Teste tabi tutulan her kız öldü.
Şimdi Kate’in sırası.
Kate’in hayatı, en başından beri yalnızca kendisi ve annesinden ibaret olmuştur ancak şimdi annesi ölmek üzeredir. Peki ya son isteği? Çocukluğunu geçirdiği eve geri dönmek. Bu nedenle Kate bir yandan annesinin sonbaharı çıkaramayacağından endişelenirken, diğer yandan da hiçbir arkadaşı ya da akrabası olmayan bir yerde yeni bir okula başlayacaktır.
Sonra Henry ile tanışır. Karanlık, ıstırap dolu ve büyüleyici biri olan Henry, ölüler Diyarı tanrısı Hades olduğu iddiasındadır. Üstelik, bir anlaşma yapmanın karşılığında, tabi tutulacağı yedi testi geçene kadar Kate’in annesini hayatta tutacaktır. Kate Henry’nin çıldırmış olduğundan emindir. Ta ki ölü bir kızı hayata döndürdüğüne tanık olana kadar. Artık annesinin hayatını kurtarmak gözüne delicesine mümkün görünmektedir.
Testleri geçmeyi başardığı takdirde
Henry’nin gelecekteki eşi ve bir tanrıça olacaktır.
Fakat başarısız olursa…
***
GİRİŞ
“Bu sefer nasıl olmuş?”
Henry, kadının sesiyle irkildi ve ona bakabilmek için gözlerini bir anlığına yataktaki cansız bedenden ayırdı. En yakın arkadaşı, sırdaşı, aralarında kan bağı olmasa da, her anlamda bütün ailesi olan Diana kapıda duruyordu fakat onun varlığı bile Henry’nin öfkesini yatıştırmaya yetmiyordu.
Henry cesede dönerek, “Boğulmuş,” dedi. “Onu bu sabahın erken saatlerinde nehirde sürüklenirken buldum.”
Henry, Diana’nın ona yaklaştığını duymadı fakat elini omzuna koyduğunu hissetti. “Ve hâlâ bilmiyor muyuz?”
“Hayır.” Sesi hesapladığından daha sert çıkmıştı, biraz olsun yumuşatmaya çalıştı. “Görgü tanığı yok, ayak izi yok. Nehre yalnızca istediği için atlamadığını kanıtlayacak hiçbir işaret yok.”
Diana, “Belki de gerçekten kendisi istemiştir,” dedi. “Belki de panikledi. Ya da sadece bir kazaydı.”
“Ya da bunu ona biri yaptı.” Diana’nın yanından ayrılarak, cesetten olabildiğince uzak kalmak üzere odada volta atmaya başladı. “Seksen yılda tam on bir kız. Lütfen bunun bir kaza olabileceğini söyleme bana.”
Diana iç geçirerek parmaklarıyla kızın beyaz yanaklarını okşadı. “Bu seferkiyle çok yakındık, öyle değil mi?”
Henry ansızın, “Bethany,” dedi. “Adı Bethany’ydi ve yirmi üç yaşındaydı. Benim yüzümden asla yirmi dördünü göremeyecek.”
“Gerçekten seçilmiş olan olsaydı da göremeyecekti.”
Öfke, içinde yükselir ve patlamaya hazırlanırken Henry, Diana’ya baktı ve onun gözlerindeki şefkati gördüğünde öfkesi yeniden silinip gitti.
Kararlı bir sesle, “Geçmeliydi,” dedi. “Yaşamalıydı. Ben zannettim ki…”
“Hepimiz öyle zannettik.”
Henry bir koltuğa çöker çökmez Diana tam da Henry’nin ondan beklediği gibi anaç bir hareketle sırtını sıvazlamak üzere yanında bitivermişti. Henry parmaklarını koyu renkli saçlarının arasından geçirdi ve sırtını o tanıdık kederin ağırlığıyla kamburlaştırdı. Onu nihayet salıverecekleri güne kadar bunun gibi kaç tanesine daha tahammül etmek zorunda kalacaktı?
“Hâlâ zaman var.” Diana’nın sesindeki umut Henry’ye bu sabahtan beri gördüğü her şeyden çok daha fazla canını acıtan bir bıçak gibi saplandı. “Hâlâ onlarca yılımız var.”
“Ben vazgeçiyorum.”
Yanı başında hareketsiz duran Diana’nın nefesi hiddetle gitgide düzensizleşirken Henry’nin sözleri odada bir müddet asılı kaldı. Diana’nın vereceği cevabı hazırladığı birkaç saniyede sözlerini geri almayı ve yeniden deneyeceğine söz vermeyi düşündü ancak yapamadı. Şimdiye kadar gereğinden fazlası ölmüştü.
Diana, “Henry, lütfen,” diye fısıldadı. “Hâlâ yirmi yılımız var. Vazgeçemezsin.”
“Bunun bir yararı olmayacak.”
Diana, Henry’nin önünde diz çökerek onun, yüzüne koyduğu ellerini çekti. Böylece gözlerindeki korkuyu görmesini sağlayacaktı. “Bana bir asır için söz verdin ve bana bir asır vereceksin, beni anlıyor musun?”
“Benim yüzümden bir tanesinin daha ölmesine izin vermeyeceğim.”
“Ve ben de senin yok olup gitmene izin vermeyeceğim. Düşüncelerine diyecek bir şeyim olduğundan değil.”
Henry kaşlarını çattı. “Ne yapacaksın? Gönüllü bir kız daha mı bulacaksın? Sonunda biri sınavı geçene kadar köşke her yıl bir aday mı getireceksin? Biri Noel sonrasına kadar hayatta kalmayı başarana kadar?”
“Bunu yapmam gerekirse evet.” Diana kararlılık saçan gözlerini kıstı. “Bir seçenek daha var.”
Henry gözlerini kaçırdı. “Sana olmaz dedim. Bunu bir kez daha tartışmayacağız.”
Diana, “Ben de yakanı mücadele etmeden bırakmayacağım dedi. “Konsey ne derse desin senin yerini doldurabilecek kimse yok ve ben seni vazgeçmene izin veremeyecek kadar çok seviyorum. Bana başka seçenek bırakmıyorsun.”
“Bunu yapamazsın.”
Diana sessizdi.
Henry elini ondan çekti ve koltuğu geri iterek ayağa kalktı. “Bir çocuğa bunu yapabilir misin? Onu yalnızca buna zorlayabilmek için bir çocuğu dünyaya getirebilir misin?” Yatağa işaret etti. “Bunu yapabilir misin?”
“Eğer bu seni kurtarmak anlamına geliyorsa, evet.”
“Ölebilir. Bunu anlayabiliyor musun?”
Diana’nın gözleri parladı ve Henry’yle yüzleşmek için ayağa kalktı. “Tek bildiğim, kız eğer bunu yapamazsa seni kaybedeceğim.”
Henry kendini toparlamaya çalışarak Diana’ya arkasını döndü. “Bu o kadar da büyük bir fedakârlık değil.”
Diana, Henry’yi tekrar kendine doğru çevirdi. “Yapma,” dedi. “Sakın vazgeçeyim deme.”
Henry, Diana’nın sesindeki kararlılık nedeniyle irkilerek gözlerini kırpıştırdı. Cevap vermek üzere ağzını açtığında Diana, konuşmasına şans vermeden onu susturdu.
“Kızın bir seçim şansı olacak, bunu benim kadar sen de biliyorsun. Ancak ne olursa olsun bu hale gelmesine izin vermeyeceğim, sana söz veriyorum.” Diana cesede doğru bir jest yaptı. “Genç olacağı kesin, ancak aptal olmayacak.”
Ona hangi sözlerle karşı geleceğini düşünmesi Henry’nin bir dakikasını aldı ve konuşmaya başladığında yanlış bir ümit peşinde olduğunu anladı. “Konsey buna asla izin vermeyecek.”
“Çoktan sordum bile. Zaman henüz dolmadığından bunu yapmama izin verdiler.”
Henry çenesini sıkıca kenetledi. “Bana danışmadan mı sordun?”
“Ne diyeceğini biliyordum. Seni kaybedemem. Seni kaybedemeyiz. Sahip olduğumuz tek şey birbirimiz ve sen olmadan… Lütfen, Henry. Bırak deneyeyim.”
Henry gözlerini kapadı. Konsey izin verdiğine göre artık hiçbir seçeneği kalmamıştı. Kızın neye benzeyeceğini hayal etmeye çalıştı fakat her bir denemesi araya başka yüzlerin girmesiyle başarısız oluyordu.
“Onu sevemem.”
“Sevmek zorunda değilsin.” Diana Henry’nin yanağına bir öpücük kondurdu. “Fakat ben seveceğini düşünüyorum.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü seni tanıyorum ve daha önce yaptığım hataların farkındayım. Onları tekrarlamayacağım.”
Henry içini çekti. Diana orada öylece durur ve yalvaran gözlerle ona bakarken içinde, daha önce verdiği kesin kararının un ufak olduğunu hissediyordu. Yalnızca yirmi yılı vardı ve bu, Diana’yı şimdiye kadar yaptığından daha fazla yaralamayacağı anlamına geliyorsa bunu kabul edebilirdi. Yataktaki cesede bir kez daha bakarak, Bu sefer, diye düşündü, ben de aynı hataları tekrarlamayacağım.
Henry, “Seni özleyeceğim,” dedi ve Diana’nın omuzları rahatlayarak düşüverdi. “Ancak bu son olsun. Eğer kız başaramazsa, vazgeçiyorum.”
