Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sular Yükselirken
Sular Yükselirken

Sular Yükselirken

Anja Kampmann

Açık denizde petrol sondajı yapan namıdiğer Waclaw Wenzel Groszak fırtınalı bir gecede tek arkadaşı Mátyás’ı kaybeder ve ardından Mátyás’ın eşyalarını ailesine teslim etmek üzere…

Açık denizde petrol sondajı yapan namıdiğer Waclaw Wenzel Groszak fırtınalı bir gecede tek arkadaşı Mátyás’ı kaybeder ve ardından Mátyás’ın eşyalarını ailesine teslim etmek üzere Macaristan’a gider. Sonrası belirsizdir: Geri dönüp petrol çıkarmaya devam edecek midir? Yaşadığı ikilemin ardından Wenzel, Malta ve İtalya üzerinden kuzeye, Ruhr bölgesine doğru yola çıkar. Eski aşkı Milena’ya yaklaştıkça hayata dönüş yolunu bulup bulamayacağı da belirginleşmeye başlar.

Sular Yükselirken hayatın beklenmedik kavşaklarına uğrayan, lirik bir roman: Okurunu açık deniz platformlarında gaddarca çalıştırılan petrol işçilerinin dünyasından alıp geçmişinin, kimliğinin ve evinin peşine düşen bir adamın arayışıyla buluşturuyor. Anja Kampmann Sular Yükselirken’de bizi dipsiz bir kuyudan çıkmanın mümkün olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakıyor.

Cantarell

Asfalt üzerindeki uzun çizgileri izleyerek ilerlemişlerdi, Mátyás önden yürüyordu, pervanelerin rüzgârı giysilerini bedenlerine yapıştırmıştı, yorgunluk ve kuşku yokmuş da sadece helikopterin uğultusu varmış gibiydi; epeyce uzakta, pistin arkasında, dalgaların üzerine çarptıkça parçalandığı ve uzaklarda çağıldayan kocaman bir ışık olup dağıldığı bir dalgakıranın beyaz ucunu gördü. Bulutlar sabah yoğunlaşmıştı, Faroe Adaları’ndan esen bir kasırga okyanus üzerinden Fas kıyılarına doğru ilerliyordu, oralarda hava sıcaklığı günlerdir ve haftalardır iyice yükselmişti, onlarsa helikopter pisti üzerindeki uzun banklara yorgun argın uzanmış, bütün bu olanlardan bihaberdiler, muşamba kaplı zemine kola otomatlarının ışığı vururken onlar uzunca zamandır helikopter bekliyordu. Sidi Ifni’nin helikopter pistini, buradan son birkaç kez yola çıktıkları o kurşun rengi saat beş ışığı dışında ilk kez görüyordu. Bekleme salonu, hava daha aydınlanmadan çantalarını kontrol için önleri sıra iten adamlarla dolmuştu, havada kahve kokusu vardı ve az konuşuluyordu, adamların birkaçı gece Rabat’ta inmiş, güneye doğru yolculuklarına karayolu üzerinden devam etmişti; buraya geldiklerinde deniz henüz kurşunî ve engindi ve rüzgâr öyle şiddetliydi ki sigara içmek için gönüllü olarak şu küçük odaya geçmişler ve ayakları zemine sıkıca vidalanmış masa ve bankların bulunduğu güvertedeki kapalı konteynere girmiş gibi hissetmişlerdi.

Mátyás, Waclaw’ın yanında yere çömelmiş, çantasında bir şeyler ararken ilk helikopter nihayet piste indi ve sessizce açılıp kapanan, kusursuz bir bıçak ağzını andıran kenarları mavi mavi parlayan camlı kapıdan gitgide daha çok adam çıkmaya başladı. Adamlar çantalarını omuzlarına vurdular, bazıları güneş gözlüğü takmıştı, bekleme salonunun gözleri kamaştıran ışığında adımları ağır ve soğuktu. Waclaw, bu adamların çok azını tanıyordu.

Sondajlara iki ay önce başlanmıştı; okyanus, Kuzey Afrika kıta sahanlığına doğru gürleyerek yanlarından akıp giderken onlar sahilden seksen mil açıkta kumtaşı ve bazalt tabakalarını delmiş ama emeklerinin karşılığı çamur ve taş olmuştu yalnızca. Petrolün –ki o da varsa tabii– çok derinlerde olduğu onlara en başta söylenmişti. Bu bok çukurlarından hiç değilse birinde bir şey bulmadıkları sürece sinirler gerginliğini koruyordu, iş akışı ağırlaşmıştı adeta, Meksika Campeche Koyu’na benzemiyordu burası, Cantarell Sahası’nda petrolle tıka basa dolu yatağa yeni kamışlar sokmak –arıların sonbaharın son olgun meyvelerini özümsemesi gibi– birkaç yıllığına doymak için yeterliydi. Meksika değildi burası, üstelik adamlar karaya çıktıklarında bitkin ve çok gergindi, bagajlardan biri havada uçtu, bir yunus ya da doldurulmuş bir yabandomuzu boyutlarında bir çantaydı bu, he Budapest, Mátyás kollarını son anda havaya kaldırabilmişti ve çanta önüne pat diye indi, Mátyás’ın bukleleri hâlâ inip kalkıyordu, devasa et yığını yaklaşıp ona sarılıncaya kadar bir an bakıştılar, he Texas.

Açıklarda kıyamet kopuyor, dedi Trevor, kimse denize açılmaya kalkışmaz, böyle devam ederse limanları kapatırlar. Elindeki bir parça kuru eti kemiriyordu, İngilizcesi bir ton taş indirirken sarsılıyormuşçasına bozuktu. Yeni adam nasıl? diye sordu Mátyás; Roy da yanlarına geldi, çevrelerinde gelenlerden, gidenlerden ve işler başlamadan önce üzerlerine çöken uykudan, ter kokusundan ve gerginlikten bir anda bir çember oluştu. Waclaw bazen büyük koşulardaki çıkış takozlarını, üç at bakıcısı tarafından getirilirken heyecandan titreyen, sırtlarında jokeyin iki büklüm oturduğu atları ya da boğalar koşarak gelirken sokaklardaki seyircilerin önüne çekilen çelik direkleri, terli hayvanlardan yayılan kokuyu hatırladı. Amcığın teki, dedi Roy, yoksa siz oralarda kravatlı birini gördünüz mü hiç? Otuz yıldır görmedim. Sıkışmış, ihtiyaç gidermek isteyen birine benziyor – kaşlarını kaldırıp parmaklarını birkaç kez şaklattı. Adamlar kahkahayı bastı, birkaçı alkış tuttu, sırtlar sıvazlandı ama Roy ciddiyetini bozmadı. İş ciddiye bindiğinde bizi suçlamaya kalkışacak adamı ne yapalım, dedi. Bakışlarını Waclaw’a çevirip alçak sesle konuşmuştu. Onlar henüz genç, dedi, bunun ne demek olduğunu bilmezler. Kısa bir an daha yan yana durdular, sonra cam kapılar bekleyenlerin arkasında kapandı.

1. Bölüm
Batı Rüzgârı

Geceye bürünmüş deniz, karşılaşılabilecek en karanlık şeydir. Ay, kara bulutların ardında kaybolmuştu, ufuksa dağ gibi dalgaların içinde tekrar ve tekrar soluk alabilmek için şahlandığı siyahlıktan ayırt edilemez olmuştu; bu arada rüzgâr da köpük namına ne varsa dalgalara şaklatıp duruyordu. Epeyce aşağılarda platform uzun çelik halatlarının ucunda sallanıyor, denizin dibine gömülü bir metre çapındaki çelik ayakları zorluyordu ve dalgalanan kahverengiye parlak ışığını daireler şeklinde yayıyordu. Vardiyanın sekizinci saatiydi; dar iskele üzerinde emniyet kayışını kuşanıp sondaj kulesinin demirlerine iki eliyle tutundu. Tuzlu rutubet, güçlü ve yoğun bir girdap gibi çevresini sarmıştı ve iş bırakma sinyalini epeydir bekliyordu. Pippo olsa, onları çoktan içeri almıştı ama yeni vardiya amirinin umurunda bile değillerdi, sondajı yarıda kesmektense onları boğulmaya terk etmeyi yeğlerdi.

Waclaw, yağmurun açık deniz iskelesinin ayaklarına vuruşunu hissedebiliyordu, platformu herhalde boşaltırlar, diye düşündü, ama artık olmazdı, geriye sadece beklemek kalıyordu; yağmur, projektörlerin önünden neredeyse yatay olarak geçerken kaynak noktaları sarsılıp zorlanıyordu; deniz, platforma çılgın bir sürü gibi hücum ediyordu, dalgalar fırtınadan kaçıyor ve her şey üzerlerine doğru geliyordu. Epeyce aşağılardaki döner tabla üzerinde duran adamların bir şeyler söylediğini gördü, ağızları hareket ediyordu, ancak tek duyulabilenler rüzgârdı, köpüren dalgalardı; bir martı alt kısımları bembeyaz parlayan kanatlarını birkaç defa boşuna çırptı. Zilin çalıp işin bırakılması yarım saat kadar sürmüştü. Artık sadece dayanmaya çalışmış, daracık basamağa sımsıkı basıp beklemişti.

Diğer sondaj işçileri hemen gözden kaybolmuştu, birisi kamaralara giden ağır kapıyı açmıştı; bir ışık huzmesi gördü ve ilk grup içeri girmeye başladı. Soğuk, bütün uzuvlarına işlemişti, adımları ağır ve kaskatıydı, bacakları her bir ıslak basamağı ve aralarındaki mesafeyi tanıyordu. Petrol tulumuna çoktan su işlemişti, Waclaw çok üşümüştü ve platform tabanına ayak bastıktan sonra bile hâlâ sımsıkı tutunuyordu. İçerinin ışığı parlak, ısısı hoştu, hatta postallarını raflara yerleştirip kurumaları için tulumlarını astıkları küçük bölme bile sıcaktı. Diğerleriyle birlikte nihayet sıcak bir ortama girdiği için neşelendiği bile söylenebilirdi. Yeni bir ekipti bu, aşağıdaki döner tabladan sorumlu Albert gibi sadece birkaçını uzun zamandır tanıyordu. Fırtına daha da şiddetlenmişti. Waclaw hiç konuşmadan duş terliklerini giydi, dar koridordan kendi kamaralarına doğru yürüdü. Işık yanıyordu ama Mátyás’ın yatağı boştu. Yorganlar alt ranzada duruyordu, bir an için Mátyás’ın yorganların altına girdiğini düşündü ama kimse yoktu. Kulaklıklar aşağı doğru sarkmıştı, Walkman yastığın yanında duruyordu. Waclaw kabloyu eline doladı. Soran bir sesle, Mátyás, dedi. Yanıt beklemeden banyonun kapısını açtı. Saat sabahın dördüydü. Sıcak suyu açtı.

Ranzanın önünde yalınayak dururken her yanı ıslaktı daha. İki yorganı da üzerine çekti, bedeni ıslaktı ve fırtına bir anda çok uzaklardaydı adeta. Bekledi. Sıcaktan üzerine ağırlık çöktü, akşamdan beri hiçbir şey yememişti. Bu da yeni âdetti, sondaj ustası onları farklı vardiyalara vermişti. Koridorun floresan ışığı altında teni her zamanki gibi solgun görünüyordu. Yemekhaneye girdiğinde büfenin önündeki masada oturan adamlar suspus oldular. Çevresine göz gezdirirken yapış yapış olmuş, kendi hareketlerini gölgeleyen plastik sos şişelerinin ardında adamların bakışlarını hissetti. Yanlarında Francis de vardı, kenarda oturuyordu, solgun ve biraz dalgındı.

Kalan son birkaç gün için tüylerini kabartan hasta deniz kuşu. Yan masadan şişko domuzlar gibi onlara doğru böğüren vinç operatörünün şakaları karşısında dimdik duruyordu. Shane yeni gelenlere hava atardı, havlar gibi bir sesle ayakçılardan sondaj çamurunun içine daha fazla kimyasal dökmelerini, kendisine su getirmelerini ya da güverteye tekrar tekrar su sıkmalarını isterdi. Ancak herkes yorgun argın yanına oturup açık saçık fıkralarına katlanır hale geldiğinde Shane’in bakışlarında dalgın bir ifade belirirdi, hayatından memnun olduğunun işaretiydi bu. Böyle zamanlarda gözleri camdanmış gibi öylece otururdu. Ama kapının açılıp kapanmasıyla yüzüne can geldi; Waclaw ayartıcı ve alaylı bir tıslama duydu. Ay, ay, dedi Shane, kimi arıyormuşuz biz? Sesi boğuk ve kalındı, şişko birinden çıkıyordu adeta, oysa sıskanın tekiydi, onu tanıdıkları iki yıldan beri yüzünün ortasındaki atmaca burnuyla onları adım adım izlerdi. Kolları, daha doğrusu her yeri yapışkan bir tabakayla kaplıydı. Güvertede, ellerini pençe gibi gösteren sarı iş eldivenleri kullanırdı. Her zamanki laflardı işte. Waclaw arkalarından bakanlara hiç aldırış etmezdi.

Francis hemen yanında oturuyordu, diğerlerinin yarattığı gürültüde iki kadeh içkisini sessizce içiyordu. Waclaw, Mátyás’ın ortalarda olmayışına kızıyordu. Isıtmalı tencereden kâsesine iki kepçe çorba doldurdu, içine neredeyse arkası görülen bir dilim tost ekmeği attı ve yemeye başladı. Burada da ışık aşırı parlaktı. Çorba aşırı kahverengi, teni aşırı solgundu. Yemekhane yavaş yavaş doluyordu. İşe ara verildiğinden beri adamlar ya yemeğe geliyorlar ya da kamaralarında uzanıp uyuyorlardı. Koridorda fırtınanın sesi kesilmiş gibiydi, sarsıntı ve her şey çok uzaklarda kalmıştı.

Sinema salonundan kulağına sesler geldi, bir yandan da gitgide hızlanan kendi ayak seslerini ve alüminyum kolları açık renk plastikle kaplı kapıların çarpmasını duyuyordu. Uzun koridoru son kapıya kadar yürüdü, titreyişini her türlü hava koşulunda koruyan köşedeki elektrikli küçük mumun ışığı dışında oda karanlıktı. Burada bazen buluşurlardı, Mekke’ye çevrili birkaç seccade vardı, ama namaza kimse gelmezdi pek. Mátyás mı? Usulca gülerek duvara yaslanmış olsaydı, şaşırır mıydı? Kapının aralanmasıyla karanlığın içine bir ışık huzmesi düştü. Oda suskundu. Seccadelerin üzerinde gerçekdışı bir sessizlik vardı sadece. Waclaw ortak kullandıkları kamaraya döndü. Kapı aralığından Andrej’in ranzasında yattığını gördü, cep telefonu küçük bir kuş misali omzuna konmuştu – aşağısında sadece kocaman göbeği ve yıpranmış açık renkli pantolonu görünüyordu. Dinlediği şarkı kulağa re-şuşik-şurru gibi geliyordu ve Andrej bunu sabaha kadar tekrar tekrar çalacaktı. Çorap ve terli atlet kokuları, ince duvarlar. Sabaha karşı dört buçuk olmalıydı, sondaj kulesinin demirleri arasında geçireceği zamana normal koşullarda yaklaşık üç saati kalmıştı, bu da Mátyás’ın vardiya öncesi uykusunun son saatleri anlamına geliyordu. Belki midesi bozulmuştu. Gece, olabilecek en derin karanlığa gömülüydü henüz, tek bir ışık huzmesi yoktu. Bir seferinde güvertenin kapısını düzgün kapatmamış ve sular kamaralarının önüne kadar gelmişti.

Mátyás’ı tanımadan çok önceydi bu, o zamanlar oradaki haftalar ısıya, bir tür renge bürünmemişti henüz; Waclaw bunu ikisinin eşyalarının o bildik karışıklığı oluşturmasından anlıyordu. Çantaların üzerinden atlayıp yatağına yattı, sırtüstü uzanıp gerindi. Işığı o gelir diye söndürmedi ve gözlerini kapamaya çalıştı. Şu platformun yüzdüğüne güvenebilirlerdi, yeterince yüksekte olduklarına –deniz seviyesinin on iki metre üzerinde– ve sulara gömülmeyeceklerine güvenilebilirlerdi, ama neye güven vardı ki? Burada yüzen şey çelikti, Ocean Monarch güneye getirilmeden önce Baltık Denizi’nde yıllarca yatmıştı, yarı dalgıç platformdu, yaşlı bir devdi, Waclaw’ın başucundaki duvarda başka işçilerden kalma yağ lekeleri parlıyordu. Açıklarda sayısız geceler. Mátyás, sondaj döküntülerini analiz etmişti, çamur tabakası parçalarını ve kıymıklarını tanıyan biriydi, ilkçağlardan önce deniz tabanında hangi ormanların oluştuğunu bilirdi.

Waclaw bu kadar çok gülen biriyle hiç karşılaşmamıştı, denizde geçen haftalarla baş etmesini bilen çocuksu denebilecek bir tarzı vardı. Yüz ifadesi, Waclaw’da daha ilk günden iskambil kâğıtlarını, sarı giysiler içindeki palyaçoyu çağrıştırmıştı. Eğitim aldıkları geniş hangarlarda eğitmenleri her adanın altına monte edilen bacaklar gibi Amerikan r’lerini her cümlesinin altına yerleştirirken ve okyanuslardaki ve petrol bölgelerindeki sınırsız denebilecek özgürlükten söz ederken, Mátyás buklelerinin arasından uzaklara bakmakla yetiniyor, ağzını açmıyordu.

Babası Macar’dı, geçmişte yaşanan isyanlardan biri ailesini Budapeşte’nin kalbinden koparıp taşraya savurmuştu, o da oradaki bir ziraat işletmesinde demirci çırağı olacaktı; nal, buhar, yavru kısrak, göz akı nedir öğrenecek, amcasının midesini bulandıran o arabasıyla arazide sonu gelmeyen yolculuklar yapacak, kokulara katlanacaktı. Bu kamarayı altı yıldır paylaşıyorlardı, Meksika Körfezi’ni bir yıl önce geride bırakmışlardı. Dışarıda kudurup alevlenen gece okyanusun ta kendisiydi; burada, kıta sahanlığı sınırı yakınlarında, Fas kıyıları açıklarında resmen kudurmuştu deniz. Waclaw elini çantasına atıp kazağını çıkardı, birdenbire üşümüştü. Eski sondaj ustaları Pippo’yu düşündü, tehlikeli sıtma nöbetleriyle yatağa bağlanmıştı adam.

Bu gidişle artık normale dönemeyeceğini söyleyenler vardı. Hastalığının nedeni kıyı yakınlarına kurulan platformlar, Nijer Deltası ve bataklıklı sahillerden gelen sivrisineklerdi, rüzgârın zayıf, havanın çok sıcak olmasıydı, ayrıca enfeksiyon önleyici hapları düzenli almaya kimsenin bünyesi dayanmıyordu. Pippo kaç zamandır bu açıklarda çalışıyordu acaba? Mátyás’ın onu sevdiğini biliyordu. Ancak platforma döndüklerinde görev başında sadece Anderson vardı, kendini tanıtmamıştı bile, kıyıda geçirdikleri birkaç günün mutluluğu böylece uçup gitmişti. Bir düş görmüş olmalıydı, alarmın tiz sesi çınlarken parça buçuk bir şeyler hatırladı, bir arazide ağaçlar, birkaç tepe. Mátyás’ın çalar saatiydi bu, vardiyasının başlamasına birkaç dakika vardı. Işık hâlâ yanıyordu, içerinin havası boğucu ve rutubetliydi, banyonun kapısını kapatmayı unutmuştu. Mátyás gelmemişti. Rüzgâr kamaranın duvarına yükleniyordu, koridorda ses yoktu. Çalışmaya birkaç saat daha ara vermek zorunda kalacaklardı muhtemelen. Yan tarafına yatıp gözlerini eşyalara dikti, her şey eskisi gibi duruyordu, sürekli üzerinde taşıdığı sabuntaşı çıkını da oradaydı, her zamanki yerindeydi. Yorganına iyice sarınmış ve gözlerini bir an kapamıştı ki bir sesle yerinden sıçradı, boğuktu ses, çok uzaklardan geliyordu, koridorda gümbürdeyen adımlara benzemiyordu, o tiz işe devam düdüğünden de farklıydı. İçine hazır olmadığı, ağır bir huzursuzluk çöktü; ansızın vuran gün ışığının, üzerinde belirgin bir hat çizdiği beyaz duvardan kaynaklanıyordu bu duygu sanki.

Sıcacık poları da hâlâ dolapta asılıydı. Ona kazağını götürecekti o halde. Sabah olmuştu, kara bulutlar sabahın mavisini süratle kapatıyordu, ama uzaklarda gümüşi bir parıltı kaybolmamakta ısrarlıydı. Elinde Mátyás’ın poları vardı, onu bir dilek gibi taşırken makinelerin çalışmasını bir an gerçekdışıymış gibi algıladı. Here we are, dedi Petrov, arkasından sondaj döküntülerini çıkardıkları açık mavi tankın çevresini dolaştıktan sonra. Waclaw balçık, taş ve çamurlu toprak dolu o bildik kapları gördü, tanıdığı her şeyi, elekleri, monitörleri, boruları gördü, babacan gülümsemesiyle Petrov’u gördü ama Mátyás’ı göremedi. Arkadaşın bu sabah nerelerde? Petrov, iş gözlüğünü çıkarıp ona baktı.

Tıpkı Waclaw’ın da ona baktığı gibi baktı. Mátyás’ın kendiliğinden çıkagelmesini beklemek istemişti, geceden beri işler ağır yürüyordu. Ama Petrov’a denizin karanlığını hatırlatmasına gerek yoktu. Aramaya başladılar. Her bölmeyi ararlarken bütün güverteyi, her köşeyi, kıyıya yanaştıklarında kullandıkları iskelelerin teker teker bütün basamaklarını, idman odalarının hepsini, yemekhaneyi ve kendi kamaralarını da birkaç kez aradıkları sırada, anonsların yapıldığı, sondaj ustasının işçilerle alışkanlık haline getirdiği sorgulamasını yürüttüğü ve gökyüzünün neredeyse pırıl pırıl bir sabaha aydınlandığı, güne dair hiçbir şeyin ve suyun üzerindeki deniz kuşlarından hiçbirinin gerçek olamayacağı bir sırada, telsiz konuşmalarının yapıldığı, ona sıcak bir içecek getirildiği ve Waclaw’ın iskelenin her bir ayağını gözleriyle taradığı, su yüzeyinin delice parıldadığı, onu zorla içeriye çekmeye çalıştıkları ve sonunda tankların arasına oturttukları ve suyun içine kusursuz yuvarlak bir güneşin gömüldüğü sırada fark etti Waclaw elinde hâlâ bir şeyi sımsıkı tuttuğunu, bir zamanlar Mátyás’ın polar kazağı olan şeyin ancak akşamın inip ufuk çizgisinin dümdüz olduğu saatte ete kemiğe büründüğünü kavradı.

Waclaw o gece dalgalanan deniz üzerinde yatarken ay küçülmüştü adeta. Yatağındaydı ve postalları hâlâ ayağındaydı, yastığından birkaç tüy fışkırmıştı. Devasa bir yaratık, dünden ne varsa hepsini alıp götürmüştü. Kamarada ayakta dururken kulaklığını açtığına pişman oldu. Yaratığın onları alıp götürdüğünü düşündü, olanları hiçbir şekilde durduramadığını, artık akşam olduğunu, fırtınanın dindiğini, havanın her zamanki gibi karardığını düşündü. Koridordan sesler duydu, işçiler sırtlarında terli tişörtleriyle yemekhaneye gidiyorlardı, acıkmışlardı, yemek kokusu geliyordu ve Waclaw kamarada kalamazdı. Dışarı çıktı. Deniz sakin sayılırdı. Ona bakması için arada bir yanına birini yolluyorlardı, bir seferinde Petrov gelip ona sigara ikram etti ve Waclaw adamın konuşmadan yanında sigara içişini izledi. Burada işine mal olabilir bu sigara, dedi Waclaw; Petrov usulca güldü, bir nefes daha çekip dosdoğru denize baktı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıSular Yükselirken
  • Sayfa Sayısı336
  • YazarAnja Kampmann
  • ISBN9789750763410
  • Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kardeş Katilleri ~ Nikos KazancakisKardeş Katilleri

    Kardeş Katilleri

    Nikos Kazancakis

    Ah zavallı insan! Dağları yerinden oynatabilirsin, mucizeler yaratabilirsin ama bunun yerine gidip gübrenin, tembelliğin ve inançsızlığın içine batıyorsun! İçinde Tanrı var, Tanrı taşıyorsun da...

  2. Küçük Şeylerin Tanrısı ~ Arundhati RoyKüçük Şeylerin Tanrısı

    Küçük Şeylerin Tanrısı

    Arundhati Roy

    Arundhati Roy, İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülünü 1997 yılında Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanıyla aldı. Lirik bir dille, şiirsi bir anlatımla,...

  3. Kuşlar ~ Tarjei VesaasKuşlar

    Kuşlar

    Tarjei Vesaas

    “Evde bir iz kaldı. Kuş vuruldu, gözlerini yumdu, taşın altına kondu – ancak iz kaldı.” Buz Sarayı’nın yazarı, İskandinav Edebiyat Ödülü sahibi Tarjei Vesaas’tan,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur