“Kadı ola davacı vü muhzır dahi şâhit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet”
Ziya Paşa
Yaptığı özgün çalışmalarla Türk ve dünya tarih literatürüne önemli katkılarda bulunmuş çok değerli bir isim olan Prof. Dr. Ali Akyıldız, bu kitabında, sarayda Sultan II. Abdülhamid’in hemen yanı başında, Ceyb-i Hümayun kitabetinde görev yapan Daruşşafaka mezunu Hayri Bey isimli bir kâtibin şüpheli bir biçimde yaralanarak vefatı sonucunda usule uygun bir inceleme ve soruşturma yapılmaksızın apar topar defnedilmesi, vehimli padişahın duruma el koyarak bir gün sonra büyük bir heyetin huzurunda mezarını açtırıp na’şına otopsi yaptırtması, polis müfettişleriyle zaptiye nazırının soruşturma neticesinde ortaya çıkan bulgu ve verileri değerlendirip saraya iletmesi ve dosya tekemmül ettikten sonra da sanıkların yargılanması süreçlerini tabir caizse bir “tarih dedektifi” titizliğiyle inceliyor.
Akyıldız, bu çalışmayla bir ölümün cinayet mi yoksa intihar mı olduğunu sorgulamanın yanı sıra, Sultan II. Abdülhamid döneminde emniyet ve yargı sistemlerinin çalışma usulleriyle dönemin basınının kamuoyu oluşturma süreçlerini de gözler önüne sererek polisiye romanları aratmayacak derecede kıymetli bir mikro tarih eseri ortaya koyuyor.
ÖNSÖZ
“Yârâb niçin bu arsada her şahs-ı ârifin
Mikdar-ı fazlına göre derdi olur füzûn”
Ziya Paşa
Bu küçük eserin de her üretilen şey gibi bir tarihi ve hikâyesi vardır. Mabeyn-i Hümayun kitabını yazarken incelediğimiz konulardan biri de sarayın en önemli birimlerinden olan ve sadaka ve ihsan kültürünün bir yansıması olarak padişahın fakir ve muhtaçlar ile kullarına yaptığı yardımlar veya dağıttığı para, ihsan ve sadakalarla ilgilenen Ceyb-i Hümayun Hazinesi’ydi. Bu konuyla ilgili belgeler incelenirken Hayri Bey isimli bir Ceyb-i Hümayun kâtibinin şüpheli bir biçimde yaralanarak vefat ettiğine dair birkaç belge görüldüyse de üzerinde çalışılan kitapla ilgili bir dikkat dağınıklığı yaşanmaması amacıyla bu konunun ayrıntılarıyla ilgilenme işi daha sonraya bırakıldı.
Mabeyn kitabının tamamlanmasından sonra bu konunun üzerindeki çalışmalar derinleştirilip arşivde bu olayla ilgili daha fazla veri olmadığının ortaya çıkması üzerine önce bu ilginç olayın bir bildiri konusu yapılması düşünüldü; zira, eğer gözümüzden kaçan başka veriler yoksa, Osmanlı arşivinde konuyla ilgili olarak biri olayın başlangıcına, biri mahkemenin neticesinin saraya bildirilmesine ve sonuncusu da kitabın asıl konusunu oluşturan Hayri Bey’in ölümünden altı yıl sonra eşiyle kızına maaş bağlanmasına dair sadece üç belgeye ulaşılabildi. Dolayısıyla olayın başlangıcıyla sonucuna dair muhtasar da olsa bazı bilgilerin bulunması, böyle bir konunun küçük bir tebliğ konusu yapılabileceği hususundaki düşüncemizin temel dayanağını oluşturur.
Bu yaklaşımla konunun önce 23-24 Mayıs 2023’te dokuzuncusu düzenlenen Osmanlı İstanbulu Sempozyumu’na bir tebliğ olarak sunulması tasarlandıysa da mahkemenin sonucunu bildiren belgede geçen 500-600 kişilik kalabalık bir grubun mahkemeyi dinlemeye gelmiş olduğu bilgisi dikkatimizi çekti; o dönemde böyle bir kalabalığın sıradan bir cinayet veya intihar davasının görüldüğü bir mahkeme salonunda toplanabilmesi için bu konunun bir şekilde kamuoyuna mal olmuş olması gerektiği düşüncesinden hareketle araştırmanın ağırlık merkezi, kamuoyu oluşturmanın o dönemdeki en önemli aracı olan basına ve gazetelere kaydırıldı. Mevcut gazete serileri incelendiğinde ölüm olayının daha ilk günden itibaren basında yer aldığı ve mahkemenin sonuçlanmasına kadar neredeyse kamuoyunun gündeminden hemen hiç düşmemiş olduğu görüldü.
Hem bu gazete haberleriyle zenginleşen senaryo hem de basının mahkemeyi günü gününe takip ederek sorgu ve şahitlerin ifadeleriyle ilgili alabildikleri notları bazen ayrıntılı ve bazen de özetleyerek sayfalarına taşıması ve sorunla ilgili bazı önemli belgeleri yayımlaması, konunun tebliğ sınırlarını aşarak bir kitaba dönüşmesine zemin hazırladı. Böylece bir yönüyle nizamiye mahkemelerinde konuların ele alınış tarzını gösteren ayrıntılı ve ilginç bir dava örneği ve diğer yönüyle de hayata olumsuz ve sıkıntılı şartlarda başladığı anlaşılan ve dar çevresi dışında neredeyse yaşadığı dahi bilinmeyen küçük bir memurun şüpheli ölümünü ele alan bir mikro tarih çalışması ortaya çıkmış oldu.
İstanbul’da Fransızca ve Türkçe yayın yapan basın konuya gayet yakın bir ilgi gösterdiği halde Avrupa basını için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. İletişim imkânlarının arttığı ve dünyanın giderek küçüldüğü böyle bir dönemde İstanbul’da meydana gelen ve kamuoyunda tartışılan pek çok hadiseyi bazen yerel gazetelerden yaptıkları iktibaslardan, çoğu kere İstanbul’daki muhabirlerinden ve zaman zaman da misyonerler ve sair istihbarat kaynaklarından aldıkları haberleri sayfalarına taşıyan Avrupa matbuatı, ilginç bir biçimde iç kamuoyunun hayli ilgi gösterdiği bu olayı âdeta görmezden gelir. Nitekim yaptığımız araştırmalar neticesinde Avrupa’da İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayımlanan gazetelerde bu konuyla ilgili en ufak bir habere dahi tesadüf edilemediğinin belirtilmesi gerekir.
Bu kitapçıkta olayın gelişim süreçleri mevcut verilerin ışığında ve kronolojik bir sırayla incelenip resmî olarak mahkemenin kararı açıklandıktan sonra, dosyadaki ilk tahkikat verileri, resmî bulgular ve otopsi raporu ile tanık ve sanıkların ifadeleri arasında ortaya çıkan çelişki ve tenakuzlara, mahkeme başkanının tanık ve sanıklara sormadığı sorulara ve üzerine gitmediği konulara, özellikle daha sonra göz altına alınan sanıkların olayın başından itibaren sürekli ifade ve strateji değiştirerek ve delilleri karartarak yaptıkları tutarsız davranış ve ifadelere dikkat çekilecek ve mahkemenin, Darüşşafaka mezunu, yetim, kimsesiz ve sahipsiz bir insanın şüpheli bir biçimde ölümü olayının üzerini âdeta kapatacak bir biçimde almış olduğu idare-i maslahatçı kararı tartışmaya açılacak; ayrıca, okuyucunun bu konuyla ilgili kararını kendisinin oluşturup olgunlaştırabilmesi amacıyla eserde kullanılan belgelerle mahkeme tutanaklarının tamamına yakınının metinlerine eklerde yer verilecektir.
Mahkemenin Ceyb-i Hümayun Kâtibi Hayri Bey’in şüpheli ölümüyle ilgili kararını üzerine bina ettiği piyasaya yapmış olduğu borçların miktarını gösteren ve metinde kuruş veya Osmanlı lirası cinsinden verilmiş olan para birimlerinin günümüz okuyucusu açısından bir anlam ifade edebilmesi için 1998 yılı itibariyle ABD doları cinsinden güncel karşılıklarına işaret edildi; daha önceki bazı eserlerimizde yapıldığı gibi, bu iş için de değerli iktisat tarihçisi dostumuz Şevket Pamuk’un hazırlamış olduğu İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 Yıllık Fiyatlar ve Ücretler, 1469-1998 (Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları, Ankara 2000) başlıklı kitapta verdiği yıllık fiyat listeleri kullanıldı. Bununla birlikte ABD doları cinsinden verilen bu karşılıklarla, para birimlerinin kesin bir değerini ifade etmekten ziyade, günümüz okuyucusunun zihninde güncel ve fakat genel bir anlam oluşturulmasının amaçlandığının belirtilmesi uygun olur. Öte yandan metnin bazı yerlerinde aynı parasal tutarın, örneğin 13 liranın karşılığının bir yerde 689 $ ve başka bir yerde ise 767 $ olarak verilmesinin bir yanlışlık eseri olmadığı ve bu farklılığın borcun verilmiş olduğu tarih ile ödendiği tarih arasındaki dolar kuru farkından kaynaklandığı hususunun belirtilmesi gerekir.
Yöntemle ilgili olarak dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus da özellikle ek olarak verilen metinlerin üzerinde yapılan düzeltme veya ilavelerin [ ] köşeli parantezle gösterilmiş olduğudur. Ayrıca, efendi ve bey unvanlarının kullanımı konusunda Osmanlı belgelerinin pek tutarlı olmadığı ve aynı şahıs bazı belgelerde bey bazılarında ise efendi olarak nitelendirildiği görülür. Nitekim ekte metinleri verilen belge ve gazete haberlerinde de görüleceği gibi Hayri Bey’in isminden sonra bazen bey ve bazen de efendi unvanları kullanılır. Dolayısıyla metinde aynı kişi için görülebilecek olan bu tür farklı niteleme ve kullanımların özensizlikten değil, verilerin söz konusu mahiyetinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Bu kitap geçen yıl kaybettiğimiz değerli öğrencim, sevgili Ömer Bilgehan Aydın’a ithaf edildi. Bir hocanın daha hayatı idrak etme çağında ve hayatının henüz baharında iken kaybettiği bir öğrencisine kitap ithaf etmesinin zorluğu ve dayanılmaz ağırlığı tahmin edilebilir. Küçük yaşta yakalandığı amansız hastalığına rağmen inanılmaz derecede hayata bağlı olduğu için kısacık ömrüne üniversite mezuniyeti, yüksek lisans öğrenciliği ve burada sayamayacağımız başka bazı başarıları sığdırdı; derslerimde aldığı ödevlerinin tamamını Osmanlı hukuk sistemi üzerine hazırlayan Ömer Bilgehan’a ithaf edilen bu kitabın konu itibariyle Osmanlı adalet mekanizmasıyla ilgili olması, hoş bir tevafuk olsa da benim için tahammülfersa olmuştur. Bu vesile ile kendisine Allah’tan rahmet diliyorum, mekânı cennet olsun.
Her zaman olduğu gibi, bu eserde de bazı dost ve meslektaşlardan yardım alındı. Kadim ve yardımsever dostum Sinan Kuneralp, bir sohbetimiz esnasında bu küçük kitap projesi üzerinde konuşurken bizim koleksiyonlarına ulaşamadığımız Stamboul gazetesinden kendisinin temin ettiği verileri her zaman yaptığı gibi cömertçe bizimle paylaşmaktan çekinmedi. Öğrencim ve meslektaşım Ömer Faruk Can, Fransızca gazeteleri ve değerli kardeşim ve meslektaşım Abdullah Güllüoğlu da Almanca basını konuyla ilgili olarak taradı. Yardım ve zahmetleri için kendilerine teşekkür ediyorum.
Hızlı ve yoğun çalışma tempomun şahidi ve mağduru olan ailemin desteğinin paha biçilemez olduğunu özellikle belirtmem gerekir. Teşekkürlerin büyüğü eşim Semra, kızlarım Zeynep Aybike ile Melis Eylem, oğullarım Amil Alper ile Yılmaz ve çok şükür giderek büyüyen ailemin en taze üyeleri Kerem ile Kuzey’e…
Ekim 2023, Maltepe
Ali Akyıldız
BİRİNCİ BÖLÜM
OLAY: HAYRİ BEY’İN
ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ
“Mâr-ı zemine lokma olur mürg-i tîz-per
Mürg-i hevâya tu’me olur mâhî-yi bihâr”
Ziya Paşa
Bu kitapta sarayda Sultan II. Abdülhamid’in hemen yanı başında, Ceyb-i Hümayun kitabetinde görev yapan Hayri Bey isimli bir kâtibin şüpheli bir biçimde yaralanarak vefatı sonucunda etraflı ve usule uygun bir inceleme ve soruşturma yapılmaksızın apar topar defnedilmesi, vehimli padişahın duruma el koyarak bir gün sonra büyük bir heyetin huzurunda mezarının açtırılıp na’şına otopsi yapılması, ardından gerçekleştirilen polis soruşturmaları ve teknik bulguların ilk sonuçlarıyla polis müfettişleri ile zaptiye nazırının bu bulgu ve verileri değerlendirip saraya iletmesi ve dosya tekemmül ettikten sonra da sanıkların yargılanması süreçleri incelenecek ve konuyla ilgili olarak dosyada mevcut veriler bağlamında kendi bakış açımız ortaya konularak bir değerlendirme yapılacaktır.
Bu kitabın konusunu oluşturan ve olumsuz koşullarda başladığı kısacık hayat hikâyesini aynı şekilde talihsiz bir biçimde sürdürdüğü görülen Hayri Bey, Osmanlı saltanatının halkla, fakirlerle veya padişah adına ülkeyi idare eden yönetici kesimle kurmuş olduğu geleneksel ve vazgeçilmez bağın, yani ihsan kültürünün modern dönem sarayındaki en önemli birimi olan Ceyb-i Hümayun Hazinesi’nde görevli bir kâtip olduğu için öncelikle bu birim hakkında biraz bilgi verilmesi ve böylece bu kitabın konusunu oluşturan hikâyeye bir zemin hazırlanması yararlı olabilir. İncelenen bu tuhaf ve gizemli olayı daha da ilginç hale getiren ise sarayın ve mabeynin kamuoyundaki imajına çok önem veren bir insan olarak öne çıkan Sultan II. Abdülhamid döneminde meydana gelmiş olmasıydı.
Ceyb-i Hümayun Kitabeti
Padişahın günlük olağan kişisel harcamalarıyla ilgilenen bir birim olan Ceyb-i Hümayun Hazinesi, hanedana ait mülklerden (emlâk-i hümayun) gelen hasılatla diğer bazı kalemlerden padişaha tahsis edilmiş olan gelirlerden surre genel başlığı altında her yıl Mekke ve Medine halkına gönderilen para ve hediyeleri, haremde yaşayanların maaşlarını, hanedan üyelerine verilen ihsanları, gerek saraydaki ve gerekse saray dışındaki görevlilerle fakir ve muhtaçlara padişah adına verilen para, hediye, ihsan, bahşiş ve sadakaları dağıtırdı. Önceleri padişahın özel yazışmalarıyla ilgilenen bir görevli olan sır kâtibinin nezareti altında iken daha sonraları başmabeyinciye (serkurena) bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren Ceyb-i Hümayun Hazinesi, II. Mahmud’un 28 Şubat 1838 tarihinde Maliye Nezareti’ni kurarak devletin bütün gelir ve giderlerinin tek elden yürütülmesi yönünde aldığı karar kapsamının da kısmen dışında bırakılır.
Bu hazine, idaresinden ve harcamalarından sorumlu olan başmabeyincinin onayı üzerine satın alımları yapar, esvap odası, kiler-i âmire ve sair padişahın özel hizmetinde bulunan ve mabeyn gedikâtı adı verilen görevli ve birimlerin harcamalarını idare eder, mabeyn gediklerinin başındaki bendegânın rutin harcamalar için belirlediği ihtiyaç ve satın alımları başmabeyincinin onayı üzerine yapar, padişahın satın alınmasını istediği şeyleri ise doğrudan satın alırdı. Başmabeyinci değişikliklerinde selef halef arasında hazinenin mevcudu ve harcamalarıyla ilgili hesap ve kayıtların inceden inceye devir ve teslimi yapılır, bu birimde her şey paraya müteallik ve dolayısıyla potansiyel olarak suiistimale açık olduğu için zaman zaman burada yolsuzluk yapıldığı iddiaları gündeme gelirdi.
Hazinenin faaliyet ve görev alanı, fakirlere verilen maaş, yardım ve sadakalardan, resmî veya gayriresmî bir tören için dışarı çıktığı zaman padişah adına dağıtılan paralara, hanedan çocukları için ülke içinden veya dışından satın alınan oyuncaklara, cami, tekke ve sair yerlere yapılan yardımlara ve padişaha kulluklarını temin için bürokratlara, toplumun farklı kesimlerine veya yabancılara verilen nişan ve madalyaların muhafazasına kadar uzanırdı. Bu birimin başında bulunup padişahın göstereceği yerlere para harcayan veya gerektikçe padişahın nakit ihtiyacını karşılayan Ceyb-i Hümayun kâtibinin maiyetinde kâtipler bulunur ve hazinenin gördüğü bütün bu hizmet ve muameleler bu memurlar aracılığıyla yürütülürdü.3 Kitapta incelenen müessif olayın baş aktörü olan Hayri Bey, işte Sultan II. Abdülhamid’in çok yakınında bulunan ve bu kadar önemli bir birimde görev yapan kâtiplerden biriydi.
Olaydaki Önemli Kişiler: Hayri Bey ve Ailesi
Sorunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu kitaba ve davaya konu olan kişi ve tarafların tanınması ve meselenin sınırlarının anlaşılır bir biçimde çizilmesi gerekir. Burada ele alınan olayın baş aktörü, Ceyb-i Hümayun’da kâtip olarak görev yapan Hayri Bey’dir. Mahkemedeki sorgu safhasında ablasının verdiği ifadelerden babasının adının Ahmed olduğunu öğreniyoruz. Kendisi, öksüz ve yetim Müslüman çocukların eğitim göreceği bir okul olarak tasarlanıp Sultan Abdülaziz döneminde 1873 yılında eğitime başlayan4 Darüşşafaka Mektebi mezunu olup şüpheli ölüm olayının vuku bulduğu 18 Şubat 1892 tarihinde 25 yaşında genç bir insandı.
Olayla ilgili belgelerde, soruşturma safhasında ve mahkeme tutanaklarında annesinin bahsi hiç geçmediğine göre ya o da şüpheli ölüm olayının vuku bulduğu sırada vefat etmiş veya babasının ölümünün ardından bir başkasıyla evlenmiş olabilir. Olumsuz koşullarda başlayan hayatının sonraki dönemleri de kendisine yâr olmayan Hayri Bey, devletin sahip çıkmasıyla çok az sayıda akranının ulaşabildiği iyi bir eğitimden geçerek önemli bir memuriyet elde eder, 24 yaşına kadar yaptığı maddî birikimlerin üzerine bir miktar borçlanarak evlenir ve içgüveysi olarak kayınpederi Sadık Ağa’nın Koska’da Mimar Kemaleddin mahallesindeki evine sığınmak durumunda kalır. Bununla birlikte ölümünden yaklaşık bir yıl önce gerçekleşen bu evliliğin kendisine mutluluk getirmediği söylenebilir; zira, Hayri Bey ile kayınpederinin akşamları içerek sarhoş olduğu evlerinden genelde kavga, gürültü ve tartışma eksik olmaz, hatta bazen kavga ve tartışmanın sıcaklığıyla üzerinde ev kıyafetleri olduğu halde sokağa fırlayan Hayri Bey, kızgınlıkla bir daha eve gelmeyeceğini haykırırsa da her seferinde yeniden geri dönerdi.
Olayın ikinci kahramanı olan ve çocuk yaşta evlendirildiği için muhtemelen hayatı da evliliği gibi bir oyun zanneden eşi Huriye Hanım, olayın gerçekleştiği dönemde 15 yaşında ve 5-6 aylık hamile olup 13 veya 14 yaşındayken Hayri Bey’le evlendirilir; ikilinin aralarının iyi olmadığı ve evden dışarıya sürekli kavga sesi, gürültü ve patırtının yükseldiği iddiaları olaydan sonra komşuları tarafından gündeme getirilir. Huriye Hanım, gerek ölüm olayının ardından sorgu esnasında sergilediği soğukkanlı tavırları, gerekse şüpheli ölümün akabinde en büyük suç delili olan bıçağı kuyuya atması, delilleri karartarak ve tamamen kurgusal ve farklı bir senaryoyu dile getirerek polis müfettişlerini yanlış yönlendirmesi ve polislerin olayda kullanılan bıçağı bulması üzerine birdenbire cinayetin en önemli şüphelilerinden biri haline gelir.
Olayın diğer önemli figürleri ise hadisenin gerçekleştiği evin sahibi ve bugünkü İstanbul Üniversitesi kampüsü içerisinde yer alan Beyazıt Yangın Kulesi’nin bekçisi olan ve o sırada 58 yaşında bulunan kayınpeder Sadık Ağa ile 40 yaşındaki kayınvalide Fatma Hanım’dı. Ölümünden sonra şahitlerin sorgu ve ifadelerinden her ikisiyle de iyi anlaşamadığı sonucu çıkan Hayri Bey, zaman zaman Sadık Ağa ve kayınvalidesiyle kavga ederdi. İşte bu kitapta ele alınacak olan cinayet veya şüpheli ölüm olayı, içinde kavga ve tartışmaların hiç eksik olmadığı ve söz konusu dört yetişkinle Sadık Ağa’nın üç küçük kız çocuğunun paylaştığı böyle bir ev ve aile ortamında vuku bulur.
Kaynaklara yansıdığı kadarıyla Hayri Bey’in hayatta olduğu bilinen tek akrabası ablası Binnaz Hanım’dı. O sırada 35 yaşında olan Binnaz Hanım, Uzunçarşı’da esnaflık yapan 45 yaşındaki Hüseyin Ağa ile evli olup Kocamustafapaşa’da ikamet etmekteydi. Esasında Binnaz Hanım’ın yapmış olduğu bu evlilik incelenen konu açısından önemlidir; zira, Sadık Ağa’nın eşi ve Hayri Bey’in kayınvalidesi olan Fatma Hanım, Binnaz Hanım’ın eşi Hüseyin Ağa’nın kız kardeşiydi. Fatma Hanım, muhtemelen en büyük kızı olan Huriye’yi ağabeyi Hüseyin Ağa’nın kayınbiraderi olup aileler arasındaki bu yakınlık münasebetiyle tanımış olduğu Hayri Bey’le evlendirmişti. Hayri Bey, bu durumda Sadık Ağa’nın kayınbiraderinin kayınbiraderiydi. Bu karşılıklı ve iç içe geçmiş ailevî ilişkilerin aşağıda ayrıntıları verilecek olan olay sonrasında ve soruşturma aşamasında ortaya çıkan ifadelerin mahiyetlerini de etkileme potansiyelinin olduğu hususunun akılda tutulması gerekir.
Olay
Ceyb-i Hümayun kâtiplerinden 25 yaşındaki Hayri Bey, 18 Şubat 1892 Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece Koska’da Mimar Kemaleddin mahallesi Dolap sokağında5 bulunan ve içgüveysi olarak yaşadığı anlaşılan kayınpederi Sadık Ağa’nın evinde bir şekilde yaralandıktan sonra vefat ederek ertesi günü Silivrikapı mezarlığında toprağa verilir. Bununla birlikte mahiyeti ve içeriği belli olmamakla beraber daha sonra düzenlenen otopsi (feth-i meyyit) raporunda geçen “raport-ı evvel” ibaresinden vurulma olayından sonra mevzuat gereği bir hekim raporunun düzenlenmiş olduğu anlaşılıyorsa da yapılan araştırmalar neticesinde bu rapora ulaşılamadığının ifade edilmesi gerekir. İşin ilginç ve tuhaf olan yanı, ölümün bir yaralanma neticesinde vuku bulduğu hususu birinci raporda yer almasına ve cinayet ihtimali olan şüpheli bir ölüm olayı olmasına rağmen, güvenlik güçleriyle resmî mercilerin otopsi yapılmasına gerek duymaksızın na’şın apar topar defnedilmesine izin vermiş olmalarıdır.
Aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklanacağı üzere, defninin ertesi günü, yani 20 Şubat’ta bir heyet tarafından Hayri Bey’in kabri açılıp na’şı tekrar muayene edilerek otopsiye tabi tutulur; oysa, ölüm olayı bir yaralama neticesinde vuku bulduğu için normalde otopsinin na’şın defninden önce yapılması beklenirdi. Otopsinin birinin şikâyeti veya başvurusu üzerine mi olduğu hususu açık olmasa da konunun intikal ettirildiği vehimli padişahın çok yakınındaki bir insanın bu şekilde şüpheli bir biçimde vefatına kayıtsız kalması beklenemeyeceği için II. Abdülhamid’in otopsi yapılması yönünde emir verdiği tahmin edilebilir. Padişah, muhtemelen siyasî bir yönünün olabileceği düşünce ve endişesiyle bu şüpheli ölüm olayının etraflıca araştırılıp incelenmesini istemiş olmalıdır.
Otopsi (Feth-i Meyyit)
Sultan II. Abdülhamid’in emri üzerine bir yandan polis ve zaptiye kendi araştırma, soruşturma ve incelemelerini yaparken diğer yandan da resmen bulunması gerekli olan kişilerin oluşturduğu geniş bir heyet tarafından otopsi işlemleri başlatılır. Zaptiye Baştabibi Albay Salim Bey, Albay Komidas Minasyan, Hekim Simon Kostoridi, Cerrah Bekir Efendi, Beyoğlu Tababet Şubesi Üyesi Binbaşı Luici Efendi, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye Öğretmeni Binbaşı Hamdi Efendi’den oluşan otopsi heyeti, yanlarında Zaptiye Nazırı Nazım Bey, Polis Müfettişi Celestin Bonnin, İstanbul Bidayet Mahkemesi Savcısı Hüseyin Sıdkı Bey ile Rum İspitalyas Müdürü Dr. Olipidis Efendi de olduğu halde 20 Şubat 1892 tarihinde Silivrikapı mezarlığına giderek Hayri Bey’in na’şını çıkarıp üzerinde otopsi yapar.
Heyetin düzenlediği ayrıntılı rapora göre orantılı bir bedene sahip olduğu ifade edilen Hayri Bey’in vücudunda göğüs kısmındaki ucu sivri ve kesici bir aletle açılan yara dışında şüpheyi çekecek herhangi bir darbe izine veya işarete rastlanmaz. Göğüs kafesinin sol üst tarafında göğüs kemiğinin gayet yakınında ve doğrultu olarak da yukarıdan aşağıya ve soldan sağa doğru olan yaranın boyu 18 mm idi. Göğüs kafesi açılıp içerdeki uzuvların konumu incelendiğinde, göğüs kafesine giren kesici aletin iç organlarda da aynı şekil ve doğrultuda tahribat yaptığı, göğüs boşluğundaki organların birer birer gözden geçirilmesi neticesinde göğüs zarının kan ve pıhtıyla dolduğu, sol akciğerin bıçakla yine soldan sağa doğru yaralandığı, sağ akciğere yakın bir yeri tahrip eden kesici aletin göğsün 11 cm derinine kadar indiği, açılan yaranın iç kesimdeki kısmının bıçağın giriş yerine göre daha ince ve sivri olduğu ve buna karşılık kalbin bıçağın tahribatından etkilenmediği görülür.
Göğüsle ilgili yapılan söz konusu incelemelerin ardından na’şın midesi açılıp bakıldığında içinin kereviz, asma yaprağı ve pirinçle dolu olduğu ve kayınpederi Beyazıt Yangın Kulesi Bekçisi Sadık Ağa, kayınvalidesi Fatma Hanım ve eşi Huriye Hanım’ın iddia ettikleri gibi sarhoş olduğuna delalet edecek içki kokusunun alınamadığı tespiti yapılır. Ölüm sebebi, kesici aletin sol atardamar ile sol kola yakın atardamarın başlangıç kısımlarını kesmesi ve iç organları parçalaması neticesinde oluşan iç kanamanın neden olduğu kan kaybı olarak belirlenir; ayrıca, olayın vuku bulmasının hemen akabinde ölümün gerçekleştiği hususu da bilimsel bir tespit olarak raporda yer alır.
Otopsi raporunda Hayri Bey’in intihar mı ettiği yoksa başka birinin veya birilerinin karıştığı bir cinayete mi kurban gittiği sorusuna da cevap aranır. Yaranın oluş biçimini, konumunu ve doğrultusunu göz önünde bulunduran heyet, böyle bir yarayı kişinin sağ eliyle kendi vücuduna açamayacağının açık olduğunu vurgular; ayrıca, yara yeri göğsün gayet yukarı kısmında olduğu için de yaranın söz konusu 11 cm derinliğe ulaşabilmesi için bıçağın kuvvetli bir şekilde saplanması gerekeceğini belirtir; hatta maktul solak olsa dahi sol el ile böyle bir yaranın açılabilmesi tamamen imkânsız olmasa da hayli zor ve kendi saplamış olsa dahi bıçağı kendisinin yaradan çıkarmasının çok zayıf bir ihtimal olduğu ve bu bilgiler bağlamında bir başkası tarafından saplanmış olma olasılığının bulunduğu hususlarına raporda yer verir. Olayda kullanılan bıçağın özellikleriyle boyutlarının da yer aldığı raporda, 14,5 cm uzunluğunda ve 18 mm genişliğinde olan bıçağın yalnızca bir tarafının keskin ve kabzasının gayet ağır olduğu ve ucu çok sivri olmasa da bu aletle vücutta mevcut yaranın açılabileceği söz konusu edilir.
Soruşturma
Sarayın kamuoyundaki imajına çok önem veren ve saray ve mabeyn çalışanlarının isimlerinin kamuoyunda olumsuz bir olayla anılmalarına asla sıcak bakmayan Sultan II. Abdülhamid, saray ve mabeyn mensuplarının başkalarıyla aralarında çıkan anlaşmazlıkların kamuoyuna yansımaksızın ve isimleri mahkeme kayıtlarına düşmeksizin barış yoluyla ve sessizce halledilmesini ister, bazen borç ve alacak davalarında anlaşmazlığın mahkemeye düşmeksizin….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Şahsiyetler Tarih Türk-Osmanlı
- Kitap AdıŞüphe: Hayri Bey'in Vefatı İntihar Mı Cinayet Mi?
- Sayfa Sayısı160
- YazarAli Akyıldız
- ISBN9786256767263
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Tarih / 2024