
Elinizdeki kitap çağımızda tasavvufa gönül vermiş ve sekiz asırdır sönmeyen Mevlevî çerağını dünyaya tanıtmaya azmetmiş gayret ve hizmet ehli bir kadın sûfîye, eğitim sürecine ve onun zihniyet dünyasına ışık tutuyor. Mesnevîhân Sertarîk Şefik Can Dede’nin rahle-i tedrisinde bulunmuş Hayat Nur Artıran Hanımefendi ile yapılan yurt dışı ve yurt içi röportajları kapsayan bu kitap, tasavvuf hayatının merkezinde olan bir kadın sûfînin tecrübelerine dair sıra dışı ve ilk elden bilgileri ihtiva ediyor.
Hz. Mevlânâ’nın zengin irfân dünyasından istifade eden H. Nur Artıran, İslam, din, ibadet, tevhid, vahdet, tasavvuf, tarikat, tekke, Mevlevîlik, Mesnevî-i Şerif, semâ, musiki, İslam’da kadının yeri, Mevlevilik tarihinde kadınların konumu, Aşk-ı İlahî, İslâm Ahlâkı, Ramazan-ı Şerif, sevgi, muhabbet, merhamet, barış gibi pek çok önemli kavrama açıklamalar getirirken verdiği cevaplar; Hz. Pir’in yolunun, terbiyesinin ve irfânının ince detaylarını yansıtıyor. Şefik Can Uluslararası Mevlânâ Eğitim ve Kültür Vakfı’nın yurt içi ve yurt dışına uzanan bilimsel, sosyal ve kültürel faaliyetleri Hz. Mevlânâ’ya olan ilginin küresel boyutlarını ortaya koymakta.
Divân-ı Kebir ve Mesnevî-i Şerif’den getirdiği misaller ve meseller ile “kesrette vahdeti” “ikilikte biri” ve “nefsin karşısında ruhun yüceliğini” yansıtan cevaplarıyla bu kıymetli eser bireysel ve toplumsal düzeyde psikolojik ve sosyolojik sancılar çeken günümüz insanına maveradan kutsi soluklar taşıyor.
Ayrıca, bu eser sayesinde Sayın Artıran’ın Şefik Can Dede ile “sırlı” buluşması ve dedemizin son yedi yılında bir nevi asistanı olarak müşahede ve tecrübe ettiği vakaları ilk defa kamuoyu ile paylaşması yönüyle çağdaş tasavvuf tarihine çok önemli bir not düşülmekte. Sufi Kitap, daha önce Aşk Bir Davaya Benzer ve Herkes Seni Terk Etse Aşk Terk Etmez adlı eserlerini neşrettiği Saygıdeğer Hayat Nur Artıran Hanımefendi’nin külliyatına bir kitap daha eklemenin mutluluğunu yaşıyor.
I. BÖLÜM
H. NUR ARTIRAN VE MÂNEVÎ YAŞANTISI: HZ.
NİYÂZÎ MISRÎ’DEN HZ. MEVLÂNÂ’YA BİR
SEYR Û SÜLÛK
Bu bölüm, H. Nur Artıran ile yapılan şu röportajlardaki bazı soru ve cevapların düzenlenmiş halidir: Röportör: Prof. Dr. Meena Sharify Funk, Wilfrid Laurier Üniversitesi/ KANADA, 2016; Röportör: Hesna Serra Aksel, Philadelphia Temple Üniversitesi/ ABD, Din Bilimleri Bölümü/ Doktora Tezi, 2017; Röportör: Marta Palma, San Francisco Teolojik Ruhban Okulu/ ABD, Yüksek Lisans Tezi, (Kadınların Evrensel ve İnançlar Arası Maneviyatı: Dünya Barışı İçin Bir Kaynak), 2019; Röportör: Cecile Mavet/ FRANSA, (Sıra Dışı Hanımlar Belgeseli), 2016; KAIZEN Dergisi/ FRANSA, (Kadına Ruhsal Bir Kutsallık Bahşedilmiştir), 2018; Röportör: Mehdi Duval, TEL QUEL Gazetesi/ FAS, (İslâm’ın Özünden Uzaklaşıyoruz), 2019; Röportör: Nathalie Calmé, SOURCES Dergisi Haber Dosyası/ FRANSA, (Manevi Yolda Bahaneler ve Tuzaklar), 2019; Röportör: Gözde Özelce, Uludağ Üniversitesi/ Doktora Tezi Görüşmesi, (Türkiye’de Kadın Sufileri Rehber Edinenler Üzerine Nitel Bir Araştırma), 2016, Röportör: Dilara Pınar Arıç, Sanatduvarı.com, (Nur Artıran ile Röportaj), 2018.
Hz. Mevlânâ ve eserleri üzerine son devrin en önemli araştırmacılarından kabul edilen Sertarik Mesnevîhân Şefik Can Dede ile yollarınızın nasıl kesiştiğini ve sizi ona getiren mânevî süreci daha iyi anlayabilmemiz adına, bizlere öncelikle biraz Şefik Can Dede’den önceki yaşantınızdan söz eder misiniz?
Sizin de belirttiğiniz gibi, Şefik Can Dede, tüm ömrünü Hz. Mevlânâ’ya ve onun eserlerine, onun yoluna adamış ilim irfan sahibi, ârif, kâmil bir Hakk âşığı… O nedenle biz her zaman ondan önceki hayatımızı hiç yaşanmamış kabul ettik. Geçmişe dair her zaman derin bir suskunluğumuz, sessizliğimiz oldu. Bu, âdeta güneş doğunca yıldızların bir anda kaybolması gibi bir şey… Bu sebeple, Şefik Can Dedemizin âlî huzuruna dipsiz köksüz bir şekilde, birdenbire geldiğimiz düşünüldü. Hâlbuki bu fakire göre de tüm ömrümüzü sadece Şefik Can Dedemize ulaşabilmek, ona yetişebilmek, ondan nasiplenebilmek için yaşamışız. Yüce Rabbimiz, tüm hayatımızı her zaman bu kader çizgisi gereğince takdir buyurmuş. Bu İlâhî gerçekten hiçbir zaman şüphemiz olmadı. Bu düşünce bizim Şefik Can Dedemiz ile ilgili çok samimi bir imanımızdır.
