Faruk Duman’ın üçlemesi “Sus Barbatus!”un ilk cildi.
İlk baskısı 2018 yılında yapılan roman aynı yıl Orhan Kemal Roman Armağanı ile Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alarak geniş bir yankı uyandırmıştı.
“Sus Barbatus!”, 1979’un çetin kış koşullarında, Ç.’nin köylerinde geçen ürkünç olaylarla dolu ilk cildiyle yazınımızda unutulmaz bir iz bırakmaya aday bir roman oldu.
Faulkner, Yaşar Kemal gibi yazarların kaleminde destanlaşan modern romanın çağdaş bir çeşitlemesini sunuyor Faruk Duman. Gerçeküstünün dilini yaratarak siyasal, tarihsel, toplumsal gerçekleri ete kemiğe büründürüyor.
Doğanın tahrip edilmediği, ütopyaların diriliğini koruduğu, emeğin ve adaletin saygınlığını yitirmediği, masumiyetin egemen olduğu zamanların romanı “Sus Barbatus!”.
“SUS BARBATUS, buzdan bir domuz heykeli gibi duruyordu el arabasının üstünde. Ama ne durmak; büyük, çok büyük görünüyordu. Başına kadar yürüdü, durup onu bir zaman izledi. Bir eser, kuşkusuz çok büyük bir eserdi SUS BARBATUS.”
“Sus Barbatus!’un, yazınımıza sunulmuş bir armağan olduğunu söylemekten çekinmeyeceğim.” – M. Sadık Aslankara
“Sus Barbatus! eleştirel gerçekçi edebiyata mensup, klasik anlayışla kaleme alınmış bütün soylu romanlar gibi, bir döneme ve yöreye, zamandizinsel bir olay örgüsü izleyerek, inandırıcı karakterler yaratarak hakim olabilen bir anlatıdır. Sadece o kadar değil, ilerde görebileceğimiz gibi, nasıl bize özgü Yaşar Kemal geleneğini çeşitlendirerek aşabiliyorsa, klasik roman geleneğini de sürdürürken, çeşitli yollarla aşmaktadır.” – Erendiz Atasü
*
1.
Birden, gökyüzü delirmiş gibi inip kalkmaya başladı. Havada koyu, ağır, yeryüzünü yok etmeye kararlı, tehditle aşağıya inen bir şeyler vardı. Bulutlar birden katılaşmış, iri, koyu kayalar gibi görünür olmuşlardı. Birazdan büyük gürültülerle aşağıya inecekleri, indikleri yerde ne varsa yıkıp yakacakları belliydi. Zira böyle durumlarda, bu büyük bulut kayalarının yeryüzüne inip canlandıkları, zırhlarını kuşanmakla insanoğlunun anasını ağlatmaya ant içmiş düşman askerleri gibi, köylere yalınkılıç daldıkları çok görülmüştü. Kuşkusuz, daldıktan sonra da taş üstünde taş koymamışlardı. Kimsenin gözünün yaşına bakmamış, ortalığı haraca kesmiş, genç yaşlı herkesi sorgusuz sualsiz, ayaklarından ağaçlara asmışlardı. Kaldıysa. Ağaçlardan, çalılıklardan geriye bir şey kaldıysa elbette.
Düzlükte birikmiş kar sabırsızlanmaya başlamıştı. Rüzgâr güçlendikçe alçak tepelerin üstündeki kar yığınları kalın bir tabaka halinde yerinden, ansızın biri bir hançer saplamış gibi irkilerek kalkıyor, sonra yeniden, patırtılar çıkararak uzanıyordu. Göz gözü görmüyor, fırtınanın süpürdüğü kar tozu Ç. Gölü’ne doğru uzanıp gidiyordu. Ak, yakıcı bir tozdu bu. Üşütmekten çok, insanın etine iğne uçları gibi batıyordu. Bunlar, havada yol aldıkça belli belirsiz bir uğultu çıkaran iğne uçlarıydı, derinlerde inleyen biri gibi, ama öfkeyle inleyen biri. Birinin öfke içinde inlemesi korku verici bir şeydir. Dinmeyecek, çekip de bir yere gitmeyecek, dolayısıyla mutlaka öcünü alacak bir inlemedir bu.
Arada, yukarıdaki kayalıkların başından kar kütleleri dökülmeye başlıyordu. Gücünü yitirmiş taşlardan biri bulunduğu yerde daha fazla duramayınca. Kar yığınlarının altındaki toprak yerinden oynayınca. O zaman tepelerden aşağıya doğru küçük çığlar yuvarlanıyordu. Böylece yolların kapandığı, biriken karın yeni yeni tepeler oluşturduğu görülüyordu.
Hava durup durup böğürerek canlanıyor, yukarılarda, karşıda uzanan A. Dağları’nın tepesinde görünmez bir şeyler arada büyük bir gürültüyle yırtılıyordu. Neden sonra bu yırtılıp parçalanmalar biraz dinmekle derin, korkutucu bir sessizliğe bürünüyordu A. Dağları. Sanırsın kendi içinde -çünkü o dağlardan başka kim kalmıştı ki dünyadapusuya yatmış. Bir düşman, yer bulamayıp da kendi bedeninin üstüne pusuya yatmış olsun. Kollarını siper kayaları gibi gözlerinin önüne kapatsın. Dev bacaklarını da karnına çekmekle düşmanını olanca sessizliği ile bekler olsun. Böyle bir canavar daha ne kadar susabilir? Susamaz. Sonra biriktirdiği gücü yeniden, yeni korkular saçmak için kullansın. Böylece bir zaman sonra yeniden ayağa kalkıyor, kalkıp göğü yırtmaya, görünmez perdeleri güçlü elleriyle parçalamaya devam ediyordu. Derken derin bir nefesle yeniden böğüre böğüre üflüyor, günlerdir yağan karı bir salkımda Ç. Gölü’ne doğru savuruyordu.
Dünya bir daha eskisi gibi olamazdı. Donmuş çaylar mağlup buz kılıçları gibi uzanıp kalmış, irili ufaklı tepeler tüm toprağını, otunu, böceğini, yılanlarıyla kurtlarını buza bir güzel teslim etmişlerdi. Gökyüzünün beyazlığıydı, koyu, gri yaralar almıştı, yeryüzü de öyleydi. Yukarısı ile aşağısı. Yukarısı ile aşağısı birleşmiş, buz, dünyayı bütünüyle ele geçirmişti. Öyle ki, buz basamakları ile yukarıya çıkılabilir, yine bu basamaklar yoluyla aşağıya inilebilirdi. Gökyüzü mavi mor bir kalkanla kapatılmış gibiydi. Günlerdir, günlerdir yağıyordu kar. Dünyanın üstünde birikmiş ne kadar buz varsa bu kere gelmiş K.’nin üzerine yağmıştı. Hem de yağıp yağıp kurumuş, yine üst üste yağmış birikmiş, yeryüzüne yeni bir kayalık da o oluvermişti.
Kar yolları kapattığı için, Ç.’nin de, köylerin de artık hiç mecali kalmamıştı. Evlerin kapıları kapatılmıştı. Hayvanlar görünmez olmuş, ağaçlar da artık ağaç değil de birer buz biçimiymişler gibi ak donakalmışlardı. Havanın içinde, karın üstünde durup durup dışarıya soğuk üfleyen bir şey vardı. Kendisi için. Kendisi için hazırlıyordu yeryüzünü.
2.
Ansızın, rüzgâr bir şeylerden korktu. Kar üflemeyi, göğü parçalamayı, böğürüp ağlamayı kesti. Kesince, düzlüğün ortasından güvez bir ışık yükselmeye başladı. Zamansız, bu mevsimde hemen hemen hiç buralarda görünmeyen. Yaz aylarını da çok yükseklerde, bulutların arasında, olmazsa sivri kayalıklarda geçiren kırmızı kartallardan biriydi bu. Sanki rüzgâr onun yükselmesi için kesilmiş; o katılaşmış, acımasız koyu göğü yırtarak sipsivri, kırmızı bir kurşun gibi dikine yükselmeye başladı. Aşağıya, uçurumların dibine değil de, yukarıya, şimdi artık katı ters bir uçurum gibi donup kalmış gökyüzüne doğru, kendi ölümüne doğru hızla. Göğe çakılırcasına yükseldi. Geçtiği yerde göğü ikiye ayırdı, dünya az nefes alsın, şu korkunç buz da biraz aralansın istiyordu sanki. Yerden yukarıya, pırıltısı bir süre havada asılı kalan kırmızı bir ışık izi bırakıyor, yükseldikçe yırtılan kumaşlar gibi terdirgin edici bir ses çıkarıyordu. Topak topak olmuş buz bulutlarının arasına hızla daldı, kırmızı, nar kırmızısı çatlaklar oluşmaya başladı. Gökyüzünün kanaması, gökyüzünün kanaması. Kırmızı kartallar biraz da, gökyüzünün kanıdır. Onlar olmasaydı, kış aylarında gökyüzü de, bulutlar da tümden beyaz, umutsuz buz mavisi olup kalırdı. Hem de kaldıkça güçlenir, bir daha hiç değişmeyecek, hiç çözülmeyecek olurdu. Ama bu kartallar da bir bakıma, kendi kendilerini güçlendirmek için var olmuşlardır. Ç’nin kırmızı kayalıklarının içinden çıkarlar. Bu tozun, güneşin güvez ışıkla boyadığı kilin içinden bir parça olmakla canlanırlar. Kanatları yalım gibidir. Kendilerini gökyüzüne bırakıp da patir patir uçmaya kalktıkları zaman dağlardan yukarıya doğru bir alev topu yükselmiş olur. Sonra o alev yukarıda sakinleşir. Süzülmeye başlar. Kanatlar gergin, hayvanın iki yanında iki korkunç göz gibi aşağıyı izlemeye başlar. Kırmızı güvez ve hızlandığı zaman yeşiller saçan bu kartal süzüldüğü zaman ejderhalara benzer, katı kalın korkunç bir ses çıkarır. Ses, aşağıya gelinceye kadar korkunç bir böğürtüye dönüşür.
Bulutların içinde kırmızı çatlaklar oluşunca, bu kartal bu çatlaklardan birine girdi, gözden yitip gitti. Altında bıraktığı kırmızı ışık hüzmesi de, kısa sürede kayboldu.
Fırtına yeniden başladı. Düzlükte kardan başka hiçbir şey görünmüyordu artık. Aşağılarda, gölün üstünde bir şeyler kaynıyordu. Rüzgârdı, alıp alıp götürdüğü yalancı kar toplarını -sürüklenen, uçan kar tozunu böyle söylerlerdigölün üstünü kaplamış kalın buz tabakalarının üstüne bırakıyordu. Aşağıda, buz tabakasının altındaki suda, belki bir nebze sıcak adacıklar vardı. Kar, sıcak alanları iyi bilir. Bunu rüzgârın gözünden kaçırmak da olanaksızdır. Gölün üstü soğuk buharla kaynıyordu. Ağaçlar epeydir dalsız kalmış, mecalsiz çatlaklar gibi cılız göğe uzanıyordu.
Yol Ç. Gölü’nün çevresinden kıvrıla kıvrıla yükselir, çok geçmeden, sarp kayalıkların arasında koybolurdu. Bundan sonra yolun ne yana döneceğini, ne zaman alçalıp ne zaman yükseleceğini kimse bilemezdi. Kar eritmediyse -zira karın sekiz ay boyunca erimediği olmuştu, bu, karla birlikte yolun da eriyeceği anlamına gelirdi, toprak kendinden bir parçayı her kış mutlaka kara teslim eder, kendisi de bir bakıma kara dönüşür ve zamanı geldiğinde onunla birlikte eriyip giderdievet, kar eritmediyse, yol incele incele bir parçacık kalır, sonra yeniden genişleyerek yeni bir düzlüğe çıkar, sonunda büyük kayalıkların gölgelerine sığınmış köyler görünmeye başlardı. Ama bu köyler de yine yaz kış, ancak toprak altına oyulmuş evlerinin kapılarından, cılız yağ lambalarının sarı ışıklarından anlaşılabilirdi. Bu köylerden yolun dışına çıkılarak yine yükseğe, kayaların aşağıdaki manzaranın görülmesine izin verdiği bölümlerine çıkılınca Ç. Gölü’nün üstündeki ağır buz tabakası da, kıvrıla kıvrıla köylere çıkan yol da görülebilirdi. Ama kışın değil. Kışın değil. Kış ayları kar tarafından ele geçirilirdi. Ve insanlara da kışı kar altında, donmamaya çalışarak ayların geçip gitmesini beklemek kalırdı.
Gökyüzünden aşağıya doğru yeni bir karaltı indi. Kartalın açtığı derin yarığı kapatan, buz parçalarını yeniden birleştiren bir karaltı. Gürültüyle indi, rüzgâr yeniden, kendini biraz olsun onarmış gibi, diri bir biçimde esmeye. Yukarılardaki o çok büyük ve doymak bilmez yuvasından. Aşağılara doğru, katılaşmış göğü katırtılar çıkararak, azdırarak inmeye başladı. Kayalıkların arkasına saklanmış A. Dağı’nın eteklerinde beyaz, acınası bir orman vardı. Ormanın içinden cılız, insanın yüreğini parçalayan bir çığlık yükseldi.
3.
Dört saattir yürüyorlardı. Kenan’ın sakalları buz tutmuştu, ağzı yara bere içinde kalmıştı. Kartalın şavkımasını görünce durdu. Şimdi bir mucize olacak. Şimdi bir mucize olacak. Sanırsın bu da kuş olmakla, hem de kuşların hası olmakla yine inecek. Nasıl öyle hışım gibi kızıl öfkeli yükseldiyse. Orada artık ne varsa. Kuş o bulutların arkasına gidecek. Gözden yittiği zaman. Varıp buzdan gökyüzü kayalarının üstüne tüneyecek. Bu kırmızı kartal az bulunduğu için. Hürmete layık olduğu için. Buz ülkesinde ona hürmet edecekler, söyle bakalım, ne istiyorsun, diyecekler. Ne isterim, yeter artık, diyecek. Aşağıda ne varsa kırılıp döküldü. Ot otluktan, toprak topraklıktan çıktı. Hepsi öz be öz karla buz oldu, diyecek. Bize az merhamet gösterin, diyecek. Ama, diyecekler, kış vaktidir, kışın merhameti olur mu? Bizim olsa da, onun olur mu? Kış yeni bir midir de, daha önce görülmemiş midir de, diyecekler. Yok, diyecek. İnsanın soyunu mu tüketeceksiniz. Biraz merhamet. Bizde merhamet olmasaydı, diyecekler. Kızacaklar o kızıl kartala. Bakın ben geldim, diyecek. Benden kaç tane var söyleyin. Doğrudur, senin soyun tükendi, ya bir ya iki, dudak bükecekler. Akıllı olsaydınız. Ama, diyecek, bu bir iki kızıl kartalın hatırına. Hani öyle ki, gökyüzünde kanat çırpacak yer kalmamakla. Her bir boşluk buz parçalarıyla doldu. Ne yapalım, buzun hatırına bizim o bir ikimizi de mi yok edeceksiniz? Bunca yalvarıp yakarmadan sonra kuşkusuz. Kuşkusuz merhamete gelecekler. İnsafa gelecekler. Sonra rüzgâr dinecek, güneş A. Dağı’nın arkasından başını gösterecek. Ondan sonra korkma. Ondan sonra korkmaya ne lüzum var.
Uzun, ince, döküldü dökülecek bir adamdı. Gür kıvırcık saçları, kalın, neredeyse gözünü kapatacak kadar koyu kaşları vardı da, bu kaşlar yüzünden arada onun nereye baktığını bilemezlerdi. Ama gözlerini gördükleri zaman da neredeyse sevinçten gülecek olurlardı. Küçük, kara parlak bilyeler gibi gözleri vardı Kenan’ın, derinde, neredeyse saklı ama sürekli çocuk gibi parlayarak güler, hemen her şeye inanacak gibi görünürdü. Ama çoğunlukla diri, canlı, yerinden kalkıp çalışmaya hazır bulunduğu için, Kenan, çalaklığını biraz da gözlerinden almıştı. Yanakları çökük, boynu uzundu. Hep biraz eğilerek yürürdü ya, kambur sayılmazdı.
Açlık, soğuk yiyip bitirmişti Kenan’ı. Bacakları yay gibi bir o yana bir bu yana esniyor, buz tutmuş pantolonu yürüdükçe çatırdıyordu. Göğsünde bir inleme başlamıştı birkaç gündür. Nefes aldıkça uykuda inleyen yaşlılar gibi hırıldıyor, kemikli çıkık göğsünün altında birşeyler kaynayıp duruyordu. Fazla üşüdük, diyordu içinden. Fazla üşüdük ondan. İnsan bu kadar üşür de bu insafsız karın içinde bu kadar oyalanır mı. Oyalanmaz, hem de oyalanmaması gerekir. Neden dersen, ölümlerin en faydasızı soğuktan ölmek. Bu kadar faydasız bir ölüm insanoğluna yakışmaz. İnsan ne yapar yapar da, ölmeden önce biraz ısınır, yoksa, bu kadarını da yapamıyorsa zaten, koyver gitsin, daha ondan ne insan olur ne onun bu dünyaya bir faydası dokunur. Ama açlık da var. İnsan bir şeyler yemeli ki. Güçlü bir şeyler yemeli. Ne kadar güçlü bir şey yersen, o kadar sen de güçlü olursun. Arada, bu söylediklerine güldüğü de oluyordu; ama o da babasından öğrenmişti bunları. Babasının dediği gibi, güçlü hayvanın, misal mandanın eti makbuldür. Çünkü onu yediğin zaman onun gücü kuvveti sana geçer de ondan. Kim yerse ona geçer. İnsanoğlu bu dünyada bunu öğrenmiştir işte; güçlü olmak için, güçlüyü yiyeceksin. O zaman, babası bunları anlatırken, tabii o günlerde durumları daha iyiydi, hiç değilse bayramlarda bir kuzuyu kesip yedikleri olurdu. Ama babası kuzuya burun bükerdi, yine de, çaresiz, yağıyla birlikte, kuzunun yağını, kaşıkla oturup yerdi.
Gözlerini dikip gökyüzünü bir süre izledi. Kartal çoktan buz bulutlarının arasına girip kaybolmuştu. Mutlaka, mutlaka bir işi vardır onun orada, diye düşünüyordu. Böyle bir zamanda, böyle bulunmaz kırmızı bir kuş, durup dururken gökyüzüne kalkıp da kurşun gibi gitmez. Gidip de ne yapacak, bu kadar güzel ve kırmızı bir kuş boşuna hızlanmaz, boşuna Allah’ın yanına varmaz, kesin bir görüşmesi vardır, ciddi, yakışıklı, işte, görüldüğü gibi, temiz pak giyinmiş de gitmiş.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSus Barbatus! 1
- Sayfa Sayısı504
- YazarFaruk Duman
- ISBN9789750848889
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dokuz ~ Ahmet Karayün
Dokuz
Ahmet Karayün
…Kanıyorum bak, her yanım kızıl kan içinde. Kanıyorum gördüğüm o düşe hemen, her seferinde. Oysa hiç kanamıyorum o eşsiz gülüşüne. Ne kanmak düşlerime, ne...
- Aşka Dönüş ~ Vefa Enver
Aşka Dönüş
Vefa Enver
“Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar…” Bildiğimiz tüm masallar bu cümleyle biter. Peki sonra neler olur hiç merak ettiniz mi? Evlendiklerinde, sonsuza dek sürecek bir...
- Efsane – Bir ‘Barbaros’ Romanı ~ Prof. Dr. İskender Pala
Efsane – Bir ‘Barbaros’ Romanı
Prof. Dr. İskender Pala
Efsaneler bazen denizden, Bazen aşktan ve ateşten gelirler. Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler, Bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar… Efsane kurmak kadar,...