Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sürgü Karlar Altında Yatan Bir Tarih
Sürgü Karlar Altında Yatan Bir Tarih

Sürgü Karlar Altında Yatan Bir Tarih

Talip Aydemir

“Söz verin dağlar, kuşlar, dereler, ağaçlar! İnsanlık için, yeniden doğmak için, çığlıklar için, kutsiyetim için göz yummayacaksınız ve söz verin, bir daha açılmamak üzere…

“Söz verin dağlar, kuşlar, dereler, ağaçlar! İnsanlık için, yeniden doğmak için, çığlıklar için, kutsiyetim için göz yummayacaksınız ve söz verin, bir daha açılmamak üzere kapanacak sayfalar; unutturmamak için…”

Yine her savaşın bir yenilgi olduğunu vurgulasa da tarih, insanlar inatla kendilerini yeni bir yenilgiye hazırlamakla meşgul oluyordu. Oysa doğa öyle değildi; ölüyor, yine azimle diriliyor, bütün güzelliğini insanların önüne sunuyordu. Ve Tanrı yeni bir günü müjdeliyordu sabırsızca bekleyen insana…

Tahsin ve Şıhan, bambaşka coğrafyalardan çıkıp Sarıkamış’a geldiklerinde, insanı dize getiren bu toprakların artık ortak kaderleri olduğunu biliyorlardı. Birbirine sıkı sıkıya bağlanan bu iki arkadaş; ölümle yaşamı, ayakta kalabilme mücadelesini, arkalarında bıraktıkları geçmişlerini ve gelecek umutlarını paylaştılar, tıpkı bir somun ekmeği paylaşır gibi… Şıhan’ın yüreğini yakan sevdası bu topraklara yadigâr kaldı. Tahsin ise hayatı boyunca adına mektuplar yazdığı sevgiliyi yine bu topraklarda buldu…

Allahuekber Dağları’nın koynunda, ölüme meydan okuyan on binlerce askerin verdiği amansız mücadele… Tarihe bırakılmış bir kahramanlık hikayesi… Ve savaşın korkunç yüzüne inat büyüyen bir sevdanın öyküsü.
“Sürgü”, yakın tarihimizin en iç acıtan sayfalarından birini büyük bir ustalıkla okurlarına sunan bir ilk kitap.

SUNUŞ
Sarıkamış bir destandır.
San kamış bir kahramanlık öyküsüdür.
Onlar hiç öyle bize bilinmeyen bir nedenle; 90 yıl boyunca öğretildiği gibi “Bir gecede tek kurşun atmadan donarak şehit olan zavallılar” değil, 15 gün boyunca göğüs göğüse. süngü süngüye savaşan, Sarıkamış’a girip sokak savaşları yapan, çevirmeyi hemen hemen tamamlayan kahramanlardır.
Doğal olarak her savaşın bir yenen bir yenilen tarafı vardır, fakat ne gariptir ki Sarıkamış’ ta kaybeden Türkler ve Ruslar olmasına rağmen kazanan Alman’lar olmuştur. Biz Sarıkamış’ta bir ordumuzu (III. Ordu) yitirdik, devam eden yıllarda bir ordumuzun daha tamamını (II. Ordu) yitirdik. Bu savaşın diğer bir mağduru olan Ruslar 35 000 kayıp ile Sarıkamış’ı kapattılar ve bir yıl boyunca yerlerinden kımıldayamadılar, hatta geri çekilen birliklerimizi takip bile edemediler. Sarıkamış Rusya’nın kaderini değiştiren Bolşevik İhtilali’nin erken gelmesinin zeminini hazırladı.
Büyük bir siyasi oyun ile başlatılan bu savaş sayesinde Orta Avrupa’da rahatlayan Almanlar önce basan kazandılar, daha sonra da kayıplarını en aza indirdiler. Ayrıca savaş sonrasında Osmanlı topraklarını yitirirken yenilmiş olmasına rağmen Almanlar sınırlarını muhafaza ettiler. Sadece Sarıkamış mı, açtığımız her cephe (MısırKanal Seferi, Bağdat, Filistin, Suriye, Çanakkale, Galiçya) Alman menfaatlerine hizmet etmek içindi ve bunun bedeli de beş milyon altın olup, %6 faizli kredi olarak peşin peşin ödenmişti.
Sarıkamış’ı sadece Balkan Savaşı’ndan çıkmış profesyonel, deneyimli, genç, halk çocuklarının kaybı olarak yorumlamak, 1. Dünya Savaşı’nın arkasında bulunan gerçek siyasi entrikaları görmemizi engeller. Bu nedenle bu savaşın bir dram haline gelmesine neden olan Almanlar ve baş sorumlusu İttihat Terakki zihniyeti, savaştan sonra yıllarca Sarıkamış’ın konuşulmasına izin vermemiştir. Sarıkamış ancak 2004 yılında 90. yılda bir avuç gönüllü ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın organizasyonları ile “Çanakkale Şehitleri” gibi layık oldukları şekilde anılmış ve onurlandırılmışlardır. En önemlisi, bu savaş bu tarihten sonra konuşulur bir platforma getirilmiş, Sarıkamış hakkında yazılan anılar, bilimsel raporlar ve tez çalışmalarında büyük bir artış olmuştur.
Sarıkamış’ta savaşan askerin ancak yüzde beşinin okuma yazma bildiği hatırlanırsa, neden anıların çok az olduğu kolayca anlaşılır. Toplum olarak da ciddi şeyleri okuma özürlü olduğumuz için bu konuda tarihi romanlara ve öykülere büyük görev düşmektedir. Sayın Talip Aydemir, SÜRGÜ ile bizlere bir Şıhan, bir Tahsin’i anlatırken önemli bir tarihi görevi yerine getirerek sadece savaşı ve savaşmayı değil, bunları yaşayan insanların acılarını, hüzünlerini, aşklarını da bize anlatarak bansın ne kadar kutsal olduğunu, kaybının savaşan her iki tarafa da nelere mal olacağını çok güzel anlatmaktadır.

Prof. Dr. Bingür Sönmez
Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı
23. Temmuz 2008

SEVGİLİ…
Senden uzaklarda mıyım, sana yakın mıyım bilemiyorum. Faka! seıimimi hangisinden yana kullanırsam kullanayım, gerçek olan bir şey var ki; o da her suskunluğumda bir yağmur ortası gibi beni ıslatıp gözlerime hayal perdesini indirerek İçimde kaybolmasdır.
Bir bayram arifesi, bir kırgın sabah, senin uzaklığın ve yakınlığın gibi…
Bu sabah bir haber aldık; yeni keşfetmeye başladığımız Sivas topraklarından ayrılıp Erzurum vilayetine doğru yola çıkacağımız söyleniyor. Ne ile karşılaşacağımı bilmesem de yeni bir yerlere gitmek bana güneşli bir sabaha uyanmak gibi geliyor. Yeni gelen gönüllü birlikler bile buralara çok çabuk alışmışlardı. Buralardan ayrılmak pek tabi ki beni üzecek. Ancak üzüntü bende öylesine alışılmış oldu ki, çok da aldırmıyorum.
Burudaki arkadaşlıkların Öylesine, can sıkıntısını gidermek için olduğunu düşünürdüm. Oysa bunda, ne kadar yanıldığımı anladım. Öylesine arkadaşlıklar yaşanıyor ki… Bir başkasının suçunu üstlenecek kadar sıkı bir dostluk yaşanması, aslında yaşamın kanunlarını insana ezberletiyor gibi…
Tabi olduğumuz III. Ordu X. Kolordu 30. Tümen ‘de de  defalarca tekrarladığımız gibi bu dostlukları gördükçe kendimi şanslı sayıyorum. Kolordu kumandanımız sert ve acımasız biriymiş. Öyle diyorlar. Düşünebiliyor musun, acımasız; ne kadar, nasıl, neden. kime…

Ben sadece seni ve Mostar’ın çiseleyen yağmurları alımda gözlerine bakmayı düşlüyorum, özlüyorum… Ağlayacak gibi oluyorum bazen. Umarsızca çıplak kalmış tepeleri dolaşıp, belki de hep buralarda kalmak alın yazım diye düşünüyorum. Sonra sana kavuşmak hayali, neden bu düşüncelerimin üzerini örtmüyor diye hayıflanıyorum. Yani sorular ve sorgularla zaman geçiriyorum.
Şimdilik yanından ayrılmam gerekiyor. Sanırım uyuyacağız ve yarın bayram olacak…
Her zaman hayalimde sevgi ile…

Tahsin kalemini ve yazdığı kâğıtları omzundan bele kadar çapraz uzanan, üzerinde rengârenk küçük nakışları olan, keten askısıyla boynundan geçirdiği heybesine koydu. Gözleri açık, karanlıkta biraz düşündükten sonra kendisini acı bir kokuyla katışık karanlığın koynuna bırakıverdi.
Büyük bir çadırdı kaldıkları yer; hâki rengi solmuş, yorgunluğu her halinden belli, koca direklerle içeriden desteklenmiş ve gece karanlığında masallardan kendini atmış dev bir canavarı andırıyordu, Tahsin kendini şanslı sayıyordu. Etrafta yine irili ufaklı çadırlar vardı. Işıklan köre İmiş bu çadırlar, el değse yıkılacakmış gibi duruyordu. Ancak biri hariç; o diğerlerine göre daha bakımlı, içlerinde makyajını yeni tazelemiş bir kadın gibiydi. Rütbeli bir komutanın çadırı olduğunu tahmin etmek çok da zor değildi, içeriden bir ışıltı parlıyor, söner gibi oluyor sonra tekrar parlıyordu. İçeriden gelen sesler ışık gibi parıldayıp sönüyor, hararetli bağrışmalara dönüyor, sonra ortalığı büyük bir sessizlik kaplıyordu. Kaim ve mahcup bir ses, “Ama nasıl olur? Böyle bir haberi herkese nasıl, ne diye anlatırız sonra?”
Tiz bir ses sözünü keserek, “Sonrası yok… Emirler neyi gerektiriyorsa hemen tatbik edilecektir!” diye karşılık verdi.
Bu ses X. Kolordu komutanı İsmail Hakkı Bey’in sesiydi. Bugün gelen haber üzerine konuşuyorlardı. İstanbul’dan, Enver Paşa’dan III. Ordu Komutanlığı’na gelen haber bir kuşatmadan bahsediyordu ve X. Kolordu bu kuşatmanın bir parçası olacaktı. İtirazların sebebi ise daha yeni savaştan çıkmış, yaralan henüz sarılmamış olan bu insanların yeni bir savaşa hazır olamayacağıydı. Sonra az da olsa gidilecek güzergâh, nasıl gidileceği ve görevin mahiyeti tahmin edilebiliyordu. Askerlerin yiyeceğe ve kışlık giyeceğe ihtiyaçları olmakla birlikte, daha birçok temel ihtiyaçlarının bir an önce takviye edilmesi gerekiyordu. Çoğu kimse gelen kuşatma haberinin aslını ve neler olup biteceğini bilemiyordu. Çünkü haber çok ayrıntılı olmamakla birlikte, İstanbul’un bu konudaki tutumunda da ne kadar kararlı olduğu tam olarak belli değildi. Bu kısır tartışmalar gecenin bir yansına kadar devam etti. Seslerin harareti iyice düştükten bir süre sonra çadırdan birkaç kişi ayrıldı ve ışıklar söndü. Bu konuşmalar, yerini derin sessizliği bozan kuru bir ayaz uğultusuna, civardan gelen köpek ulumalarına ve uzaktan gelen su seslerine bıraktı. Gecenin ilerleyen saatleri bir yıldız gibi kayarken, ay kendini iyice belli etmeye başlamıştı; gökte asılı bir lamba gibi duruyor, geceye katkısını yapan her yıldıza şükranlarını sunuyor ve parlaklığını var gücüyle çadırların arasındaki boşluklara yayarak gölgeler bırakıyordu. Çadırların güney tarafında kalan dere çevresindeki ağaçlar kışın zorlu geçeceği fikrini kollarına yayarak kıpırdanıyor, kendilerini, sessizliği yararak derenin taşlarını döven su seslerine bırakıyordu.

Enver  Halil Bey, sana anlatacaklarımı çok iyi dinlemeni istiyorum.”
“Dinliyorum…”
“Öncelikle planlarımızın başarıya ulaşıp ulaşmayacağı Tanrının takdiridir. Her zaman büyük düşünmeliyiz.”
Kapı aralandı ve içeriye, üzerinde ayak parmaklarını örtecek kadar dökümlü. lacivert kadife üstüne sırma ipliklerle bezenmiş, göz nuru nakısların döne döne oynaştığı elbisesi ve yanında sert bakışlarını evcilliğinde kaybetmiş bir köpekle birlikte Enver Bey’in eşi Naciye Sultan girdi. Enver Bey ve Halil Bey konuşmalarını keserek bakışlarını Naciye Sultan’a çevirdiler. Hafif toplu, beyaz tenli, saçları yüzü kadar parlak, orta boyu onu uzun gösterecek kadar zarif, yüzünde bir kırgınlık nişanesi taşıyan asil duruşuyla tam bir saray kadınıydı Naciye Suttan.
Köpek bütün sevimlilik gösterisi içinde Enver Bey’e doğru atıldı. Enver Bey köpeğe şefkatle ellerini uzattı ve onu başından sırtına doğru okşadı. Naciye Sultan ona dönen bakışlardan birazda rahatsız, önemli bir konuşmanın molası olduğunun farkına vararak mahcup bir sesle, “Hoş geldiniz Halil Bey” dedi.
“Sağ olun sultanım. Haliniz vaktiniz nasıl?”
“Sağ olun. N4illeti Osmaniye sağ olsun…”
Enver Bey bir yandan köpeği okşarken. bir yandan da az önceki keskin ve katı cümlelerini yumuşatarak. “Sultanım, Halil Bey ile yapacaklarımızı konuşuyorduk” dedi. “Peki paşam, sizlere kolay gelsin. Gel buraya yavrum, gidiyoruz. Siz devam ediniz, ben Mevhibe Hanım’la avluda olacağım.”
Naciye Sultan köpeği de alarak odadan ayrıldı. Enver Bey kısa da olsa ona karşı tavrını muhasebe ettiyse de, kafasındakilerin önemine vurgu yaparak yüzündeki yumuşayan tavrı silip bütün ciddiyetiyle konuşmasına devam etli.
Mevhibe Hanım sarayda Naciye Sultan’ın en iyi anlaştığı insanlardan biriydi. Naciye Sultan onunla hiç çekinmeden sırlarını paylaşabiliyor, saraydaki olup bitenlerden konuşabiliyordu. Bu avlu sohbetleri ise bazen Enver Bey’i bile kıskandıracak türden olabiliyordu. Ancak eşinin bu kadar iyi anlaştığı Mevhibe Hanım’a ziyadesiyle güvendiğinden, çok da rahatsızlık duymuyordu.
“Evet Halil Bey, İstanbul’da çok seçkin askerlerden mürekkep bir tümen teşkil etmenizi istiyorum. Bu tümenin başında siz olacaksınız.”
Enver Bey masanın solundaki pencereye doğru yaklaşıp bir yandan Naciye Sultan’ın Mevhibe Hanım’la avludaki ayaküstü konuşmalarına bakıyor, bir yandan da Halil Bey’e ciddiyeti hiç bozulmayan sesiyle planlarım anlatmaya devam ediyordu:
“Tümenin hazırlığı tamamlanınca iren yolu ile Ulukışla’ya hareket edeceksiniz. Daha sonra karayolu ile şevkler idare olunacak.”
“Anlattığı şeyler, sanki her anı ezbere oynanmış bir oyunun parçaları gibiydi. Halil Bey ayakta yorulunca masanın biraz uzağında kalan geniş ve kalın çizgilerle etrafı altın sarısı yaldızlanmış, oldukça rahat görünümlü koltuğa oturdu. Cepkeninden çıkardığı saatin kurma kolunu bir ileri bir geri hareket ettirdikten sonra tekrar yerine koydu. Enver Bey’in anlattıklarını devamlı olarak kafasında muhasebe ediyordu. Kendini anlatılanlara o kadar kaptırmıştı ki, yüzü Enver Bey’in anlattıklarıyla kırışıyor, kibirli beyefendiler gibi kasıntı oluyor, sonra ise birden değişerek yüzünde bir tebessüm hali Deliriyordu.
‘Tümen Halep, Urfa, Mardin yollan üzerinden doğuya ve İran’a varacak. Tümenin her türlü ihtiyacı güzergâhla bulunan askeri birliklerden sağlanacak. Daha sonra yürüyüş istikametinizi kuzeye çevireceksiniz. Kuzey İran’da zayıf Rus ve Kazak birlikleriyle karşılaşacaksınız. Bunlar sizin karşınızda fazla direnemeyeceklerdir. Bu güzergâhta ilerleyip, yolunuza devam edecek ve Rusİran sınırına varacak, oradan da Kafkas Azerbaycan’ına gireceksiniz. Rus kuvvetlerinin teşkilatlandığı bu alanlarda zorlansanız dahi bu bölgede yaşayan Azeri din kardeşlerimiz, teşkilatlı bir şekilde sizlerin yanında olacaktır. Onların yardımlarını hep yanınızda göreceksiniz.”
Bu anlatılanlar Halil Bey için de bir hayal değildi. İttihat ve Terakki’deki aktifliği, Makedonya’daki çete savaşlarındaki ünü, yine İttihat ve Terakki’nin başarısından sonra İran şahını devirmek için gidişi, Trablusgarp Harbi’nde Kuzey Afrika’da bulunması, Babıâli baskını sırasında bu olayların içinde yer alması ona yeterince deneyim ve güç veriyordu. Birinci Dünya Harbi’nde hırslı bir subaydı ve Enver Bey’e de sıkı sıkıya bağlı biriydi,
“Evet, bütün bunların, sınırımızda toplanan Rusların arka cephesinde tezahür etmesi, onları doğuda pek müşkül duruma düşürecektir. Göreviniz bundan sonra Kafkas Azerbaycan’ından kuzeye, Kafkas dağlarına, yani Dağıstan illerine doğru hareket olacaktır. Bu suretle burada geçit yollan kesilecek, Rusların Kuzey Kafkasya ile bağlantısı ortadan kaldırılacaktır. Uygun ortam sağlanınca da bu bölgede yeni Türk devletlerinin kurulması ve teşkilatlandırılması görevlerini üstleneceksiniz.”
Enver Bey’in ağzından dökülen cümleler gittikçe coşkun bir hal alıyor, harekâtı başarıyla bitirmiş bir kumandan edasıyla sevinç ve heyecan arasında gelgitler yaşıyordu. Halil Bey ise anlatılanları kafasıyla onaylıyor, bir yandan da elmacık kemikleri çıkmış yüzünde her anlatılanı ayrıntısıyla ezberliyormuş gibi mimikler beliriyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Tarihi Roman
  • Kitap AdıSürgü Karlar Altında Yatan Bir Tarih
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarTalip Aydemir
  • ISBN9752542594
  • Boyutlar, Kapak 10,5x17 cm, Karton Kapak
  • YayıneviNeden Kitap / 2009

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kelile ve Dimne ~ BeydebaKelile ve Dimne

    Kelile ve Dimne

    Beydeba

    Debleşem Şah, hikmet tutkusuyla bir maceraya atılır. Düşünde gördüğü ışığı izler. Ay ışığının yıkadığı patikada uyurgezer gibi bir gerçeğin peşindedir. Gide gide gerçek bilginin...

  2. Mahkum Prenses ~ Philippa GregoryMahkum Prenses

    Mahkum Prenses

    Philippa Gregory

    Aragonlu Katherine, Katalonya’da doğdu. Anne ve babasının aileleri krallar ve savaşçılarla doluydu, Aragonlu Katherine İspanyol İnfanta’ydı. O, İspanyol Prenses’ti. Üç yaşındayken, İngiltere Kralı VII....

  3. Türkler Filistin’e Gelirse ~ Alexander AaronsohnTürkler Filistin’e Gelirse

    Türkler Filistin’e Gelirse

    Alexander Aaronsohn

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki buhranlı günlerde, İngiliz işgalinin başladığı, Almanlarla mücadelenin kızıştığı, İtalyanların işgalleri arttırdığı ve Osmanlı’nın ordusunu bölgeden çekmeye çalıştığı günler… Osmanlı Ordusu’nun...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur