorlar. Asla yalnız olmayacağımızı vadediyorlar ve onlara inanıyoruz. Ona inanıyoruz. Çünkü yalnız değiliz hiçbir zaman yalnız değiliz fareler onlarca, yüzlerce başka fareyle birlikte yuvalarda yaşarlar. Yavrularını, çocuklarını büyütmek için birlikte yuvalarlar ve bol miktarda yiyecek ve büyü içeren sıcak, kuru köşeler bulurlar. Hastalığın, ölümün olmadığı kuytular.
Parmaklarımız parşömenin üzerinde kıvrılarak taze izler bırakıyor. Ölüm. Ölüm, ölüm, ölüm, bize hem dost hem de düşman, nefes kadar mutlak, hepimizin kapısını çalan. Ama benim değil. Ölüler hatırlamamalı. Onların rüya gördükleri geceden sakının. Şimdi kâğıdı yırtıyoruz, parçalara ayırıyoruz. Öfke dolu parçalara. Kül gibi dağılıyorlar karda. Anılar gibi. Fareler birlikte yuva yaparlar, evet –birbirlerini güvende ve sıcak tutarlar– ama yavrulardan biri hastalandığında, fareler onu yiyecektir.
Ah, evet. Anneyi ve yuvayı beslemek için bir güzel mideye indirirler onu. En yeni doğan her zaman hastadır. Her zaman küçük. Hasta, küçük fareyi yutacağız ve o da bizi besleyecek. Bizi besleyecek. Onun dostlarını avlayacağız, dostlarını bu kelimeyle, bu içi boş sözle boğazımdan bir hırıltı kopuyor– ve tıka basa keder ve suçlulukla, hüsran ve korkuyla dolana dek besleyeceğiz onları. Nereye gidersek, peşimizden gelecekler. Sonra onları da yutacağız. Ve hasta, küçük fareyi Le Blanc Şatosu’nda annesine teslim ettiğimizde –bedeni solduğunda, kanadığında– ruhu sonsuza dek bizimle kalacak. Bizi besleyecek. Asla yalnız olmayacağız.
L’ENCHANTERESSE
Reid
Mezarlığın üzerine bir sis çöktü. Eski, ufalanmış, üzerindeki isimler çoktan suya ve toprağa karışmış mezar taşları, uçurumun kenarında durduğumuz yerden göğü deliyordu. Aşağımızdaki deniz bile sessizliğe bürünmüştü. Şafak sökmeden önceki bu ürkütücü ışıkta, mezar kadar sessiz ifadesinin ne anlama geldiğini sonunda anladım. Coco bir eliyle yorgun gözlerini ovuşturup sisin ötesindeki kiliseyi işaret etti. Küçük. Ahşap. Çatının bir kısmı çökmüş. Görünürde papazın pencerelerinden süzülen bir ışık yok. “Terk edilmişe benziyor.” “Ya edilmemişse?” Beau başını sallayarak homurdansa da ani bir esnemeyle durdu. Lafı dolandırıyordu.
“Burası bir kilise ve yüzlerimiz Belterra’nın her tarafına yapıştırılmış durumda. Bir taşra rahibi bile bizi tanır.” “İyi.” Coco’nun yorgun sesi muhtemelen istediğinden daha az saldırgan çıktı. “Köpekle birlikte dışarıda uyursun.” Hep birlikte, bizi takip eden hayaletimsi beyaz köpeğe bakmak için aynı anda döndük. Cesarine’in biraz ötesinde ortaya çıkmıştı, biz yol yerine sahilden yolculuk etme konusunda anlaşmadan hemen önce. Hepimiz La Fôret des Yeux’yü* bir ömür yetecek kadar görmüştük. Köpek günlerdir peşimizden geliyor fakat dokunacak kadar yaklaşmıyordu.
İhtiyatlı, kafası karışmıştı ve matagotlar* o belirdikten kısa bir süre sonra ortadan kaybolmuştu. Bir daha da dönmemişlerdi. Belki köpek de huzursuz bir ruhtu – yeni bir matagot türüydü. Belki yalnızca kötü bir alametti. Belki de bu yüzden Lou ona henüz bir isim vermemişti. Yaratık şimdi bizi izliyordu, suratımda gezinen gözleri hayaletimsi bir dokunuş gibiydi. Lou’nun elini daha sıkı tuttum. “Bütün gece yürüdük. Kimsenin bizi bir kilisede arayacak hâli yok. Saklanmak için gayet iyi bir yer. Eğer terk edilmemişse de” –o araya giremeden Beau’nun sözünü kestim “kimse bizi görmeden oradan ayrılırız.
Anlaştık mı?” Lou, Beau’ya genişçe sırıttı. O kadar geniş bir sırıtıştı ki neredeyse bütün dişlerini sayabiliyordum. “Yoksa korkuyor musun?” Beau ona kuşkulu bir bakış attı. “Tünellerde olanlardan sonra sen de korkmalısın.” Lou’nun sırıtışı kayboldu ve Coco gözle görülür şekilde kaskatı kesilerek gözlerini kaçırdı. Gerginlikle, ben de baston yutmuş gibi doğruldum. Ancak Lou başka bir şey söylemedi, bunun yerine elimi bırakıp yavaşça kapıya doğru yürüdü. Kolu çevirdi. “Kilitli değil.” Tek kelime etmeden Coco ve ben onun peşinden içeri girdik.
Beau bir an sonra antrede bize katılarak karanlık odayı bariz bir şüpheyle süzdü. Şamdanı kalın bir toz tabakası kaplamıştı. Balmumu ahşap zemine damlamış, ölü yaprakların ve döküntülerin arasında katılaşmıştı. Ötedeki tapınaktan bir hava akımı gelip geçti. Salamura gibi kokuyordu. Çürük gibi. “Bu boktan yer kesinlikle perili,” diye fısıldadı Beau. “Kelimelerine dikkat et.” Ona kaşlarımı çatarak tapınağa girdim. Harap olmuş kilise sıralarını gördüğümde göğsüm sıkıştı. Ve de köşede çürümeye bırakılmış yırtık ilahi sayfalarını. “Burası bir zamanlar kutsal bir yerdi.” “Perili falan değil.” Lou’nun sesi sessizlikte yankılandı. Vitraylı bir pencereye bakmak üzere arkamda durdu. Azize Magdaleine’in pürüzsüz yüzü de bakışlarına karşılık verdi. Belterra’daki en genç azize olan Magdaleine, bir adama kutsanmış bir yüzük hediye ettiği için Kilise tarafından kutsal sayılmıştı. Yüzükle birlikte, adamın ihmalkâr karısı ona tekrar âşık olup –adam çok tehlikeli bir deniz yolculuğuna çıktıktan sonra bile– yanından ayrılmayı reddetmişti. Kadın onun peşinden dalgaların içine atlamış ve boğulmuştu. Ne var ki, Magdaleine’in gözyaşları onu hayata döndürmüştü. “Ruhlar kutsanmış topraklarda yaşayamaz.”
Beau’nun kaşları çatıldı. “Bunu nereden biliyorsun?” “Sen nasıl bilmiyorsun?” diye çıkıştı Lou. “Dinlenmeliyiz.” Bir kolumu Lou’nun omuzlarına sararak onu yakındaki bir kilise sırasına götürdüm. Gözlerinin altındaki koyu halkalarla her zamankinden daha solgun görünüyordu, günlerdir süren zorlu yolculuk yüzünden saçları karmakarışık ve rüzgârdan dağılmıştı. Birden çok kez –o benim bakmadığımı zannederken– tüm bedeninin sanki hastalıkla mücadele ediyormuş gibi şiddetle sarsıldığını görmüştüm. Şaşırmıyordum.
Sonuçta büyük badireler atlatmıştı. Hepimiz atlatmıştık. “Köylüler yakında uyanır. Herhangi bir gürültü duyarlarsa bakmaya geleceklerdir.” Coco bir sıraya yerleşerek gözlerini kapadı ve pelerininin başlığını kafasına çekti. Kendini bizden sakladı. “Biri nöbet tutmalı.” Gönüllü olmak için ağzımı açmıştım ki Lou araya girdi. “Ben tutarım.” “Hayır.” Lou’nun en son ne zaman uyuduğunu hatırlayamayarak başımı iki yana salladım. Tenime değen teni soğuk ve nemliydi. Eğer gerçekten hastalıkla mücadele ediyorsa dinlenmeye ihtiyacı vardı.
“Sen uyu. Nöbeti ben tutarım.” Elini yanağıma koyarken boğazının derinliklerinden bir ses yankılandı. Başparmağı dudaklarımı okşayarak bir süre üzerlerinde gezindi. Tıpkı gözleri gibi. “Seni izlemeyi tercih ederim. Rüyalarında ne göreceğim, Chass? Ne duyacağım…” “Ben yiyecek bir şeyler var mı diye bulaşıkhaneyi kontrol edeceğim,” diye mırıldandı Beau bizi iterek yanımızdan geçerken. Omzunun üzerinden Lou’ya iğrenmiş bir bakış attı. Onun gidişini izlerken midem guruldadı. Sertçe yutkunarak açlığın sebep olduğu ağrıyı görmezden geldim. Göğsümdeki ani, tatsız baskıyı. Yavaşça Lou’nun elini yanağımdan çektim ve bir omuz silkişle paltomu üzerimden çıkardım. Ona verdim. “Hadi uyu, Lou. Seni gün batımında uyandırırım ve sonra” kelimeler boğazımı yaktı “sonra yola devam ederiz.”
Şato’ya.
Morgane’a.
Mutlak ölüme.
Endişelerimi tekrar dile getirmedim.
Lou, ona katılsak da katılmasak da Le Blanc Şatosu’na gideceğini açıkça belirtmişti. İtirazlarıma rağmen –neden en başında müttefik aradığımızı, neden onlara ihtiyacımız olduğunu hatırlatmama rağmen– Lou, Morgane’ın üstesinden tek başına gelebileceği konusunda ısrar etti. Claud’u duydun. Bu sefer tereddüt etmeyeceği konusunda ısrar etti. O artık bana dokunamaz. Atalarının evini ve onunla birlikte tüm akrabalarını yakıp kül edeceği konusunda ısrar etti. Yenisini inşa edeceğiz.
Neyin yenisini? diye sormuştum ihtiyatla. Her şeyin yenisini. Daha önce böyle yoğun bir sabit fikirlilikle hareket ettiğini hiç görmemiştim. Hayır. Takıntıyla. Çoğu gün, gözleri vahşi bir ışıltıyla –yabani bir açlıkla– parlıyordu, diğer günlerdeyse içlerinde karanlıktan başka bir şey yoktu. O günler kesinlikle çok daha kötüydü. Beni ya da onu teselli etmeye yönelik zayıf girişimlerimi görmeyi reddederek dünyayı ölü bir ifadeyle izlerdi. Onu yalnızca tek bir kişi teselli edebilirdi.
Ve o da ölmüştü. Lou beni yanına çekti, neredeyse dalgınlıkla boynumu okşadı. Soğuk dokunuşuyla omurgamdan aşağı bir ürperti dalgası indi ve ani bir uzaklaşma arzusu beni ele geçirdi. Bunu görmezden geldim.
Yoğun ve ağır bir sessizlik kapladı odayı, tabii midemden gelen gurultuları saymazsak. Açlık artık daimi bir yol arkadaşıydı. En son ne zaman karnımı doyurduğumu hatırlamıyordum. Troupe de Fortune’la* mıydı? Kovuk’tayken mi? Kule’de mi? Koridorun karşısında, Coco’nun nefesi yavaş yavaş sabit bir ritme kavuştu. Lou’nun buz gibi teni ya da göğsümdeki ağrı yerine sese ve tavan kirişlerine odaklandım. Ancak bir an sonra bulaşıkhaneden çığlıklar yükseldi ve tapınağın kapısı ardına kadar açılıverdi. Beau aceleyle kürsünün yanından geçerek ileri atıldı. “Yok artık!” Ben ayağa kalktığım sırada çılgınca çıkışa doğru işaret ediyordu. “Gitmemiz lazım! Hemen, şimdi, hadi yürüyün…” ‘‘Dur!” Rahip cübbesi giyen huysuz bir adam elinde tahta bir kaşıkla tapınağa daldı. Kaşıktan sarımsı renkte güveç damlıyordu. Beau adamın kahvaltısını bölmüş gibi duruyordu. Adamın kır, dağınık, yüzünün çoğunu gizleyen– sakalındaki sebze taneleri şüphelerimi doğrular nitelikteydi.
