Yüzümüze ölümün gölgesi düştüğünde hayat ısrarla yaşama şansı tanımak istiyor bize, türlü biçimlerde uyarıp tekrar tekrar sınıyor bunun için. Sürüklenme’nin isimsiz anlatıcısı görünüşte sivil toplum örgütü gibi işleyen bir oluşumun destekçisidir. Bir yolculuk dönüşü, önce uçakta karşılaştığı tekinsiz bir kişinin, sonra bir kâhini andıran karizmatik taksicinin, hatta gökyüzü ve yeryüzündeki tarifsiz güçlerin tesiri altında sürüklenip durur.
Örgüte kaynak temin etmek için Türkiye’deki büyük şirketlerin yuttuğu beldelerde ve Rusya’dan İngiltere’ye, Yunanistan’dan Almanya’ya yolculuk eden anlatıcı, bir taraftan örgütün kuruluş amacı konusunda, lideriyle derin bir hesaplaşma içine girer. Öte yandan da kimsesiz, ayrıksı ve ele gelmez gençlere sahip çıkarak kendi hayatına anlam vermeye, yaşadığı derin hüsranı ve zamanımıza has yersiz yurtsuzluk hissini, sevgi açlığını tedavi etmeye çalışmaktadır. Latife Tekin, Manves City’yle aynı anda yayımladığı Sürüklenme’de Türkiye’nin bu acımasız ve hoyrat günlerine ayna tutuyor. Manves City’yle birbirine el uzatan Sürüklenme, süregelen toptan yıkıma karşı yeni mücadele yollarının, çaresiz yetişkinlerin, sahipsiz, yoksul, yalnızlaştırılmış gençliğin ve onların yeni bir hayat kurma, sürüklenirken tutunma çabalarının romanı.
Düşünmedim değil aslında, hayat bize her türlü ölümcül karşılaşmadan sıyrılma şansı tanıyor, otoban kıyısında arabadan indiğimizde bir an aklımdan geçti bu, sapa yer, uygunsuz vakit, tuhaf biçimde uzuyordu hikâye. Gelecekte bir gün başımıza dert açacak insanlarla her şeyin öncesinde yolumuz bir defa kesişir. Tehlikeyi sezip durumu kavrayabilseydim sonsuza dek kurtulacaktım ondan işte, hayalet karşılaşmaydı bu.
1. Bölüm
Yağmurdan Yüksekte
Havalimanı
Hayatın bizi hiçe sayacağından emin bir havayla, “Uçağa binen ömrüne yazık ediyor, taş yerinde ağır,” dedi adam, serbest taksici. “Ölümü göze alan ardını düşünür mü? Giden yolcu öfke saçıyor, gelen ağlamaklı mahzun, çaresiz hallerine bakıp aldanacak olsan başına ne iş açılacağı belirsiz.” Alaşağı olmuş insandan her türlü korkmak gerekirdi zaten, gökten inen şöyle dursun. Yola çıktığımız anda aklım da kalbim de uyumuştu sanki, rüyadan sıyrılır gibi hafifçe doğrulup soluklandım, havalimanının zincirleme yanan ışıkları görünmez olmuştu artık.
Koltuğuna sığamıyormuş gibi omzunun üstünde yükselip, “Kimsede o düşünce yok, kafa yorana rastlamadım,” diyerek devam etti sözüne tuhaf konuşuyordu adam, içimi bir huzursuzluk kapladı. “Benim de aklım basmamıştı önceleri, dersimi aldım sonra, ağırlığını kaybeden insan nerede boşluk açılsa oraya savrulup gider.” Çekinmeyip anlatmaya uğraşıyordu gerçi de kendini aşıp dinleyen çıkmıyordu pek. Suskunluğumuzdan tedirgin olmuşçasına yana eğilip arkaya bükülerek, “Uçakla giden çabuk erişir mantığındaki yanlışlığı düşünürsek,” diye ekledi ardından, “aklın yap dediğine insanın canı razı olmuyor, bizim güzergâh bu zıtlaşmanın tam ortasında.”
Ardı ardına kazaya uğradıktan sonra durumun ciddiyetini kavramıştı. Riski azaltmak için duraktan ayrılıp serbest arabacılara katılmış, –SerCar logosu vardı ön camında– göğe toprağa saygısından kısa mesafe çalışmaya başlamıştı. İşe yaramıştı yaramasına da bu yolda öyle karışık bir rüzgâr esiyordu ki havayı sürekli kollamak gerekiyordu yine de, her an ters bir akıntıyla dönüp her şeyi oyuğuna çekebilirdi. Son aylarda sıkça gidip geldiğim için yolu ölçebiliyordum az çok, bizi götürebileceğini söylediği yer havalimanından uzak değildi zaten, ineceğimiz noktaya yaklaşmış sayılırdık. “Bir problem yaşamadan otobana çıkalım da sonra bir gün hatırlarsınız bunu.”
Arabanın yarı açık camından ılık bir karanlık esti yüzüme, pek öyle çok yönlü düşünemesem de söylediklerini açık seçik duyabiliyordum. Tekeri kaydıracak olsa bizi sorumlu tutacağını anlamıştım en azından. “Aileden biriyle olunca tehlikeyi sezmek zorlaşıyor. Siz ikiniz birbirinizden eminsiniz öyle mi?” Zaman algım çarpılıyormuş gibi ince bir düşünce sızladı kalbimde, adamın aynadan yüzümü görmeye çalıştığını fark edip usulca yana çekildim, gece yeşili gözleri yuvalarında sabitmişçesine dümdüz bakıyordu, baş dönmesiyle bastıran arabadan inme isteğim sönüp gitti bir anda. Aktarmadan sonra birlikte uçmuştuk, hepsi o kadar, tanışıklığımız bundan ibaretti ikimiz diye bir şey yoktu. Daha biz otogara gidecek servisi beklerken terminal binası karanlığa gömülmüş, anlaşılmaz biçimde ıssızlaşmıştı ortalık. “Aklınız bastığında hayat yakanızı bırakmış olacak,zaman aleyhinize işliyor, sıkıntı orada, Arabacı söylemişti dersiniz.” Bakışının etkisinden sıyrılmaya çalışırken, transfer araçlarına doluşan yolcuların neşeli çığlığı kulağımda yankılanıyordu hâlâ. Uçakta yanıma oturduğu için adının Misal olduğunu öğrendiğim genç adama öne geçmesini işaret edip –ne yazık ki kurtulamamıştım ondan– arka koltuğa bırakmıştım kendimi soluğumu düzene sokmaya çalışırken Arabacı’ nın gözleri aynada parlamıştı birden. Aramızda dehşetli bir sır oluşmuştu da yüzüme yayılan ifadeyi görmek istiyordu sanki.
“Uçağa binecek olan dünyayı yıkıp bırakıyor üstümüze, o öfkenin altından kalkmak da zor ama yeni gelen yolcudan daha bir ürküyoruz.” Arabanın camından savrulan sesi gecenin uğultusuyla geri dönüp içeri yansıdıkça akıp giden karanlık söylediklerini tekrarlıyormuş gibi bir duygu güçleniyordu havada. “Üzüntüden yüzleri solmuş oluyor sizin gibi. Geleceğini yakmış haberi yok, üstünü çizip bırakıyorlar dışarı.” Uyarılarını dikkate alanlar düştükleri kötü durumdan sıyrılma şansı yakalayabilirdi. Ümide kapı araladığı için kendini güvende hissediyordu, yoksa kuralları çiğnemeye cesaret edemezdi böyle, söylenmesi istenmeyen gerçeklerdi bunlar. Aynadan süzülen bakışından korunmaya çalışarak, “Bulutlardan yukarıda başka bir ışık var, aşağı inince insanı köhnemişlik hissi sarıyor, doğal olarak,” dedim. “Yolcusu da sürücüsü de doğal değil bana kalırsa,” dedi, “tepemize bir hava kapısı açtılar, hayvanlarımız dağıldı, hepimiz çobanlıktan geçtik bu taşıma işine, araba çobanıyız özet olarak.” Dünyanın boşluğunda esen büyük rüzgârla konuşuyordu adam.
“Otobüsler gece geç vakit hızlanmış olur, biri altına çekmesin sizi.” Göğün yükü üstümüzden boşalacak olsa sürüklenip giderdik gerçekten. Dinlemekten sıkılmış gibi kollarını savurup, “Daha ne üstüm çizilecekmiş, hayatım bitmiş zaten, her gelen de öyle değil, gülen de çok,” diyerek araya girdi Misal, “kavuşanlar da sarılıp kucaklaşıyor.” “Güleni de görürsünüz ama içi üşüyormuş gibi titreyerek güler o da, toprakla arayı soğutanların sonu hazin oluyor, beni dinleyin siz.” Gözümüzden sızan son damla ışık da eriyecekmiş gibi titrek adımlarla yönümüzü bulmaya çalışarak yaşayacaktık bundan sonra, ayaklarımız bastığımız yere oturmayacaktı artık. Yanımızda bulunan herkes için tehlike oluşturuyorduk ayrıca, ayakta durmamızı sağlayan her şeyle bağımız kopmuştu çünkü. Göğsüme çarpan bir korku dalgasıyla öne doğru çekildiğimi hissettim, bakışlarım direksiyonu saran parmaklarına takılıp kaldı öyle. Başımı kaldırdığımda arabanın camlarında parlayan geceyi arkamızda bırakıp ıssız karanlığa dalmıştık bile, yıllar önce yıkılmış bir derbendin hikâyesini anlatmaya başlamıştı, yolumuzun belirsizliğe sapacağını sezip anlayamıyordum daha.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSürüklenme
- Sayfa Sayısı192
- YazarLatife Tekin
- ISBN9789750738814
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Ciltli Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bavul ~ Nuray Kaya
Bavul
Nuray Kaya
Kalbin de bir belleği vardır. Ne unutur, ne unutturur; er geç kusar içindekileri. Bir bavula kaç hayat sığar? Gitme vakti geldiğinde zamanı geri çevirmek...
- Triumvira ~ Ahmet Aziz
Triumvira
Ahmet Aziz
Triumvira diliyle, kurgusuyla, kişi ve karakterleriyle, yarattığı İstanbul atmosferiyle de sağlam bir roman. (…) İttihat ve Terakki dönemiyle ilgili belki de en kuşatıcı ve...
- Jül Sezar ~ Okay Tiryakioğlu
Jül Sezar
Okay Tiryakioğlu
Binanın içine ulaştığında derin bir soluk aldı nihayet, “Uçurumun kenarında kök salmış ve hayatını koruyabilmek için geriye doğru büyümüş bir ağaç gibiyim ben,” diye...