Kate Winters ölümsüzlüğü hak etti.
Ama hayatını Ölüler Diyarı’nda, Henry ile birlikte geçirmek istiyorsa bunun uğruna savaşması gerekecek.
Fakat başarısız olursa…
Bütün olanlar içerisinde, ölümsüzlüğü kazanmak en kolayı olmuştur. Kate, artık Ölüler Diyarı Kraliçesi olarak taç giymek üzere olmasına rağmen, kendisini her zamankinden çok daha yalnız hissetmektedir, ölüler Diyarı’nın hükümdarı olan Henry’ye karşı duyduğu sevgi günden güne büyürken, Henry ona karşı gittikçe mesafeli ve gizemli davranmaya başlamıştır. Kate’in taç giyme töreninin tam ortasında, evrende kendisini öldürebilecek kadar güçlü olan tek varlık tarafından alıkonur:
Titanların Kralı, Kronos.
“Kate, açıklanamayan olaylara göğüs gererek onlarla başa çıkabilecek bir kahraman.”
Publishers Weekly
***
Calliope ardından gelen kızıl saçlı kızın gevezeliğini duymazdan gelerek ağır ve yorgun adımlarla güneşli alanda ilerliyordu. Ingrid, Henry’nin karısı olabilmek için testi geçmeye çalışan ilk ölümlüydü ve Henry onunla günde beş dakikadan daha fazla zaman geçirmiş olsaydı Calliope’nin onu neden öldürdüğünü anlardı.
Ingrid uzun çimenlerin arasındaki bir tavşanı çekip havaya kaldırdı ve göğsüne bastırarak, “Bugün şanslı günündesin,” dedi. “Öğleden sonra her şey aydınlanacak.”
Calliope, “Dün olduğu gibi mi?” dedi. “Ve dünden bir önceki gün? Ve ondan önceki gün?”
Ingrid’in yüzü parladı. “Ne kadar da güzel, öyle değil mi? Kelebekleri gördün mü?”
Calliope, “Evet, kelebekleri gördüm,” dedi. “Geyiği de. Ahiret hayatının her bir anlamsız parçasını da.”
Ingrid’in yüzünden karanlık bir bulut geçti. “Bunun aptalca olduğunu düşünmene üzüldüm, ama bu benim dünyam ve burada kendi istediğim gibi yaşıyorum.”
Bu çok büyük bir gayret gerektiriyor olmasına rağmen Calliope gözlerini devirme isteğine karşı koydu. Ingrid’i üzmek yalnızca durumu daha da kötüleştirecekti ve bu gidişle Calliope’nin buradan çıkması çağlar sürebilirdi. Calliope güçlükle, “HakLIsın,” dedi. “Bu diyarda pek fazla zaman geçirmediğim için işlerin yürüyüş şekli bana biraz yabancı geliyor.”
Ingrid rahatlayarak parmaklarını tavşanın tüylerinin arasından geçirdi. Calliope’nin dişlerini sıkmasına neden olan bir kıkırdama eşliğinde, “Tabii ki burada zaman geçirmiyorsun,” dedi. “Sen bir tanrıçasın, ölemezsin.” Ardından, “Benim gibi,” diye ekledi ve merada birkaç adım ileriye sıçradı. “Ama yine de ölüm düşündüğüm kadar kötü bir şey değilmiş.”
Şu ahmak kız lanet olası gerçeği bilseydi, Calliope’nin yalnızca bir tanrıça olmadığını da bilirdi. Calliope konseyin, tanrıların çocuk sahibi olarak üye sayısını arttırmalarından önceki orijinal altı üyesinden biriydi. Kocasının, sadakatin kendi konumundan aşağıda bir olgu olduğuna karar vermesinden önce. Şeker dağıtır gibi ölümsüzlük dağıtmaya başlamalarından önce. Sadece bir tanrıça değil, on iki Titan’dan birinin kızıydı. Bir kraliçeydi.
Ve konsey ya da Kate denen fahişenin verdikleri karar ne olursa olsun, burada olmayı hak etmiyordu.
Calliope, “iyi,” dedi. “Ölümden korkmak kadar aptalca bir şey yoktur.”
Ingrid, “Henry rahatımı sağlamak için elinden geleni yapıyor. Arada bir yanıma gelerek öğleden sonralarını benimle geçiriyor,” dedi ve yüzünde kedi sırıtışına benzer bir gülümsemeyle ekledi. “Hâlâ bana kimin kazandığını söylemedin.”
Calliope bunun bir yarışma olmadığını söylemek üzere ağzını açtı ancak bunun doğru olmadığını fark etti. Bu iş her yönüyle bir yarışma tadında geçmiş ve kendisi de ödül için herkesten daha zorlu bir mücadele vermişti. Rakiplerini ustalıkla diskalifiye etmeyi başarmıştı. Henry ve Diana burunlarını sokmasalardı Kate bile ölmüş olacaktı.
Kazanan kişi Calliope olmalıydı ve Ingrid’in yüzündeki sırıtış Calliope’nin göğsünde bir zamanlar kalbinin yer aldığı deliğe serpilmiş tuz etkisi yaratıyordu. Önce kocasını kaybetmiş, sonra tam da derdine çare olabilecek ve kendisine ihtiyacı olan sevgiyi verebilecek birini bulduğunu düşünmüşken, o kişi -Henry- ona tek bir şans bile tanımamıştı. Özgürlüğünü, asaletini, bin yıllar boyunca kazanmak için çabaladığı saygınlığını ve her şeyden önemlisi Henry’yi kaybetmişti.
Kendisi gibi ilk altılıdan biri olan Henry ile insanlığın doğuşundan beri beraberlerdi. En azından Persephone gelene kadar kimsenin kaldıramayacağı bir gizem ve yalnızlık kefenine sarınmış Henry’yi sonsuzluktan beri izlemiş durmuştu. Ve Persephone’nin ona yaptıklarından sonra da.
Cezalandırılması gereken biri varsa o da Persephone’ydi. Calliope’nin tek isteği Henry’nin mutlu olmasıydı ve bir gün Henry bunun tek yolunun ikisinin birlikte olması olduğunu anlayacaktı. Ne kadar uzun sürerse sürsün onun bunu görmesini sağlayacaktı. Ve Kate eninde sonunda gelecekte birlikte geçirecekleri değerli zamanlarını onlardan çalmasının kefaretini ödeyecekti.
Ingrid, “Calliope?” dedi ve Calliope bu düşünceleri kafasından silkelemeye çalıştı. Düşünceleri zihninin derinliklerindeki yerlerine geri döndüğünde ise öfke ve acısı hâlâ yerli yerlerinde duruyordu.
Calliope sanki zikrettiği isim zehirliymiş gibi tükürürcesine “Kate,” dedi. “Adı Kate. Diana’nın kızı.”
Ingrid’in gözleri büyüdü. “Ve Persephone’nin kız kardeşi, öyle mi?”
Calliope başıyla onayladı ve Ingrid’in ardında, uzaklarda tuhaf bir sis bulutunun belirdiğini fark etti. Bulutun onu çağırır gibi bir hali vardı ama Calliope Ingrid’in yanından ayrılarak sisi takip etme dürtüsüne karşı koyuyordu. Öldürdüğü kızlarla birlikte zaman geçirme cezasının gereğini yerine getirirken Henry’ye haber vermeden yerinden kıpırdayamazdı. Konseyin isteklerine bilerek karşı geldiği takdirde konseydeki başkası tarafından doldurulacak olan makamından sonsuza kadar sürülebilirdi.
Bu başkasının kim olacağını gayet iyi biliyordu ve kendi kendine hâlâ bir tanrıça olduğu sürece Kate’in, tahtına asla yaklaşamayacağı konusunda söz vermişti.
Calliope oluşan sise göz gezdirdi. “Hiç oraya gittin mi?”
Ingrid, “Nereye?” dedi. “Ağaçların yanına mı? Bazen, ama merayı tercih ediyorum. Çiçek yapraklarının tatlarının tıpkı şekerlemeye benzediğini biliyor muydun? Kesinlikle denemelisin.”
Calliope “Ben şekerleme yemem,” dedi ancak dikkati hâlâ sis bulutundaydı. Daha önce Ölüler Diyarı’nda buna benzer hiçbir şey görmemişti ve bunun bir anlamı olmalıydı. Belki de bu Henry’nin kendisine bir sonraki kıza geçebileceğini söyleme şekliydi. Belki de sonunda Ingrid’in ne kadar da berbat biri olduğu fark etmişti.
Ingrid “Nasıl şekerleme yemeyebilirsin?” dedi. “Herkes şekerleme yer.”
Calliope “Ben herkes değilim,” dedi. “Burada bekle.”
Ingrid “Öylece çekip gidebilir misin?” dedi. “Hiç zannetmiyorum. Yanımdan ayrılmadan önce seni affetmem gerekiyor, yoksa bu kadar çabuk mu unuttun?”
Calliope dişlerini gıcırdattı. Tabii ki unutmamıştı, ama gördüğü kadarıyla Ingrid’in onu affedeceği falan yoktu. O affetse bile kızların her birine kendini affettirebileceğinden şüpheliydi ve Kate’in hüküm sürdüğünü göz önüne aldığında sonsuza kadar ölüler Diyarı’nda tıkılıp kalacağını düşünüyordu. Bu Calliope’nin geçirmeyi umduğundan daha uzun bir süreydi. “Ayaklarını yere sabitlememi istemiyorsan burada kalacaksın,” diye çıkıştı.
“Bunu yapabilir misin?”
Calliope cevap vermeye tenezzül etmedi. Bunun yerine sis bulutuna doğru yöneldi ve en azından peşinden gitmeyecek kadar edepli olan Ingrid’in yanından uzaklaştı. Ingrid’den uzaklaştıkça mera daha da kararıyordu ve sonunda Calliope’nin etrafı tamamen karanlık kayalarla çevrildi. Ölüler Diyarı, yakınlarda görünüşüne müdahale edebilecek hiçbir ölü ruh olmadığında aldığı gerçek formuna dönmüştü.
İyice yaklaştığında sis bulutunun gerçek bir sis olmadığını fark etti. Sis süzüldüğü havada parlıyor gibiydi ve içinden çıkan binlerce ışık filizi ona uzanmaya çalışıyordu. Calliope elini kendisine uzanan filizlerden birine uzatarak parmaklarını tuhaf ışına değdirdiğinde, sisin neden kendisini çağırmakta olduğunu anladı. Sonunda onlarca yıllık bekleyiş sona ermiş ve “o” uyanmıştı.
Calliope gülümsedi ve içine adı bile hatırlanmayacak kadar eski ve kadim bir güç yayıldı. Ingrid artık uzak bir hatıradan başka bir şey değildi ve uzun yıllar boyunca biriktirdiği öfkesi sonunda hedefini bulmuştu.
“Merhaba, baba.”
BİRİNCİ BÖLÜM
EDEN’A DÖNÜŞ
Çocukken öğretmenlerimden her biri tüm sınıfa içinde resimler ve canı sıkılan bir sürü öğrencinin dikkatlerini cezp edecek komik bölümler olan şu korkunç “Geçen Yaz Yaptıklarım” kompozisyonlarından birini yazdırır ve sırayla okuturdu.
Her yıl oturduğum yerden New York City ortaokulundaki arkadaşlarımın yaz tatillerini nasıl da zengin aileleriyle birlikte Hamptons, Florida ya da Avrupa’da geçirdiklerini, tatilde çocuk bakıcılığı yaptıklarını ve biraz daha büyüdükçe kız ya da erkek arkadaşları ile vakit geçirdiklerini dinlerdim. Liseye geçtiğimizde de aynı türden gösterişli hikâyeler duymaya devam ettim: süper modellerle Paris kaçamakları, Bahamalarda rock yıldızlarıyla birlikte sabaha kadar süren kumsal partileri… Kısacası herkes, her geçen yıl daha da çılgınlaşan hikâyelerle sınıfın dikkatini çekmeye çalışırdı.
Ama benim hikâyem hep aynıydı. Annem bir çiçekçiydi ve gelirinin çoğunu okulum için harcadığından asla New York City’den ayrılmazdık. Tatil günlerini Central Park’ta güneş banyosu yaparak geçirirdik.