“Buraya gel dedim…” Geri kalanımızı görünce ayakları kayarak aniden durdu. İçgüdüsel olarak yüzümü gölgelere gizlemek için döndüm. Lou hızla pelerininin başlığını beyaz saçlarının üzerine geçirdi ve Coco kaçmaya hazır bir şekilde gerilerek ayağa kalktı. Ama artık çok geçti. Bizi tanıdığını gösteren o ifade adamın koyu renkli gözlerinde kıvılcımlanmıştı bir kere. “Reid Diggory.” Arkamdaki kişiye dönmeden önce, koyu bakışlarıyla beni tepeden tırnağa süzdü. “Louise le Blanc.” Beau kendine engel olamayarak antrede durduğu yerden boğazını temizledi ve rahip alay edercesine gülüp başını iki yana sallamadan önce onu kısaca bir inceledi. “Evet, senin de kim olduğunu biliyorum, çocuk. Ve senin,” diye ekledi, başlığı hâlâ yüzünü karanlığa gömen Coco’ya dönerek. Sözüne sadık kalan Jean Luc, Coco’nun aranıyor posterini de bizimkinin yanına eklemişti. Rahibin gözleri Coco’nun çektiği bıçağa çevrilerek kısıldı. “Kendine bir zarar vermeden kaldır şunu.”
“İzinsiz girdiğimiz için üzgünüz.” Ellerimi yalvarırcasına kaldırırken Coco’ya uyaran sert bir bakış attım. Yavaşça koridora geçerek çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Hemen arkamdan Lou adımlarımı takip etti. “Kötü bir niyetimiz yoktu.” Rahip burnundan alayla gülse de kaşığını indirdi. “Evime zorla girdiniz.” “Burası bir kilise.” Kayıtsızlık Coco’nun sesini cansızlaştırmıştı ve eli aniden hançerin ağırlığını taşıyamıyormuşçasına aşağı indi. “Özel bir konut değil. Ayrıca kapı açıktı.” “Belki de bizi içeri çekmek içindi,” diye önerdi Lou beklenmedik bir keyifle. Başını eğerek hayranlıkla rahibe baktı. “Ağına çeken bir örümcek gibi.” Benimkiler gibi rahibin de kaşları konuşmanın yönünün ani değişimi karşısında çatıldı.
Beau’nun sesi kafa karışıklığımızı yansıtıyordu. “Ne?” “Ormanın en karanlık derinliklerinde,” diye açıkladı Lou bir kaşını kaldırarak, “diğer örümcekleri avlayan bir örümcek yaşar.
L’Enchanteresse deriz ona. Büyücü Kadın. Öyle değil mi, Coco?” Coco cevap vermediğinde ona aldırmadan devam etti. “L’Enchanteresse düşmanlarının ağlarına sızarak ipek ipliklerini koparır ve onları avlarını tuzağa düşürdüklerine inandırır. Örümcekler ziyafet çekmeye geldiğinde hücuma geçerek benzersiz zehriyle onları yavaşça zehirler. Ve günlerce onların tadını çıkarır. Gerçekten de hayvanlar âleminde acı çektirmekten hoşlanan birkaç yaratıktan biri.” Hepimiz ona bakakaldık. Coco bile. “Bu rahatsız edici,” dedi Beau sonunda.
“Bu zekice.” “Hayır.” Beau suratını ekşiterek yüzünü buruşturdu. “Bu yamyamlık.” “Sığınağa ihtiyacımız vardı,” diye araya girdim fazla yüksek bir sesle. Fazla çaresizce. Şaşkınlıkla kaşlarını çatmış, onların didişmelerini izleyen rahip dikkatini tekrar bana çevirdi. “Kilisenin dolu olduğunu fark etmedik. Şimdi gidiyoruz.”
Adam bizi sessizce incelemeye devam ederken dudakları hafifçe kıvrıldı. Buna karşılık önümde altın iplik belirdi. Arayış içinde. İrdeleyen. Koruyan. Sessiz sorusunu görmezden geldim. Burada büyüye ihtiyacım olmayacaktı. Rahip elinde yalnızca bir kaşık tutuyordu. Bir kılıç savursa bile, yüzündeki çizgiler yaşlı olduğunu gösteriyordu. Buruş buruştu. Uzun boyuna rağmen zaman kaslarını eritmiş ve arkasında cılız bir yaşlı adam bırakmış gibiydi. Onu atlatabilirdik. Kaçmaya hazır bir şekilde Lou’nun elini tutarken Coco ve Beau’ya bir bakış attım. Her ikisi de hafif bir baş hareketiyle anladıklarını belirttiler.
Kaşlarını çatan rahip bizi durdurmak istercesine kaşığını kaldırdı fakat tam o anda taze bir açlık dalgası burktu midemi. Gurultusu odada bir deprem gibi yankılandı. Duymazdan gelmek imkânsızdı. Ardından yaşanan sessizlikte rahip gözlerini daha da kısarak Azize Magdaleine’e bakmak için bakışlarını benden ayırdı. Bir başka gurultu sonrası isteksizce mırıldandı, “En son ne zaman yemek yediniz?” Cevap vermedim.
Sıcaklık yanaklarıma hücum etti. “Şimdi gidiyoruz,” diye tekrarladım. Gözleri benimkilerle buluştu. “Onu sormadım.” “Birkaç… gün oldu.” “Kaç gün?” Beau benim yerime cevap verdi. “Dört.” Midemden yükselen başka bir gurultu sessizliği sarstı. Rahip başını iki yana salladı. Kaşığı bütün olarak yutmayı tercih edermiş gibi bir ifadeyle sordu, “Peki… en son ne zaman uyudunuz?” Bir kez daha, Beau kendine hâkim olamamış gibiydi.
“İki gece önce birkaç balıkçının teknesinde uyukladık ama içlerinden biri bizi güneş doğmadan yakaladı. Bizi ağına düşürmeye çalıştı, ahmak.” Rahibin gözleri tapınağın kapılarına kaydı. “Sizi buraya kadar takip etmiş olabilir mi?” “Ahmağın teki olduğunu söyledim ya. Onun yerine, Reid onu ağa düşürdü.
O gözler yine benimkileri buldu. “Ona zarar vermedin.” Bu bir soru değildi. Ben de cevap vermedim. Bunun yerine, Lou’nun elini daha sıkı tuttum ve kaçmaya hazırlandım. Bu adam bu kutsal adam yakında alarmı çalacaktı.
Jean Luc gelmeden önce aramıza kilometrelerce mesafe koymamız gerekiyordu. Lou benimle aynı endişeyi paylaşmıyor gibiydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTanrılar ve Canavarlar
- Sayfa Sayısı544
- YazarShelby Mahurin
- ISBN9786257550819
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Scarlet ve Ivy 2 / Duvardaki Fısıltılar ~ Sophie Cleverly
Scarlet ve Ivy 2 / Duvardaki Fısıltılar
Sophie Cleverly
Duvarlar konuşmaya başladığında, söyleyeceklerini duymazdan gelmek mantıksızdır. İkiz kardeşler Scarlet ve Ivy, kötü kalpli üvey annelerinin isteğiyle bir yıllığına Rookwood Okulu’na gönderilir. Bu tüyler...
- Bulantı ~ Jean Paul Sartre
Bulantı
Jean Paul Sartre
Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre‘ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçuluğun sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938’de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu....
- Gerileyiş ve Çöküş ~ Evelyn Waugh
Gerileyiş ve Çöküş
Evelyn Waugh
Oxford’dan “ahlaka aykırı davranışı” nedeniyle atılan Paul Pennyfeather kısa süre içinde kendini Galler’de bir okulda öğretmenlik yaparken bulur. Buradaki meslektaşları kuşkularla dolu Prendy ve...