Sizi biraz daha yakından tanıyabilmek adına; Şefik Can Dede’den önceki yaşamınızdan, kısa da olsa çocukluğunuzdan bahsetmenizi rica ediyoruz.
Cenâb-ı Allah’ın lütf u keremi olarak sûfi bir ailede dünyaya geldik. Tüm çocukluğumuz Anadolu’daki tekkelerde ve dergâhlarda geçti. Dedelerimiz, ninemiz, annemiz, teyzelerimiz, kardeşlerimiz; hepsi sûfiydiler. Dolayısıyla, maddi mânevî edep ve terbiyeyi; yaşam içerisinde güzel çirkin, iyi kötü ne varsa hepsini o devrin mânevî büyüklerinden öğrendik. Rahmetli annemiz, yaşadığı dönemin en sâdık, en vefakâr hizmet ehli dervişlerinden biriydi. Annemizin mürşidine olan bu vefası, sadâkati, gittiği yoldaki hizmet aşkı bendeniz için çok büyük bir örnekti. Kendisinden, hem oldukça disiplinli, iyi bir anne terbiyesi hem de derin bir sûfi eğitimi aldık. Öyle ki; özellikle tüm dervişan için mutlaka olması gereken hizmetin ve teslimiyetin önemini, daha üç beş yaşlarındayken annemizin mürşidine karşı göstermiş olduğu olağanüstü ve sıra dışı hizmetiyle gördük, öğrendik.
Tüm aile çevremiz ve yakınlarımız derviş olduğu için, dışarıdaki insanlarla da çok fazla ilişkilerimiz olmadı. Bu sebeple, uzunca bir zaman dünyada farklı bir hayatın olduğunu bilmeden yaşadık, hatta böylece büyüdük diyebiliriz.
Sûfi bir ailede büyüğünüzü, yakınlarınızın hepsinin sûfi olduğunu söylediniz. Bu durumun hayatınıza nasıl bir mânevî zenginlik kattığını söyleyebilirsiniz?
Evet hem sûfi bir ailede yetiştik hem de aile fertlerimiz farklı tarikatlara mensuptular. Elbet bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın bize başka bir lütfu keremiydi. Annemiz Nakşî’ydi ve elli yıl kadar çok değerli bir Nakşî mürşidine hizmet etti. Anneannemiz ve teyzelerimiz Rufâî, kardeşlerimiz Kâdirî… Bu durum halen de böyle devam edip gidiyor. Bize de bu mânevî zenginlik içerisinde, daha gözümüzü açar açmaz; annemizden Nakşîlik ’in sessiz derinliğini, teyzelerimizden Rufâî yolunun adap ve erkânını, kız kardeşlerimizden ve birçok mânevî büyüğümüzden de Kadirî yolunun azâmetini görmek, hissetmek nasip ve müyesser oldu. Rufâî olan teyzemizin, kızı yoktu; bu sebeple kendisi fakirin aynı zamanda sütannesiydi. Kışları her hafta annemizin yanında Nakşî dergâhına giderken; yazları okul tatillerinde ise, teyzemizle birlikte Rufâî dergâhına gitmemiz de fakir için ayrı bir zenginlikti.
Sözünü ettiğiniz bu aile fertlerinizin bağlı bulundukları mürşitlerinin kimler olduğunu biliyor iseniz, bizlerle paylaşır mısınız? Ayrıca bu süreçte sizin herhangi bir mânevî bağlılığınız oldu mu?
Anneannem ve teyzelerimiz, Rufâî büyüklerinden Seyyid Fehmi Baba’ya; annemiz, Nakşî mürşidi Seyyid Mansur Baba’ya; kardeşlerimiz ise yine Seyyid olan Şeyh Osman Bağdadî Efendi’ye bağlıydılar. Özellikle annemizin mürşidi Nakşî Mansur Baba’nın elinde, onun mânevî gözetiminde büyüdük; birçok şeyi gördük, yaşadık, hissettik. Bununla birlikte, mânevî olarak böylesi zengin bir çevrede yetişmemize rağmen, yaklaşık yirmi beş yaşımıza kadar bizatihi hiçbir mürşide intisap etmedik; hep kendi özel nasibimizi bekledik. Her insanın bu âlemde deve olup iğnenin deliğinden geçtiği bir dönemi mutlaka vardır. Bu yüce Rabbimiz ’in takdiridir. Âraf Sûresi’nde, ‘deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete girilmeyeceğinden’ bahsedilir. Bizim için de çok genç yaşlarda iğnenin deliğinden geçilmesi gereken Rabbani bir hal tecelli etti. Belki de yaşam içerisindeki en zorlu günlerimizdi. Nice acılar, ıstıraplar içerisinde kendimizi oldukça çaresiz ve kimsesiz hissediyor; gece gündüz, “Aman Yarabbi, rahmetin ne zaman yetişecek?” diye yalvarıp yakarıp niyaz ediyorduk. Böylesi bir zamanda, daha önce hiç tanımadığımız, bilmediğimiz, görmediğimiz bir zât geldi. Son derece kendinden emin bir şekilde; “Bizde bir emanetininiz var, gelip alınız.” dedi. Bu söz, normal koşullar içerisinde ilk bakışta herkesin hemen anlayabileceği bir söz değildi; lâkin üç büyük tarikin terbiyesini gören fakir, bu muğlak ve imâlı sözün ne mânâya geldiğini gâyet iyi anlamıştı. Bu zât-ı şerif; “Ben senin mürşidinim. Gel benden İlâhî emanetini teslim al.” demek istiyordu. İşin gerçeği şu ki; o günlerde kendimize kesinlikle bir mürşit aramıyorduk. Sûfi olmak gibi hiçbir emelimiz, arzumuz da yoktu. Bir tek niyazımız vardı. O da Yüce Rabbimiz’in fakire lütfuyla yardım etmesi, bizi içerisinde bulunduğumuz karanlıktan aydınlığa