Hastalandıktan sonraki yazlarımı vücuduna saldıran kemoterapi sırasında annemin saçlarını geride tutarak ya da izleyecek bir şeyler bulabilmek için televizyon kanalları arasında gezinerek geçirmeye başladım.
Yazlarım Hamptons’da geçmiyordu. Florida’da geçmiyordu. Avrupa’da geçmiyordu. Ama yine de bana aittiler.
Ancak Henry ile geçirdiğim altı ayın ardından gelen yaz mevsimi, bütün sınıf arkadaşlarımın yaşadıklarını ezip geçti.
Ben arabayı çok fazla kullanılmayan bozuk bir toprak yoldan aşağı sürerken James, “Daha önce hiç yunuslarla birlikte yüzmediğine inanamıyorum,” dedi.
Michigan’ın, binaların birçoğundan daha uzun olan ağaçlarla kaplı üst yarımadasındaydık. Gittikçe Eden Köşkü’ne yaklaşırken yüzümdeki gülümseme de gitgide büyüyordu.
Gaz pedalını dürterek, “Hudson Nehri’nde bir yunus sürüsü falan yoktu,” dedim. Medeniyetten o kadar uzaklaşmıştık ki, etrafta herhangi bir hız limiti tabelası görünmüyordu ve buradan son geçişimde annem, bu durumdan yararlanma riskini alamayacağım kadar hastaydı. Ama şimdi, yani konsey bana ölümsüzlük bahşettiğinden beri riske attığım tek şey eski ve hırpalanmış arabamdı. Şimdiye kadar ölümsüzlükten hiçbir şikâyetim olmamıştı. “Bence yanardağın patlaması daha etkileyiciydi.”
James “Neden böyle yaptığına bir türlü anlam veremiyorum,” dedi. “O dağ bazılarımızın yaşam süresinden bile uzun zamandır faaliyetsizdi. Geri döndüğümüzde Henry’ye sormam gerekecek.”
“Henry’nin yanardağlarla ne ilgisi var?” dedim ve birden kalbim hopladı. Köşke o kadar yaklaşmıştık ki neredeyse Henry’yi hissedebiliyordum. Bir yandan parmaklarımla direksiyon simidinin üzerinde tempo tutmaya başladım.
“Yanardağlar Henry’nin sorumluluğundadır. Kadim bir dağ bu şekilde birdenbire faaliyete geçtiğinde ortada ters giden bir şeyler var demektir.” James elindeki kurutulmuş etin bir parçasını ısırdı ve geri kalanını bana uzattı. Burnumu kıvırdım. “Keyfin bilir. Ona yaptığımız her şeyi anlatmak zorunda kalacağının farkındasın, öyle değil mi?”
Ona ters bakışlar fırlattım. “Aksini yapmayı düşünmemiştim. Neden? Bunun ne sakıncası var ki?”
James omuz silkti. “Hiç. Sadece Henry’nin Yunanistan’da sarışın ve yakışıklı bir yabancıyla altı ay geçirmiş olmandan pek hoşlanacağını zannetmiyorum, hepsi bu.”
O kadar güldüm ki neredeyse arabayı yoldan çıkarıyordum.
“Kimmiş o sarışın ve yakışıklı yabancı? Birden hatırlayamadım da.”
James neşeyle “Kesinlikle, Henry’ye böyle söylersen ikimiz de yırtarız,” dedi.
Tabii ki bütün bunlar bir şakadan ibaretti. James benim en yakın dostumdu ve bütün yazı eski harabeler, uçsuz bucaksız vadiler ve dünyanm en güzel yerlerindeki nefes kesen adaları turlayarak geçirmiştik. Aynı zamandan en romantik yerleri de. Ancak James, James’ti ve ben Henry’yle evliydim.
Evli. Hâlâ bu duruma alışabilmiş değildim. Kaybetmekten sürekli parmağıma takamayacak kadar korktuğum kara elmastan yapılmış evlilik yüzümü boynumdaki zincirde tutuyordum ve Eden’a yalnızca birkaç kilometre kaldığında artık parmağıma girmesinin zamanı gelmişti. Tanrılar konseyinin uyguladığı yedi testi geçerek ölümsüz olmak ve Ölüler Diyarı’nın kraliçeliğini üstlenmek için büyük çaba sarf etmiştim ve artık, güçlükle de olsa, bu hakkı elde ettiğime göre Henry ile teknik olarak karı koca sayılırdık.
Her şeye rağmen, birbirimizden uzak geçirdiğimiz altı ay boyunca kendimi evli gibi hissedememiştim. Bunu James’e itiraf etmemiş olsam da bütün yazı, içinde olmaması gereken kalabalıkların arasında Henry’yi görme umuduyla geçirmiştim. Ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım Henry’ye dair herhangi bir ize rastlamamıştım. Tabii, insanlığın doğuşundan beri var olan biri için altı ay göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor olmalıydı. Ama yine de beni özlediğini belirten herhangi bir işaret görmeyi beklemek çok fazla bir şey sayılmazdı.
Onunla geçirdiğim kış boyunca attığım her küçük adım için savaşmak zorunda kalmıştım. Her bakış, her dokunuş, her öpücük. Ya birbirimizden uzak geçirdiğimiz altı ay her şeyi en başına döndürdüyse ne yapacaktım? Binlerce yılını ilk karısı Persephone’nin yasını tutarak geçirmişti, ben ise bu konuma henüz gelebilmiştim. Evlilik törenimiz mükemmel bir aşk hikâyesinin kusursuz finali falan olmamıştı. Bu sonsuzluğun başlangıcıydı ve birlikte geçireceğimiz yeni hayatımız hiç de kolay olmayacaktı. İkimiz için de. Özellikle de evliliğe alışmanın dışında, ayrıca nasıl Ölüler Diyarı Kraliçesi olunacağını da öğrenmem gerekirken.
Ve ölmekte olan annemle ilgilenerek geçirdiğim yılların ölülere hükmetme konusunda bana zerre kadar yardımcı olamayacağını hissediyordum.
Ufuktan Eden Köşkü’nün dövme demirden yapılmış siyah kapısı göründüğünde bütün endişelerimi bir kenara bıraktım. New York, okul, annemin hastalığı, hepsi geçmişte kalmıştı. Ölümlü yaşamımda. Burası geleceğimdi. Yaz boyu yaşanan ya da yaşanmayanlar önemli değildi, artık Henry’yle zaman geçirme şansım vardı ve bunun bir anını bile heba etmeyecektim.
Arabayı büyük geçide doğru sürerken “Evim güzel evim,” dedim. Bunu yapabilirdim. Henry beni bekliyor olmalıydı ve beni gördüğüne çok sevinecekti. Annem de orada olacaktı ve…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTanrıçanın Savaşı
- Sayfa Sayısı297
- YazarAimee Carter
- ÇevirmenGökçe Çiçek
- ISBN9786055358242
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gökyüzünün Tüm Mavisi ~ Melissa Da Costa
Gökyüzünün Tüm Mavisi
Melissa Da Costa
Aşılmaz gibi görünen acıların içinde saf ve engellenemez bir şekilde açan yaşam sevinci ve iki insanın birbirini mucizevi bir şekilde bulmasının hikâyesi “Erken yaşta...
- Şüphe Asla Uyumaz – Sherlock Holmes ~ Sir Arthur Conan Doyle
Şüphe Asla Uyumaz – Sherlock Holmes
Sir Arthur Conan Doyle
Bir suçu çözmenin ilk prensiplerinden biri, her ne kadar önemsiz gibi görünse de hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır. İnsanların göz ardı ettiği şeyleri görmek, sonuca ulaşmanın...
- Arıların Tarihi ~ Maja Lunde
Arıların Tarihi
Maja Lunde
Yarınlarımızın umudu sarı-siyah kanatlarda saklı… Norveçli yazar Maja Lunde’nin, 40’tan fazla ülkede 4 milyonu aşkın okura ulaşan çoksatanı Arıların Tarihi, küresel bir ekolojik felaketi odağına alırken dünya...