“Vicdan sahibi bir tek Allah’ın kulu çıkıp da: Onlar da bizim gibi ekmek yerler, evlerine çoluk çocuklarına bakmak için gecelerini gündüzlerine katıp dağda bayırda, her yerde ve her işte çalışırlar, geceleri uyurlar, uyuduklarında tıpkı bizim gibi mutlu rüyalar görürler, çocuk yetiştirirler, severler, âşık olurlar, yeri gelir ağlar, yeri gelir gülerler demedi. Doğuştan edindikleri dil, inanç ve yaşam tarzları analarının ak sütü gibi kendilerine helaldir, onların da bu köhnemiş dünyada kendi dillerini konuştukları topraklarında özgürce, insan gibi; karınları tok, sırtları pek ve başları dik olarak yaşamak haklarıdır demedi, demedi, diyemedi…”
Zaman, kelam zamanıydı. Zaman kadar eski, dilsiz bir halkın dili olma, yitik sözlere can verme zamanıydı… Dengbejler, belleklerini sese ve söze döktüler. Hünermendler, geçmişin acı ve hüznünü nefesle yeniden ürettiler…
Söyle Zilan, Ağrı Dağı eteklerindeki isyan günlerinin, ölüme meydan okuyan âşıkların, yarası kabuk bağlamayan bir coğrafyanın romanı.
A. Sırrı Özbek, Zilan’ın hikâyesini destansı bir dille, yüreklere dokunan bir sesle anlatıyor.
*
Tarihçilerin çoğu, olayları anlatmayı bir yana bırakır, önderleri, komutanları övmeye girişirler; kendi uluslarınınkini göklere çıkarır, düşmanlarınınkini olabildiğince kötüler, yerin dibine batırırlar. Oysa tarihle övgü arasında yalnız küçük bir çit yoktur, koskoca bir duvar dikilmiştir.
– SAMSATLI LUKİANOS
Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl
öldüğüne bakın.
– ALBERT CAMUS
Di Gelîya Zîla’yê
Li netikê zarokan nivîsîbûn
Nasnameya wan
Bı berik û barûtê!1
– EDO DÊRAN
Başlangıç
Bu toprakların yaşadıklarını
Onlar aktarır, bir su gibi coşkun ve duru.
Ozan der Türkler, Kürtler
Dengbêj diye anar onları…
– SENNUR SEZER
Sonsuz derinlikteki lacivert gökyüzünde büyük bakır bir sini gibi asılı duran dolunayın şavkı vuruyordu Akbük Körfezi’ne. Dolunayda oynaşan deniz üzerinde yakamozlar ışıl ışıldı. Hafiften esen meltem, zeytinleri sulamakla kalmıyor, akşama huzurlu bir serinlik, bir ferahlık veriyordu. Akbük; Ege Denizi’nin serin sularıyla, en tepesinden dibine kadar, sık çam ve zeytin ağaçlarıyla kaplı Kazıklı Dağı arasına sıkışmış, antikçağın en önemli bilicilik merkezi Didim’in küçük, şirin bir beldesi. Mazlum ve mahzun Gelîyê Zîla2 sürgünlerinin iskân yeri. Hepsi aynı aşiretten, akraba. İlk geldikleri günlerde Kazıklı Dağı’na doğru biraz yürüdükten sonra dönüp yüzlerini Ege Denizi’nin sonsuz maviliklerine doğru çevirir, kekik kokulu toprak üzerine bağdaş kurup otururlarmış. Güneşin, uçsuz bucaksız denizin mavilikleri içinde batıp kayboluşunu izlerlermiş. O zaman anbean, dakikadan dakikaya güneşin değişen renklerinin deniz suyunu nasıl renkten renge boyadığına tanıklık ederlermiş. Bu, her seferinde Aladağ’dan Gelîyê Zîla’ya doğru baktıkları anları hatırlatırmış sürgünlere. Gelîyê Zîla’da da, güneş tıpkı böyle yeşillikler içinde batar, dağları ve ucu bucağı yok Gelîyê Zîla’yı değişik renklere boyarken ufkun sonsuzluğunda eriyip gidermiş. Akbük’ün denize bakan orta yerinde, geniş bir avlu içinde büyük, iki katlı bir taş bina. Dört bir yanı zeytin ağaçlarıyla çevrili. Ağaçlar asırlık. Gövdelerinin kalınlığından belli. Dalları zeytin yüklü, yeşil yeşil. Avluya kırmızı ve beyaz begonvillerin sardığı kayrak taşıyla örülmüş bir kemerden giriyoruz. Evin geniş terasına serilmiş kalın yün döşek ve minderler üzerine oturmuş erkek misafirler. Sırtlarını yastıklara yaslamış. Çoğunun parmakları arasında sürekli dönen tespihler. Önlerinde tütün tabakaları, sigara paketleri. Ben de herkesi selamladıktan sonra gösterilen yere bağdaş kurup oturdum. Terası çevreleyen duvarın üzerini seramik saksılar ve teneke yağ kutularında rengârenk güller, mis gibi kokan fesleğenler, her renkten sardunyalar, kırmızı ve beyaz karanfiller, allı morlu menekşe ve beyaz yapraklı, göbekleri sarı papatyalar süslüyor. Kadınlar terasın sağ tarafına sıralanmış. Genç kız ve gelinler tabaklarla, doğranmış kavun, karpuz; kırmızı, siyah ve beyaz üzüm; dallarından henüz toplanmış götleri ballı siyah ve sarı incirleri getirip altına rahle konmuş yuvarlak, büyük bakır sinilere bırakıyordu. Orta döşekte herkesin saygıyla iltifat ettiği, ağırlamak için özen gösterdiği, ta uzaklardan, serhadden gelme iki dengbej, bir de hünermend oturuyordu. Sesi ve sözü şekillendiren ustalar. Aynı sözü ve kelimeyi bazen sonsuz otlakların kadife yumuşaklığında yeşil bir huzur içinde söyler, bazen ağır bir balyoz gibi göğsüne göğsüne indirir insanın, nefesini keser. Bazen sağır eden gök gürlemelerinin içinden fırlayan kör edici şimşekler gibi çakar, beynin ışığa keser. Bazen kucağındaki bebeğini uyutan annenin ninnisi gibi mutluluk saçar, bazen ağır ve acı bir ölümün ardından söylenen ağıt gibi üstünden başından hüzün dökülür. Şaşarsınız dinlerken sözü ve kelamı şekilden şekile dönüştürme ustalıklarına. Hünermend ağzı büzgülü, siyah, kadife bir torbanın içinden özenle kızıl renkli bir duduk çıkardı. Sol elinde tuttuğu duduğu, sağ elindeki kadife torbayla dikkatlice sildi. Sonra yanı başında, minderin üzerine indirdiği ceketinin iç cebinden tütün tabakasına benzer küçük bir kutu aldı. Kutuda duduğun dili vardı. Duduğun dilini dudaklarının arasında ıslatıp yumuşattıktan sonra duduğa taktı. Kaysı ağacından yapılmış duduk iki gümüş kelepçeyle sıkıca sarılmıştı, çatlayıp ayrılmasın diye. İki dengbej ellerindeki üç sıralı doksan dokuzluk tespihleri parmakları arasında çevirip duruyordu. Birininki siyah oltutaşından, diğerininki kahverengi koka. İkisinin de habbeleri yuvarlak, nohut tanesinden biraz küçük. Köyde düğün vardı. Gündüz çalınan davul, zurna ve ince saz faslı bitmişti. Vakit akşamdı. Zaman söz ve kelam zamanıydı. Sese şekil vermenin, sesin ruhunu ortaya dökmenin zamanı. Kaybolan sözlere, belki dün belki de onlarca hatta yüzlerce yıl öncesinde söylenmiş, ama bugün unutulmuş yitik sözlere yeniden can vermenin zamanı. Geçmişi nefesle anlatma zamanı. Evet, zaman dengbejlerin zamanıydı. Sessiz çoğunluğun sesi olan dengbejlerin. Belleğini sese ve söze döken ustaları dinleme zamanı.
Dilsiz bir halkın dili olan, yürekleri seslerinde atan dengbejleri dinleme zamanı. İlk sözü diğerine göre daha yaşlı, saçı ve uzun bıyıkları arasına kırlar düşmüş, zayıf bedenli, adı Delîl olan dengbej aldı. Sesi zaman kadar eski olan bir halkın sesiydi. Söyleyeceği kılamın kısa bir öyküsünü, mahzun, mazlum ve yasaklı kadim dilinin, binlerce yıldır acı ve hüzünle yoğrulmuş kelimeleriyle anlattı. Sonra adı Seyad olan hünermende başıyla, “Sıra senin,” der gibi baktı. Seyad, duduğa üflediğinde, sonsuz zamanın derinliklerinden gelen yumuşak, kulaklara değil doğrudan doğruya yüreklere dokunan bir ses duyuldu. Kızıl renkli duduğun delikleri üzerinde Seyad’ın parmakları inip kalktıkça, duduktan kâh kanadı kırık bir turnanın hüzünlü iniltisi, kâh kızgın, gözleri ateşe kesmiş yaralı bir kaplanın öfkeli kükremesi duyuluyordu. Bu ses; Ağrı Dağı, Süphan, Tendürek, Aladağ ve mazlum Gelîyê Zîla halkının hem hüzünlü ve acılı hem de öfkeli sesiydi. Duduğun bir nağmesinde sanki, Ağrı Dağı, Süphan, Aladağ ve Tendürek yerinden kalkıp, bütün ağacı, kurdu, kuşu, börtü böceğiyle gelmiş, tüm heybetiyle tam karşılarına, Kazıklı Dağı’nın zirvesine oturmuş, bütün gördüklerini ve yaşadıklarını duduğun hüzünlü, öfkeli nağmelerine katmış, hem Gelîyê Zîla sürgünlerinin hem de binlerce yıl öncesinden gelmiş; iyiliğin ve kötülüğün kaynağı antikçağ tanrısı Apollon adına Didim’de yapılı tapınakta özel kıyafetleri içindeki bilici, falcı kadınların kulaklarına üflüyordu. Diğer bir nağmesindeyse mazlum Gelîyê Zîla halkının kadın, çocuk ve erkeklerinin katliamla biten sonlarını, Gelîyê Zîla’dan yukarılara, Aladağ’a doğru üflermiş gibi; Akbük Körfezi’nden dünyanın duymak isteyen bütün kulaklarına üflüyordu. Seyad, bir anda antikçağ Yunan Mitolojisi’nde adı geçen, çaldığı lir ve söylediği şarkılarla dağları, kayaları, ağaçları harekete geçiren, vahşi hayvanları uysallaştıran Orpheus olmuştu gözümde. Bu incecik narin dudukta bütün bir Ağrı Dağı’nın ve Gelîyê Zîla’nın acısı, öfkesi, hüznü ve çekilen çilesi nağmeye dökülüyordu. Koca Ağrı Dağı’nın, ucu bucağı görünmeyen Gelîyê Zîla’nın bütün acı ve öfkesi nasıl da sığıyordu bir duduğun büyülü sesine; dipsiz uçurumlara atılmış genç kızlar, katledilen kadın ve çocuklar, dinmek bilmeyen karda donan ayaklar, köy köy gezdirilen kesik başlar, yelde savrulan tel tel saçlara konan allı turnalar, sürgünler, zindanlarda çekilen korkunç işkenceler ve dillere destan aşklar, sevdalar; barut, kan, ölüm ve gözyaşları arasında yeşerip büyüyen bem beyaz aşklar. Ölüme meydan okuyan, acıyı bal eyleyen, zoru kolay eden, yokluğu görmezden gelen, kara toprağı yün döşek, kuru taşı kaz tüyünden yastık bilen, zorla buldukları bir parça kuru ekmek ve bir baş soğanı sofralarının bereketi sayıp iştahla yiyen, aç kaldığında umursamayan, sevdiğine kol kanat gerip, bedenini siper eden aşklar. O günlerin ürkütücü zifiri karanlığı içinden, bugün ve onlarca, belki de yüzlerce yıl sonra bile dengbejlerin dilinden, hünermendlerin nefesinden beyaz ışıltılar halinde nağmelere dökülecek hüzünlü aşklar. Duduğun her nağmesiyle birlikte Ağrı Dağı’nın öfkeli kükremesi ve Gelîyê Zîla’nın acılı inlemesi duyuluyordu ıpıssız ve sessiz Akbük Körfezi’nde. Sadece öfke ve acı değildi duyulan; mazlum insanının, kurdunun, kuşunun, bilcümle mahlukatının, ak ve buz gibi suların çağıldadığı derelerinin, rüzgârının, kar ve yağmurunun, çiçek açmış ağaç dallarının, kar ilk erimeye başladığında baş veren allı morlu çiçeğinin, güneşinin, yıldızının da sesiydi, kokusuydu duyulan. Dinleyenlerin yüreğine acı bir keder yerleştiren duduğun hüzünlü sesi, parlak ayın ve ışıltılı yıldızların altında Kazıklı Dağı’ndan Akbük’e doğru gelen çam reçinesi, zeytin ve kekik kokularına karışıyordu. Her nağmesiyle o kederli yüreklerden bir tel koparan duduğun sesi, Kazıklı Dağı’nın koyaklarında yankılanıp Ege Denizi’nin ışıltılı sularına düşüyordu. Duduğun gümüş iki kelepçeyle sıkılmış olmasına hak verdim. Yürek tellerini koparan bu nağmelere içi oyulmuş zavallı bir kaysı dalı nasıl dayansındı? Derken Hünermend Seyad’ın üflediği duduğun sesi dindi. Seyad kapalı gözlerini açtı ve dengbej Delîl’e “Sesi kelama katma zamanı geldi,” der gibi baktı. Delîl, yüzlerce yıldır sessizlik ve mateme alışkın gırtlaklardan çıkan alçak sesten, sesine şekil vermeye, en güzel dili bulup söylemeye başladı. Söyledikçe sesinin tonunu yükseltti. Ses tonu yükseldikçe üç sıralı tespih parmakları arasında hızla devinip duruyordu. Dengbej Delîl’in sesi közü yakan alev gibiydi, yakıcı ve dokunaklı. Makineli tüfekten çıkan mermiler gibi kelimeleri birbiri ardısıra sıralarken ritmi asla bozulmuyordu. Dinleyen kadın ve erkekler bu ritme göre hüzünle yanlara ve öne arkaya salınıyordu. Derken, sesin ritmi düştü, söz ve kelam bitti. Dengbej Delîl büyük sininin kenarında duran içi şekerli şerbet dolu bardağı aldı, iki yudum içti ve yastığına yaslandı. Tespihi parmakları arasında hareketsiz duruyordu. Dinleyenler, “Seet xaş, seet xaş,” diyerek Dengbej Delîl’e, sesine, yorumuna ve sağlığına iyi dileklerini sundu. Hünermend Seyad tekrar duduğu üflemeye başladı. Yine hiç bitmeyecekmiş gibi hüzün, yine öfke, yine tel tel kopan kederli yürek telleri, yine gözpınarlarından kontrolsüzce yanaklara süzülen damlalar. Hünermend Seyad’ın duduğundan çıkan nağmeler bitince sözü; daha genç, saçı ve ağzına dökülen gür bıyıkları siyah, gözleri ışıl ışıl, adı Fevzi olan ikinci dengbej aldı. Hemen dizlerinin üzerine kalktı, iki elini kulaklarına attı ve sesi söze kattı. Sesi, berrak, içinde her renkten çakıl taşlarının olduğu bir kaynağın çağlayarak akışı gibiydi. Denizin biteviye kumsala her vuruşunda bıraktığı hışırtılı ses, dengbej Fevzi’nin dilinden dökülen nağmelere ritim tutuyordu sanki. Sabaha kadar bir Delîl bir Fevzi, Hünermend Seyad’ın üflediği duduğun yakıcı nağmeleri eşliğinde sesi kelama döktü. Onlar sular seller gibi çağlayıp dururken, biz dinleyenler de bu çağlayanlardan içtikçe susuzluğu daha da artan insanlar gibiydik. Sigaralar yanıp sönerken, çay bardakları art arda dolup boşaldı. Ağrı Dağı, Süphan, Tendürek, Aladağ ve Gelîyê Zîla vardı seste; geyiklerin mekânı bıçak gibi keskin yalçın kayalıklar, sisli yamaçlar. Bulut bulut renkleriyle yaydıkları bin bir çeşit kokuları ta dağların eteklerinde görülüp duyulan çiçekler. İçinde çakıl taşlarının sayıldığı ışığa kesmiş buz gibi berrak kaynaklar, dereler, ırmaklar. Gökyüzünden daha mavi göller; hele ki de içinde her renkte, her boyda, bazıları boynuzlu yılanların sürüler halinde dolaştığı göl. Ota, çiçeğe bezenmiş yaylalar. Şafakla başlayıp akşam karanlık basıncaya kadar hiç dinmeyen kuş cıvıltıları, kurt avazları, ayı hırlamaları, keklik şakımaları. Mavi gökyüzünden avına dalan alıcı kuş ciyaklamaları. Sarp zirvelerin sessiz kartalları… Dağların zirvelerindeki mavi buzullar. Geçit vermeyen karlı yollar. Firara, kaçağa kucak açan dağlar, mağaralar. Ve Gelîyê Zîla’da insansızlaştırıldıktan sonra yıkılıp yakılan köyler vardı nefeste. Ya ceylan gözlü, belik belik sırma saçları omuzlarından aşağı dökülen, güvercin bilekli, ak gerdanlı kızları, cesarette kocalarından geri kalmayan gelinleri, zehri dişinden akan engereği çatal dilinden vuran yiğit silahşorları, heleki de lime lime edilen yürekleri gözyaşında akıtan hüzünlü aşk öykülerini söze, kelama dökmeden geçmek olur muydu hiç. Ama yürek yakan, kabuk bağlamayan yaraları yeniden kanatan, adamın canını, saçının ucundan tırnağının ucuna varana dek acıtan ağır, kederli sözler de vardı; savaşı, vahşet ve çılgınlığı, açlık ve sefaleti, kıyımı, kırımı ve sürgünü anlatan. Azrail’in kol gezdiği, zulmün, ölümün ve kötülüğün zamanını; yakılan yıkılan köyleri, yargılanmadan infaz edilen kadın ve çocukları, tecavüz edilip öldürülen genç kızları anlatan kelamlar. Kesilen kafaların sırıklara geçirilip kasaba kasaba gezdirildiği, yığınlarca insanın yerinden yurdundan edilerek hiç bilmedikleri, adını duymadıkları diyarlara sürgün edildikleri zamanları anlatan kelamlar. Vicdan ve merhametin, akıl ve izanın, ar ve namusun, hak ve adaletin ayaklar altına alınıp yeryüzünden yok olduğu zamanı anlatan kelamlar da vardı. Hani derler ya “Dağların, taşların dili olsa da anlatsa olanı biteni,” işte her iki dengbej ve hünermend Seyad, dağların taşların şahitliğini dile, kelama ve nağmeye döktü. Hilafsız, riyasız, dürüstçe, olduğu gibi, ne bir eksik ne bir fazla. Gece boyu keklikler meydan okurcasına, çılgınca şakıdı, dengbejlerin sesine karşı. Seherde bülbüller geldi, bahçedeki zeytin dallarına kondu ve kendilerince en güzel şarkılarına ses verdiler, dengbejlerle yarışır gibi. Ağrı Dağı’ndan, Gelîyê Zîla’dan Akbük Körfezi’ne dalga dalga dengbejlerin nefesiyle gelen çığlığın, sesin, kelamın kokusuna zeytin, çam, kekik ve deniz kokusu karışıyordu. Sürgünlük, hasretlik, özlem ve hüzün gözlerden süzülen yaşlarda, kabaran yüreklerde, sızım sızım sızlayan burun direklerindeydi.
Şafakla birlikte duduk ve dengbejler sustu susmasına da erkeklerin elindeki mendiller, kadınların tülbent, eşarp ve yazmaları gözlerden yanaklara, burun kenarlarına süzülen yaşları silmeye yetmemişti. Hepsi sözleşmişçesine özgür bırakmıştı hıçkırıkları ve gözyaşlarını. Ve Atina da ki Delphoi Tapınağı’yla yarışan Didim Apollon Tapınağı’nın antikçağ bilici, kâhin ve falcıları da binlerce yıl öncesine, tapınağın mermer taşlı gizli bölmelerine çekilip saklanmış, ellerini önlerinde bağlamış, başlarını yana eğmiş, yaşanan onca acı ve vahşete dur diyememiş olmanın çaresizliği içinde gözyaşı döküyorlardı. Yaşanmış acıların izleri ne Ağrı’da ne de Gelîyê Zîla’daydı, yanaklardan süzülen her bir damla yaştaydı açık seçik. Denizin bittiği yerde, ta ufukta pat, pat, pat diye sesi duyulan bir balıkçı motoru Güllük Körfezi’ne doğru gidiyordu. Dengbejlerin belleklerinde kalanlardan sese, kelama döküp ruh verdikleri anılar dinleyenlerin acılarını tazelemiş, yaralarını yeniden kanatmıştı. Söylenen kelam kulaklarından girmiş, belleklerine hiç unutulmayacak derin bir yer edinmişti. Tıpkı benim belleğimde edindiği yer gibi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıSöyle Zilan
- Sayfa Sayısı252
- YazarA. Sırrı Özbek
- ISBN9789750527739
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sineklerin Kanadı Yoktur ~ Murat Aydın
Sineklerin Kanadı Yoktur
Murat Aydın
Oysaki her şeye güvenim tamdı. Her şey elle tutulurken, her şey somut bir hâldeyken yaşamaya karşı hep bir özlem doluydum. Uyuyup, uyandığım her gün....
- Sonsuzluk Kütüphanesi ~ Mavisel Yener
Sonsuzluk Kütüphanesi
Mavisel Yener
“Karşılaştığın her şey sonsuzluğa açılan bir penceredir…” Eserleriyle yüz binlerce okuru kucaklayan Mavisel Yener, bireysel ve toplumsal yazgılarımızda kitapların gücünü hissettirdiği yeni romanı Sonsuzluk Kütüphanesi’nde,...
- Bir Yaşdönümü Rüyası ~ Erendiz Atasü
Bir Yaşdönümü Rüyası
Erendiz Atasü
Çok kısa bir an… Çocuk, yaratma cesareti ve ıstırap arasındaki bağdan söz ederken… gövdesine çok yakın ama kadınlığına uzak bir ada kadar mesafeli bu...