çıkarmasıydı. Hiç beklemediğimiz bir zamanda, hem de hiç tanımadığımız, bilmediğimiz bir kişinin bu imâlı derin sözleri karşısında; hiç itiraz etmeden, ‘bu zat da kim’ diye hiç düşünmeden, araştırmadan, sormadan, nedenlere, niçinlere düşmeden, kısacası bir an dahi tereddüt etmeden; bu İlâhî tecelliye ‘eyvallah’ dedik. Kendisine, ‘emaneti almak için nereye gelmemiz gerektiğini’ sorup sözlerine iman edip, birkaç saat sonra verdiği adrese gittik. Böylelikle, yaklaşık yirmi beş yaşlarında, hiç de normal olmayan bir şekilde, ilk kez bir mürşide tüm benliğimizle bağlandık, teslim olduk. Daha sonradan kendilerinin Bursa Niyâzi-i Mısrî Dergâhı son postnişinlerinden Şemseddin Ulusoy Efendi’nin yolunda, Halvetî Melâmî bir zat olduğunu öğrendik. Elbette bu hal gerçekten de çok istisnai, çok özel bir durum… Yeryüzünde bir benzeri daha var mıdır, bendeniz de bilmiyorum. “Kim olduğunu, yolunu, tarikini hiç bilmeden, sormadan, araştırmadan; bir tek söze karşılık, hiç tanımadığınız, bilmediğiniz birine mânevî olarak öz benliğinizle, tümüyle bağlanmak!” Bu durum hem çok akıllıca hem de çok akıl dışı bir davranış olarak kabul edilebilir. Her iki bakış açısı da çok doğru ve yerindedir.
Sözünü ettiğiniz sürecin ne zaman başladığını ve ne kadar sürdüğünü öğrenebilir miyiz?
Söz konusu olan mânevî tecelli, 1982 yılında başlayan ve on üç yıl süren, oldukça zorlu ve meşakkatli geçen, çok sırlı bir yolculuk hikâyesi… Yani diyebiliriz ki; bireysel olarak ilk ciddi tasavvufî yaşantımıza, sözünü ettiğimiz yılda, ulu sultan Niyâzi Mısrî Hazretleri’ne ve onun eşsiz divânına baş kesip teslim olmakla başlamış olduk. Sonuç olarak, naçizane bir şekilde samimiyetle baş koyduğumuz, başarabildiğimiz ölçüde ölümüne teslim olduğumuz bu yolda, on üç yıl boyunca çok ciddi bir Melâmet terbiyesi, adap ve erkânı içerisinde samimiyetle hizmet etmek bu fakire nasip oldu.
Peki, Şefik Can Dede ile yollarınız nasıl kesişti? Sizi, ona getiren neydi? Bu süreçte neler yaşandı?
Nice sırlı işler, demler, safalar gibi; vakti saati geldiğinde ilk mürşidimiz ile olan mübarek, aziz günlerin de üstü rahmet ile sırlandı. Kısa bir müddet sonra mânevî yolumuzun Hz. Mevlânâ’ya doğru açıldığı işaret edildi. Elbette bu; sessiz, sözsüz, mânevî bir işaretti. Bu Rabbânî tecelli üzerine, Mevlevî mürşidimizi aramaya başladık. Bu vesileyle, o dönem bildiğimiz tüm Mevlevî dedelerini tek tek ziyaret ettik. Naçizane bir şekilde kendilerini tanımaya, anlamaya çalıştık. Fakat gönlümüz mutmain olmadı. Dolayısıyla bir müddet daha sessiz, sakin bir şekilde arayışımıza devam ettik. Sanırım 1998 yılıydı. Bir toplantıda, ilk defa ‘Mesnevîhân Şefik Can’ ismini duyduk. Bu kutlu ismi daha duyar duymaz, tıpkı ilk mürşidimizde olduğu gibi; görmeden, bilmeden, tanımadan samimiyetle gönül bağladık. “Şefik Can!” Bu ismi tekrar etmek bile insanı aşk’a, şevk’e getiriyordu. İsmi dahi gönlümüzü tatmin etmeye, içimize bir huzur, esenlik getirmeye yetmişti. Hemen araştırmaya başladık. Aman Yarabbi! Nasıl büyük bir hazine! Nasıl büyük bir AŞK! O kadar büyük ki, baş gözüyle ayan beyan görülmüyor. Gözün de bir görme kapasitesi var. Gözünüze deseniz ki; dünyanın bütününü gör, asla göremez. İşte Şefik Can, tüm parça buçuğun bütünüydü. Onun için bu fakir onu hemen bulamamıştı, görememişti. O, Hz. Mevlânâ yolunda, onun aşkına yok olup gitmiş âli bir şahsiyet, ulu bir Hakk âşığıydı. Lâkin çoğunluk onu; Hz. Mevlânâ ve eserleri üzerine çalışan büyük bir âlim, güvenilir bir din adamı, zarif, naif bir İstanbul Beyefendisi veya emekli bir subay olarak biliyordu. Hâlbuki Şefik Can Dedemiz, son devrin en önemli Mevlevî büyüklerinden Tâhirü’l Mevlevî gibi çok aziz, çok mümtaz birinin talebesi olup ondan icâzet almıştı. Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Celâleddin Dede’nin ve Esad Dede’nin mânevî gözetimlerinde yetişen Tâhirü’l-Mevlevî Hazretleri, henüz on altı yaşındayken Mesnevîhân olmuş, tüm ömrünü en irfânî bir şekilde Hz. Mevlânâ’ya adamış yüce bir sultandı. Böyle ulu bir sultanın halifesi, mânevî temsilcisi olan Şefik Can Dede’den kimse Mevlevî Dedesi olarak bahsetmiyordu. Başka tariklerden nasiplenen kişiler kendisine Şefik Baba, kimileri Şefik Hoca, bazıları da Şefik Beyefendi diye hitap ediyordu. O nedenle fakir tez zamanda kendisine ulaşamamıştı. Bu fakir, Şefik Can Dedemize “Dede” olarak hitap eden ilk kişiydi.
Fakat o bütün bu görünenlerin, söylenenlerin, şekil ve suretlerin ötesinde çok başka bir şahsiyetti. Tevâzu ve mahviyet elbisesine öylesine sıkı bürünmüştü ki; en yakınındakiler dahi, kendisini fark etmekte, onun hakikatini görmekte zorlanıyordu. Âlim, âbid, zâhid, hatta şeyh, dede olmak başka; yüce bir âşıklar sultanı olan Hüdavendigâr yolunda ârif bir âşık olmak çok daha başka. Biz de böylesi büyük bir hazineye ulaşmaya, ona yakın olmaya çalışıyorduk. Fakat kendimizce huzuruna varırken adap, erkân dışı bir şey yapmamak için de çok büyük bir dikkat ve hassasiyet gösteriyorduk. Bu sebeple hemen huzura varmaya bir türlü cesaret edememiştik. Bu hal içeresindeyken İsviçre’ye gittik. Kızımız, İsviçre’de okuyordu. Orada bir sûfi grupla tanışmıştı. Birlikte onların toplantısına katıldık. Gruptan sorumlu olan kişi, büyük bir ilgiyle Şefik Can Dede’den söz etmeye başladı. “Türkiye’de Mevlevîlik adına çok önemli hizmetler veren Şefik Can, davet üzerine Amerika’ya gidecekmiş. Kendisinden rica edelim, Amerika’ya geçerken birkaç gün de İsviçre’de kalsın. Biz de kendisinin ilminden, irfanından istifade edelim.” dedi. Türkiye’de ulaşmaya çalıştığımız Şefik Can’ın mübarek ismi, İsviçre’de anılıyor. Onlar konuşuyor; lâkin bendeniz Allah’ın rahmetini, merhametini düşünüyorum. Neticede, gruptaki Türkler aracılığıyla Şefik Can Dede’ye ulaşıldı. Kendisi İsviçre’ye yapılan daveti büyük bir memnuniyetle kabul etti. Bendeniz birkaç gün içinde dedemize kavuşabilecek olmanın büyük bir heyecanını yaşarken, ne yazık ki yine arzu edilen tecelli gerçekleşmedi. Çünkü dedemizin geldiği tarihte, fakirin de mutlaka İstanbul’a dönmesi gerekti. Kızımız, daha on bir yaşında küçük bir çocukken, fakirle birlikte Melâmet yoluna intisap etmiş güzel bir derviş olarak büyümüştü. O da Şefik Can Dede’nin mânevî değerinin farkında olarak, kendisini evinde misafir etmek için hazırlık yapıyordu. Kızımıza, Şefik Can Dedemiz teşrif ettikleri zaman; “Efendim, annemiz İstanbul’da yaşıyor. Zât-ı âlinize karşı da büyük bir hürmet ve muhabbet besliyor. Fakat bir türlü cesaret edip âli kapınıza gelemedi.” demesi için rica ettik. Şefik Can Dedemiz, eşi Sabahat Hanım’la birlikte İsviçre’ye gittiklerinde, ricamız üzerine kızımız bizden birkaç cümle ile söz ediyor. Şefik Can Dedemiz, bu gönül niyazını duyar duymaz; “Olur mu öyle şey, hemen şimdi Nur Hanım’ı arayalım, kendisiyle konuşalım, tanışalım.” diyor. Böylelikle o anda fakiri telefon ile aradılar. Dedemizin su gibi akıcı, zarif, naif, hassas, yumuşak öyle bir ses tonu vardı ki! “Yavrum, fakiri görmek istemişsiniz, gelememişsiniz; bendeniz de sizinle mutlaka tanışmak, görüşmek isterim.” diyerek İstanbul’a geleceği tarihi ve tüm iletişim bilgilerini kızımıza vereceğini söyleyerek, telefonu çok derin hissiyatlar içerisinde sırladı. Yıllar sonra Şefik Can Dedemiz o günkü heyecanlı halimizi anlatırken; “Telefonda ne söylesek, Nur Hanım sadece ‘eyvallah efendim’ diyordu. “Kızım siz eyvallahtan başka bir şey bilmez misiniz?” diye zaman zaman bize çok hoş latifeler yapar, zarifçe takılırdı. Şefik Can Dede, Amerika’ya gidemeden, birkaç gün sonra İstanbul’a geri döndü. Sanki sadece fakirle iletişim kurmak için İsviçre’ye gitmişti. Yolculuk nedeniyle yorgun olacaklarını düşünerek kendilerini hemen aramadık. Kendimizce ince düşünüyor; ‘çok yaşlı bir zat, biraz dinlensinler’ diye bekliyorduk. Fakat dedemiz, askeri bir disiplin içinde yetişmiş; oldukça dakik biriydi. Bakıyor ki bendeniz aramıyorum, ‘bugünün işi yarına kalmaz’ diyerek kendisi bizi arıyor. “Yavrum, hani gelecektiniz?” diye soruyor. Bendeniz yine derinden bir ‘eyvallah efendim’ diyerek, “müsaade buyurursanız, eşiniz hanımefendi ile randevu gününü ve saatini belirleyelim” diye ekliyoruz. Muhterem eşleri Sabahat Hanım da telefonda; “Şimdi eşyalarımızı topluyoruz, on beş gün sonra Kınalıada’ya gideceğiz, o nedenle siz en iyisi adaya geliniz.” diyor. Dedemiz kışın Bağdat Caddesi Şaşkın Bakkal’da, yazları ise Kınalıada’da otururdu. Aradan birkaç gün geçti. Şefik Can Dedemiz tekrar arayarak; “Yavrum, sizi bekliyoruz, hani gelecektiniz?” diye sordular. Pek tabii, eşleri hanımefendinin “daha sonra adaya geliniz” diyerek randevu vermediğini edep ettik, söyleyemedik. Sonradan öğrendik ki, kendileri her gün bu fakiri beklemiş. Nihâyet aradan on beş gün geçti. Bu defa da ‘adaya yeni gittiler, hemen arkalarından gidilmez ki’ diye düşünerek yine çaresiz bekledik, gidemedik. Dedemiz bir kez daha arayıp “Kızım, adaya geldik. Bizi bulamazsınız diye aradım.” deyince; mahcup ve üzgün bir şekilde, “inşallah efendim en kısa zamanda ziyaretinize geleceğiz” dedik. Bekliyoruz ki, eşi evine yerleşsin ve bize gönül hoşluğuyla randevu versin. Çünkü bizim için eşi de çok önemli. Her zaman, şeyhlerimize, mânevî büyüklerimize dikkat ve hassasiyet gösterdiğimiz kadar; eşlerine de aynı şekilde saygı, hürmet gösterilmesi gerektiğine samimiyetle inanmışızdır. Sonuç olarak, böylesi düşünceler içerisinde hemen adaya gidemedik. Bir gün kızımız aradı. “Anneciğim, görüyorum ki siz hâlâ Şefik Can Dede’ye gidemediniz. Kendisiyle telefonda görüştük. Yarın hastaneye gidecekmiş. Siz en iyisi hastaneye giderek kendisiyle orada görüşünüz.” dedi. Bu, gerçekten çok iyi bir fikirdi. Hemen Şefik Can Dedemizi aradık. Hastaneye gitmek için destur istedik. Lütfedip kabul buyurdular. Sabah dokuzda hastanede olacaklarını bildirdiler. Biz çok daha erken saatlerde hastaneye vardık. Sadece ismini duyduğumuz, aylardan beri cemalini görmeye, huzurunda olmaya can bağışladığımız Şefik Can Dedemizi ve eşini heyecanla beklemeye başladık. Şefik Can Dedemizin şahsıyla ilgili hiçbir görsel bilgimiz yoktu. Doksan yaşlarında yaşlı bir zat olduğunu biliyoruz. Çok büyük bir Hakk aşığı, Mesnevî dersleri veriyor, sayısız emek verdiği öğrencileri var gibi. Bu çerçeve içinde hayal kurarak heyecanla bekliyorduk. Bize göre; “İki tane özel araba gelecek, birinde yaşlı bir zat-ı şerif ve yaşlı bir hanım olacak; diğer arabadan ise, dedemizin birkaç genç öğrencisi inerek etrafında pervane gibi kendilerine hizmet edecek.” Böylece kendi kendimize düşünüyor, hayalimizde tasavvur ettiğimiz birilerini bekliyorduk. Saat neredeyse on oluyordu, lâkin beklediğimiz minval üzere gelen giden Hakk getire… ‘Belki gözden kaçırmış olabiliriz’ diye hastanenin içine girdik. Çapa Hastanesi Göz Kliniği’nde o tarihlerde iğne atsanız yere düşmez. O derece kalabalık… Kalabalık içeresinde herkesi tek tek gözden geçirdik. O insan yoğunluğu içerisinde, hayalimizdeki gibi hiç kimseyi göremedik. Büyük bir çaresizlikle öylece bir köşeye oturduk. Ne yapacağımızı düşünürken, bir anda omzumuza bir el dokundu. Şöyle bir başımızı kaldırdık ve gayri ihtiyari bir şekilde; “Buyurun Sultanım” dedik. İlk defa gördüğümüz orta yaşlı bir teyze; “Ben, Şefik Can’ın eşiyim.” dedi. İsviçre’de fakirin fotoğraflarını gördüğü için bizi hemen tanımış. “Siz, şimdiye kadar neredeydiniz? Hoca, sizi bekliyor.” diye sorunca; ‘uzun zamandan beri kapıda beklediğimizi’ söyledik. Geldikleri göz doktoru kendilerini tanıdığı için, ‘dedemiz kalabalığın yoğunluğu içerisinde bekleyip yorulmasın’ diye, yukarıda özel bir salona almışlar. Şefik Can Dedemizin eşi hanımefendi ile birlikte üst kata çıktık. Kapıdan büyük bir salona girdik. Şefik Can Dedemiz, yan tarafta tahta bir bankta oturuyordu. Fakir salona girince; askeri bir edayla, hızlı bir şekilde ayağı kalktı. Ceketini ilikledi. Çok asil ve centilmen bir şekilde elini uzattı. Büyük bir tevazu içinde ‘hoş geldiniz evladım’ dedi. Evet oydu! Yanılmamıştık! Evvelce de sözünü ettiğimiz gibi, çocukluğumuzdan beri tüm hayatımız, farklı tariklere mensup çeşitli mürşitlerin arasında geçti. Fakat hiçbir Şeyh Efendi’nin, torunu yaşında ve ilk defa gördüğü bir hanım karşısında büyük bir tevazu, nezâket ve incelik ile ayağa kalkarak ceketini ilikleyip karşıladığını biz görmedik. Doksan yaşlarında, hasta ve kısa bir zaman sonra ameliyat olacak… Böyle bir durumda bile eşsiz bir nezâket, tevazu ve mahviyet içinde ayağa kalkıyor, ceketini ilikleyip “Hoş geldiniz evladım.” diyor. Bu hal gerçekten çok özel, çok istisnai bir Muhammedî ahlâk örneği… O gün bir hastane koridorunda Şefik Can Dedemiz ile ilk defa zahiren tanışma, cemalini görme şerifine erdik. Fakat gönlümüzün sesi şu ki; biz sadece bu güzel Hakk aşığından nasiplenmek, ondan feyz almak için doğmuşuz. Tüm ömrümüz ve tüm geçmişimiz sadece bu ‘ân’ı yaşayabilmek içinmiş. Elbet bunu kabul eden olur ya da olmaz. Bu fakirin şahsi görüşü, düşüncesi ve imanıdır. O gün bir anda dedemizle kaynaştık. O bomboş salonda üç kişiyiz. Dedemiz sol tarafımızda, Sabahat Hanım sağımızda oturuyor. Eşi Hanımefendi’ye; “Kimse yok mu, neden burada yalnız başınıza bekliyorsunuz?” diye sessizce sorduk. Sabahat Hanım; “Yanımızda kimse gelmedi. Hoca, haber verip kimseyi rahatsız etmek istemedi.” diye cevapladıktan sonra, dedemizin yanında fazla ileri gitmeyerek sustu. Bendeniz onları etraflarında pervaneler gibi hizmet edecek talebeleriyle birlikte beklerken, onlar iki yaşlı insan tek başlarına taksi ile hastaneye ameliyat olmaya gelmişler. Doktor; “Siz bu salonda oturun, sabah hastanede viziteye çıkacağım. Öğle vakti gelir sizi odanıza alırım, yatış yaparız.” deyip gitmiş. Daha en az iki-üç saat var. “Öğlene kadar bekleyecek misiniz? İzin verirseniz bu yatış işlemlerini biz yapalım.” diye destur istedik. Dedemizin bütün evraklarını alarak resmi işlemlere başladık. Bu tür resmi işlemleri gerçekten hiç bilmez, hiç de sevmeyiz; ama söz konusu Şefik Can Dedemiz olunca, sanırsınız ki havada uçuşan kelebeğiz. O Çapa Hastanesi’nin merdivenlerini onlarca kez âdeta uçarak iniyor, çıkıyoruz. Bir saatte bütün işlemler bitti. Şefik Can Dedemiz bu mucize karşısında öylesine hoşnut, mutlu, memnun oldu ki bu bize eşsiz bir armağandı. Sabahat Hanım’ı ve dedemizi odasına götürdük. İlk defa görme şerefine erdiğimiz bu yüce insanla çok kısa bir zamanda öylesine kaynaşmıştık ki; daha ilk günden dedemizin kıyafetlerini fakir çıkardı, pijamasını giydirdi. Yatağına yatırdık. Bu esnada kısa bir sohbetimiz oldu. “Fakirhane çok yakın, müsaade ederseniz bir gidip gelelim.” diye destur istedik. Koşarak eve gittik. Bir gün önceden gözleme, yaprak sarma vs. aynı zamanda mendil, peçete, kolonya, su, meyve suyu gibi hastanede bir insana ne lazım olacaksa akla gelebilecek her şeyi önceden hazırlayıp bir kenara koymuştuk. Sanki hastaneye değil pikniğe gideceğiz. Biz bile bugün hâlâ, o günkü kendi halimizi düşündükçe anlamakta zorlanıyoruz. Bindiğimiz taksinin bagajı dahi dolmuştu. Taşımakta zorlandığımız torbalarla dedemizin odasına girdik. Elbet bizi böyle görünce kendileri de çok şaşırdılar. “Dün sizin için hazırlık yaptık, kabul buyurursanız çok sevineceğiz.” dedik. Dedemizin hayal edemeyeceği, hiç beklemediği bir durumdu bu. Sonradan öğrendik ki, dedemiz gözleme ve yaprak sarma çok severmiş. Her şeyi odasına yerleştirdik. Hazırladığımız yiyecekleri ikram ettik, kendisine yedirdik. Ertesi gün ameliyat olacak. O gün akşam yatma vakti geldiğinde neredeyse Sabahat Hanım’a; “Siz zahmet etmeyiniz, eve gidiniz, biz refakatçi kalalım.” diye teklif edeceğiz; ama ilk günden bu çok ileri bir davranış olur diye cesaret edemedik. Geç vakit fakirhaneye geldik, ertesi sabah erkenden tekrar hastaneye gittik. Şefik Can Dedemiz ameliyat oldu. Hastanede kaldığı süre içinde hep yanında olduk. Dedemiz hastaneye yalnız gelmişti; ama taburcu olurken mutlaka birilerinin gelerek, kendilerini alıp devlethanelerine götüreceğine inanıyorduk. Hastaneden ayrılma vakti gelmişti ama etrafta hiç kimse görünmüyordu. Biri hasta iki yaşlı insan yine yalnızdı. Bunun üzerine; “Müsaade ederseniz çıkış işlemlerinizi fakir yapsın.” dedik. Çok memnun oldular. Eşyalarını toparlayıp çıkış işlemlerini tamamladık, bir taksi çağırıp kendilerini bindirdik. Taksi onları Kabataş vapur iskelesine bırakacak, oradan ada vapuruna binecekler ve Kınalıada’ya gidecekler. Vedalaşıyoruz. Biri, hastaneden yeni çıkmış gözü bantlı yaşlı bir zat, diğeri yaşlı bir hanım… Bagajda eşyalar… Nasıl indirecekler, nasıl taşıyacaklar? Vedalaşmanın verdiği hüznünden çok, bu düşüncelerle meşgul gönlümüz. Biraz da çekinerek; “Efendim, hiçbir acil işimiz bulunmuyor, destur verirseniz fakir de sizinle