Diana, Henry’nin elini sıkarak, “Tamam,” dedi. “Teşekkür ederim Henry.”
Henry başını salladı ve Diana onun elini bırakarak yürümeye başladı. Kapının yanına geldiğinde o da yatağa bir bakış fırlattı ve Henry, kendi kendine bunların bir kez daha yaşanmayacağına yemin etti. Karşılığı ne olursa olsun, sınavı geçsin ya da geçmesin, bu seferki yaşayacaktı.
Henry kendini durdurmaya fırsat bulamadan ağzından, “Bu senin hatan değil,” sözcükleri kaçtı. “Her ne olduysa, bunun olmasına ben izin verdim. Suçlanacak kişi sen değilsin.”
Diana kapı eşiğinde duraklayarak Henry’ye acı dolu bir gülücük fırlattı.
“Evet, benim.”
Henry’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden ortadan kayboldu.
BÖLÜM 1
EDEN
On sekizinci yaş günümü, annem doğduğu kentte ölebilsin diye New York City’den Eden*, Michigan’a doğru araba kullanarak geçirdim. Geçtiğimiz her tabelanın beni hayatımın şüphesiz en kötü gününe yaklaştırdığını bilerek geçilen bin kilometre uzunluğunda bir asfalt.
Böyle bir şeyi kimseye doğum günü boyunca tavsiye etmiyorum.
Bütün yol boyunca araba sürdüm. Annem araba kullanmak bir yana, uzun süre uyanık kalamayacak kadar hastaydı. Araba kullanmayı pek dert etmiyordum. Kuzey Yarımada’ya giden köprüden geçtiğimiz sırada, yola çıkalı tam iki gün, bir saat olmuştu. Annem uzun yolculuk nedeniyle bitkin ve kaskatı görünüyordu ve eğer ben açık bir yol bulamasaydım, ölümü çok da geç olmayacaktı.
“Kate, buradan dön.”
Anneme komik bir bakış fırlattım fakat yine de dönüş sinyalini açtım, “önümüzdeki beş kilometre boyunca çevre yolundan çıkmamamız gerekiyor.”
“Biliyorum. Bir şey görmeni istiyorum.”
İçten içe soluyarak söylediğini yaptım. Zaten son dakikalarını yaşıyordu ve istediği şeyi görmem için fazladan bir günü daha olması olasılığı yok denecek kadardı.
Her yerde upuzun salınan çam ağaçları vardı. Ağaçlar ve toprak yoldan başka hiçbir şey göremiyordum, ne bir tabela ne de bir sınır işareti. Sekiz kilometre kadar gittikten sonra endişelenmeye başlamıştım. “Doğru yöne gittiğimizden emin misin?”
“Tabii ki eminim.” Alnını cama yasladı, sesi o kadar alçak ve çatlaktı ki onu zorlukla duyabilmiştim. “Yalnızca bir mil daha.”
“Sonra?”
“Göreceksin.”
Biraz daha gittikten sonra karşımıza bir çit çıktı. Yolun kenarı boyunca uzayıp giden çit o kadar kalın ve yüksekti ki arka tarafta ne olduğunu görmek imkânsızdı. Sonunda sağa doğru kıvrılıp bir çeşit sınır çizgisi oluşturduğunda en azından üç kilometre daha gitmiş olmalıydık. Bu süre boyunca annem mest olmuş bir bakışla pencereden dışarıyı seyretmişti.
“Bu mu yani?” Sesime bu hayal kırıklığı tonunu bilerek vermemiştim, ancak annem fark etmemiş gibi görünüyordu.
“Tabii ki değil. Buradan sola dön, tatlım.”
Söylediği gibi yaparak arabayı köşeden döndürdüm. Onu üzmemeye dikkat ederek, “Burası çok hoş bir yer,” dedim. “Fakat bu sadece bir çit. Bizim gidip evi bulmamız ve…”
“Burası!” O zayıf sesindeki ani coşkuyla irkildim. “İşte orada!”
Kafamı kaldırdığımda neden bahsettiğini gördüm. Çitin ortasında siyah, demirden dövülmüş bir kapı vardı ve biz yaklaştıkça daha da büyüyor gibi görünüyordu. Sadece bana öyle gelmiyordu. Kapı gerçekten de devasaydı. Oraya yalnızca güzel görünsün diye konmuş olmadığı da belliydi. Kapı, onu açmayı düşünebilecek herhangi bir canlının tam anlamıyla ödünü koparmak için oraya konmuştu.
Kapının önünde yavaşlayarak durdum, demir çubukların arasından bakmaya çalıştım fakat görebildiğim tek şey daha fazla ve daha fazla ağaçtı. Arazinin sonu uzaklaştıkça uzaklaşıyordu fakat kafamı ne kadar kaldırırsam kaldırayım, içeride ne olduğunu göremiyordum.
“Çok güzel, değil mi?” Sesi canlı, neredeyse neşeliydi ve bir anlığına da olsa sanki eski, sağlıklı günlerinde yaptığı gibi konuşmuştu. Elini elimin içinde hissettim ve onu cesaret edebildiğim kadar sıkıca kavradım. “Bu, Eden Köşkü’nün girişi.”
Elimden geldiğince, coşkulu olmaya çalışarak, “Şey, çok büyük,” dedim. Pek de başarılı olduğum söylenemezdi. “Hiç içeriye girdin mi?”
Masumca bir soruydu fakat karşılığında aldığım bakışlar bana cevabın çok açık olduğunu, bu yer hakkında daha önce hiçbir şey duymamış olmama rağmen bunu biliyor olmam gerektiğini söylüyordu.
Bir an sonra annem gözlerini kırpıştırdı ve o bakışlar kayboldu. Kuru bir sesle, “Uzun zaman önce,” dedi ve ben anın büyüsünü bozacak her ne yaptım ise pişmanlık duyarak dudağımı ısırdım. “Özür dilerim Kate, yalnızca görmek istemiştim. Devam edelim.”
Elimi bıraktı ve ben aniden elime dokunan havanın ne kadar soğuk olduğunu fark ettim. Gaz pedalına basarken, henüz onu bırakmaya hazır olmayan elimi tekrar onun eline doğru uzattım. Hiçbir şey söylemedi, ona baktığımda başını tekrar cama yasladığını gördüm.
Kısa bir süre gittikten sonra olanlar oldu. Bir saniye önce yol açıktı ve bir saniye sonra beş metre uzağımızda bile olmayan bir inek yolu kapatmıştı.
Frene asıldım ve direksiyonu çevirdim. Araba vücudumu yana fırlatarak tam bir daire çizdi. Ben yararsızca arabayı kontrol altına almaya çalışırken başım cama çarptı. Elimden gelenin en iyisini yapıyor olmama rağmen arabayı uçurmaya çalışıyor olsaydım yine aynı ölçüde başarılı olacağımı düşünüyordum. Mucize eseri yol kenarında sıralanmış ağaçları ıskaladık ve kayarak durduk. Kalbim yarışırken derin derin nefes alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Çılgınca bir telaş içinde, “Anne?” diye seslendim.
Yanımda oturan annem başını salladı. “Ben iyiyim. Neler oldu?”
“Bir in…” Yola tekrar dikkatlice bakarak konuşmayı kestim. İnek gitmişti.
Kafam karışmış halde dikiz aynasından geriye baktım ve yolun ortasında duran bir figür; siyah saçlı, rüzgârda dalgalanan siyah paltosuyla benim yaşlarımda bir erkek gördüm. Kaşlarımı çatarak, pencereden daha iyi görebilmek için arkamı döndüğümde gitmişti.
Bunu hayal mi etmiştim? İrkilerek acıyan başımı ovaladım. Bu kısmı kesinlikle hayal etmiyordum.
Titrek bir sesle, “Hiçbir şey,” dedim. “Uzun zamandır araba kullanıyorum, hepsi bu. Üzgünüm.”
Arabayı ihtiyatla sürerken son bir kez daha dikiz aynasından baktım. Çit ve boş toprak yol. Bir elimle direksiyonu sıkıca kavrarken, diğeriyle artık beynime kazınmış erkeğin görüntüsünü kafamdan atmaya çalışarak yeniden annemin elini yakaladım.
————
* İngilizcede “Cennet” anlamına gelir. (Ed.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya
- Kitap AdıTanrıça
- Sayfa Sayısı319
- YazarAimee Carter
- ÇevirmenGökçe Çiçek
- ISBN6055358082
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Elf Kralı ile Anlaşma ~ Elise Kova
Elf Kralı ile Anlaşma
Elise Kova
Elflerle insanlar arasında üç bin yıl önce bozulmaz bir anlaşma yapılmıştı. Her yüzyılda bir, İlk İnsan Kraliçe’nin büyüsüne sahip olan genç kız, Elf Kralı’nın...
- Saplantı ~ Jennifer L. Armentrout
Saplantı
Jennifer L. Armentrout
Luxenler ve Arumlar, Lux serisinden bağımsız da okunabilecek Saplantı’da çok daha baştan çıkarıcılar. Ukala, zorba ve tapılası bir adam. Korunmaya muhtaç, küfürbaz ve ateşli...
- Yüzüklerin Efendisi – Tek Cilt- ~ J. R. R. Tolkien
Yüzüklerin Efendisi – Tek Cilt-
J. R. R. Tolkien
Dünya ikiye bölünmüştür, denir Tolkien’ın yapıtı söz konusu olduğunda: Yüzüklerin Efendisi’ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar. 1997 ile birlikte, çok sayıda Türkiyeli okur da...