iskeleye kadar gelebilir miyiz?” diye sorduk. Dedemiz ve eşi bu teklife çok mutlu olup kabul buyurdular. O zamanki Kabataş vapur iskelesine yakın bir yerde taksiden indik. Çantalar var, iskelede oturup beklenilecek yere biraz yürümek gerek. “İzin verirseniz içeriye kadar girmek, vapur gelene kadar sizin yanınızda kalmak isteriz.” dedik. Yine büyük bir memnuniyetle kabul ettiler. Hemen eşyaları yüklendik, dedemizin koluna girdik, yavaş yavaş oturup beklenilecek yere vardık. Vapur iskeleye yanaştı. “İzin verirseniz eşyalarınızı vapura yerleştirelim, vapur kalkmadan hemen ineriz.” dedik. Dedemiz büyük bir memnuniyetle bu teklife de “eyvallah” dedi. Onları yerlerine oturttuk, yanlarına eşyalarını yerleştirdik. Vapurdan hemen çıkıp gideceğiz ama sanki bir şey bizi tutuyor. Çünkü vapur adaya ulaştığında elindeki eşyalarla nasıl inecekler? Bu defa; “Müsaade ederseniz adaya kadar vapurda size refakat etmek isteriz.” dedik. Bu çok samimi arzumuzu, dedemiz tebessüm içinde büyük bir memnuniyetle kabul buyurdu. Bendeniz için oldukça heyecanlı, çok güzel bir yolculukla Kınalıada’ya geldik. Bu sefer de vapurdan indikten sonra birileri iskeleden gelip alacaklar diye düşünüyoruz. Vapur yanaşınca indik, bir ağacın dibine eşyalarını bıraktık. Etrafta kimseyi göremeyince bir atlı araba aramaya başladık. Dedemiz; “Ne arıyorsunuz?” diye sordu. Fakir, ‘atlı araba aradığımızı’ söyledik. Meğer Kınalıada’da fayton yokmuş. Aman Yarabbi! “Efendim, devlethaneniz nerede?” diye sorduk. Yokuş yukarı tepede bir yer işaret ettiler. Bendeniz bir kez daha; “Efendim, biliyorsunuz biz bugün izinliyiz. Destur verirseniz devlethanenize kadar size eşlik etmekten bahtiyar oluruz.” dedik. Bir kez daha; “Çok memnun oluruz evladım.” diyerek kabul buyurdular. Böylelikle, yokuş yukarı yavaş yavaş yürümeye başladık. O an için çok uzun gelen fakat oldukça güzel bir muhabbetle Şefik Dedemizi ve eşini devlethanelerine bıraktık. Kısa bir zaman sonra da destur isteyip adadan ayrıldık. ‘Gerçek mi, yoksa hayal mi’ olduğu belli olmayan, uğruna bir ömür bahşedilen büyülü birkaç gün yaşamıştık.
Sözünü ettiğiniz bu çok değerli günlerden sonraki süreç nasıl gelişti?
Bu süreçten sonra da Şefik Can Dedemizi görmeye devam ettik. Kendisi ile sanki yılların dostu gibi kaynaşmış, birbirimizin gönlüne çok yakın olmuştuk. Kısa bir zamanda kendisini toparlamıştı. Artık yakın bir dostu olarak ara sıra adaya gidip geliyor, kendisini ziyaret ediyorduk. Bu süreç içerisinde Şefik Can Dedemizi uzun zamandır tanıyan talebeleri ve yakın dostları da kendisini ziyarete geliyorlardı. Yıllardır Şefik Can Dedemizi tanıyan kişilerin ilk defa gördükleri ve zahiren pek de kendilerine benzemeyen bu fakirle ilgili hiçbir bilgileri yoktu. Bakıldığında silik, basit görünüşlü, sessiz, sakin, kendi halinde, sadece gelene gidene hizmet etmeye çalışan biriydik. Şefik Can Dedemiz de şahsımızla ilgili hiçbir özel soru sorma gereği duymamıştı. Bizi harfle, sözle tanımaya çalışmadı; çünkü buna hiç ihtiyacı yoktu. Biz de kendimizle ilgili hiçbir şeyden bahsetmedik. Çünkü bize göre de ancak sorarlarsa söylenmeliydi. Biz sadece aradığımızı bulmanın şükrü içindeydik. Aldığımız mânevî terbiyenin gereği olarak da geçmişimizi bir anda silip atmıştık. Bu aziz Hakk âşığına ilk günden itibaren gönüllü hizmetçiliğe soyunmuştuk bile. Bu, bizim için büyük bir nimet, İlâhî bir lütuftu. Gerçekten harfe, sese, söze, evvele, ahire hiç ihtiyaç yoktu. Şefik Can Dedemizin doksan yıllık yaşamı içinde pek çok talebeleri olmuştu. Fakir, Şefik Can Dedemizin en son mânevî evladıydı. Buna rağmen gözle görülür bir şekilde çok özel bir ruhani yakınlığımız vardı. Üstelik hiçbir özelliği olmayan çok sıradan biriydik. Dolayısıyla da ‘daha dün geldin bu kapıya, sende kim oluyorsun’ düşüncesiyle biraz hor görüldük, itildik, kakıldık, aşağılandık. Tüm bunlar elbette şikâyet değil! İmanımız şudur ki; hepsi rahmet, şefkat, merhamet! O nedenle bu tür nahoş davranışlara maruz kalmak hiç etkilemedi bizi. Biz, baş koyduğumuz bu yolda, kendi imanımızca sessiz sakin olarak devam edip gittik.
Şefik Can Dede ile, sözünü ettiğiniz bu mânevî yolda, devam eden süreçte neler yaşandı?
Şefik Can Dedemiz, hastaneden çıktıktan sonra, Kınalıada’da Dîvân-ı Kebîr’in tercümesine tekrar çalışmaya başlamıştı. Yine bir gün kendisini ziyaret ettiğimizde, çalıştığı masadan kalkarak son derece latif sesiyle; “Nur Hanım, yanıma gelir misiniz?” diye seslendi. Büyük bir heyecanla odasına gittik. Birlikte pencereye doğru yürüdük. Deniz önümüzdeydi. Karşı tarafta Bostancı, Kartal görünüyordu. Pencerenin kenarına geldik. Dedemiz, sağ tarafımızda duruyordu. Sanırım ağustos ayındaydık. Dedemiz, elini ileriye doğru uzatarak; “Bakın bakalım, karşıdaki ışıkları görüyor musunuz?” diye sordu. Gündüz güneşin en parlak olduğu zamanlar, karşı tarafa büyük bir dikkatle baktık, herhangi bir ışık görememiştik; fakat sessiz kalmayı tercih ederek sustuk. Bunun üzerine dedemiz; “Tabii, siz göremezsiniz, çünkü siz henüz çok gençsiniz, ben yaşlı olduğum için ötelerin ışığını görüyorum.” dedi. ‘Öteler’ diye ifade ettiği âhiret âlemiydi. “O tarafa gitmem için de iki-üç adım atmam lazım. Siz de bana ötelerden gelen bir meleksiniz. Sizin kolunuza gireceğim ve rahat bir şekilde o iki-üç adımı atarak ötelere gideceğim. Şimdi siz buraya neden geldiğinizi anladınız mı?” Şefik Can Dedemizin ne demek istediğini çok iyi anlamıştık. Anlamıştık; ama o ulu bir sultan! Nasıl bendenizin koluna girecek de öte tarafa rahat bir şekilde gidecek? Bu fakir kim, Şefik Can kim? Hiç şüphesiz o ne söylediğini biliyordu! Bu ledünni, çok önemli işarete karşı da sustuk; öylece sessiz kaldık.
Bendeniz ne yapabilirdim ki, Şefik Can Dedemiz öte tarafa o iki adımı çok rahat bir şekilde atsın? Aradan yaklaşık bir yıl geçti. 1999 yılında Şefik Can Dedemizin geçmişte gidemediği Amerika seyahatine gitme vakti henüz gelmişti. Fakat kendisi doksanlı yaşlarındaydı. Haklı olarak da ‘bu yaşta uzun uçak yolculuğu yapılmaz’ diyerek eşi, kızları; mânevî evlatları, doktoru Amerika’ya gitmesine izin vermiyordu. Herkesin şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Şefik Can Dedemizin kesin isteği üzerine, fakir yolculuk için gerekli olan tüm hazırlıkları tamamladı. Bize göre mânevî büyüğümüzün arzusu ve istekleri mutlak yerine getirilmeliydi; çünkü onlar bizlerin görmediğini görebilirler ve arzularında bir hikmet, bir bereket olabilirdi. Bu tartışmalar sürüp giderken, çok küçük gibi görünen, dolayısıyla da gözden kaçan bir ayrıntı fakir için oldukça önemliydi: Şefik Can Dedemizi, Amerika’ya bir grup davet etmişti. Dedemiz, sadece dâvete icâbet etmek istiyordu. Çevresindeki kişiler; “Belki onlar sizin çok yaşlı ve hasta olduğunuzu bilmiyordur. Yazalım, İstanbul’a kendileri gelsin.” diye ısrar ediyorlardı. Şefik Can Dedemiz ise, o günlerde fakire şöyle dedi: “Değil bir grup, bir kişi dahi bendenizi Amerika’ya davet ederek, ‘gel bana İslâmiyet’i, Hz. Mevlânâ’yı anlat’ dese; o bir kişi için bile kalkar Amerika’ya giderim. Böyle bir dâvet karşısında; ‘Ben çok yaşlıyım, hastayım. Amerika çok uzak, oralara gelemem, siz buraya gelin.’ demeye Cenâb-ı Hakk’tan utanırım, edep ederim. Ölürsem ölümü, kalırsam dirimi getirirsiniz.” İşte Şefik Can’ı, canlara can eden, bu ince ve hassas düşünceydi. Çok uzun yıllardır birlikte olduğu kişiler dahi, bu düşüncedeki mânevî inceliği, hassasiyeti, Hakk âşıklarına mahsus dipsiz derinliği anlamakta zorlanıyorlardı. Haklıydılar, çünkü gerçekten bunu anlayabilmek çok yüksek bir olgunluk ve kemal gerektiriyordu. Sonuç itibariyle, dedemiz eşiyle birlikte Amerika’ya gittiler. Fakat bir hafta sonra çok ciddi bir bağırsak düğümlenmesi yaşadı
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tasavvuf
- Kitap AdıTahura
- Sayfa Sayısı352
- YazarHayat Nur Artıran
- ISBN9786257949330
- Boyutlar, Kapak16,5x24 cm, Karton Kapak
- YayıneviSufi Kitap Yayınları / 2021