Anlam dünyasının farklı uçlarında yer alan iki kavram; şov ve mahrem. Postmodern dönemde, “mahrem” olanın sınırları “şov” tarafından aşındırılıyor ve şov, mahremi esir alıyor. Kitle kültürünün içine sıkışmış insan, varolmanın yolunu “fark edilmekte” buldukça görüntülere sığınıyor Kimlikler imajlar üzerinden inşa edilirken dinî/ahlakî normların yerinin modanın lokomotifliğinde tüketim kriterleri alıyor. Artık sokaklar sahne, insanlar oyuncu. Oyunu yazanlarsa “kamusal alanın mübarekleri” yani modacılar. Kutsalını kaybeden dünya, yeni kutsallar arayışında modacılara teslim oluyor. Mahremiyet sınırlarında kalması gerekenlerin teker teker “şov” malzemesine dönüştürüldüğüne bir dönemde Sosyolog Fatma Barbarosoğlu, çağımızın çelişkisi üzerine yazdı; Şov ve Mahrem.
HİYERARŞİK BİR DURUM OLARAK GÖRME VE GÖRÜNME
Herkesin dağarcığında, televizyonla yeni karşılaşan ninelerimize dair birkaç hikâye gizlidir. Mesela ev ahalisi ile otururken, televizyonun açılmasıyla nine şöyle bir derlenip toparlanır. Başörtüsünü itinalı bir şekilde düzeltir. Odadakiler gülerler. “Nine sen onu görüyorsun, ama o seni görmüyor.” Nine torunlarının kendisiyle alay etmelerine, üstüne bir de gülmelerine aldırış etmez. Sırtını, camın öbür tarafındaki adama doğru çevirerek “duruş” alır.
Yukarıdaki hikâyeyi komik yapan yeni kuşağın unuttuklarıdır esasında. Eski kuşak hatırladıklarıyla yaşamakta, yeni kuşak ise unuttuklarıyla. Ninenin televizyondaki adama karşı tavrını anlayabilmek için onun hafızasında kayıtlı kalmış bilgilere ihtiyacımız var.
Nine; Hz Aişe validenin, âmâ bir adamın karşısında örtünmeyince, muhatap olduğu Hz Peygamber’in “O seni görmüyor, ama sen onu görüyorsun” ikazını içselleştirmiştir. Kendi duruşunu sadece görünür olduğu zamanlara göre belirlememekte, gördüğü her anı şuur hali olarak kabul etmektedir.
Abdülkadir Geylani, Fütuhu’l Gayb adlı eserinde hevâ sahibi kişiler ile Allah dostlarını, gördükleri üzerinden mukayese eder.
Hevâ sahiplerinin, göründükleri herkesi etkilediğini söyler: “Gördüğün kimse seni avlar!”
Allah dostlarının ikliminde olmak ise “ötelerin ötesine vakıf olmak” bakımından önemlidir. “Onlar senin gördüğünü görmezler, eşyanın Halık’ını ve o Yaradan’ın onda gördüğünü görürler. Onlar bununla muvaffak oldular ve kurtuldular.’”
Görünerek var olma anlayışı, geleneksel dünyadan kopuşun önemli göstergelerinden biridir. Çünkü geleneksel kültürde gören ve görünen ilişkisinde üstünlük “görünen”de değil “görendedir. Kâinatın sahibi, Kadir-i Mutlak Allah, herkesi gören ama hiç kimse tarafından görülmeyendir. Kendilerini Allah’ın yeryüzündeki vekilleri sayan Osmanlı padişahları da kendileri görünmeden “kurları gözetleyerek, hiyerarşiyi “gören”in üstünlüğü temelinde korumuşlardır.
Halk arasında gezerken tebdil-i kıyafet dolaşan padişahın bu tutumu, kimliğini saklayarak, yaşanmakta olanları tabiî haliyle yakalamak istemesinin yanı sıra; görünmeden “görme” hiyerarşisini sürdürmek ile de alakalandırılabilecek bir husustur.
Halk arasında “gâvur padişah” olarak bilinen ve Osmanlı Devleti’ni Batılı hayat tarzıyla tanıştıran Sultan II. Mahmut, “sokağa” çıktığı zaman kendisini “gözetleyen” ve seyreden Osmanlı kadınlan hakkında bir ferman çıkarmıştır. Bu fermanda “kadınların padişaha hayranlıkla bakmaları yasaklanmakta ve eğer bakacak olurlarsa, kocalarının ve kardeşlerinin dayak yiyeceği” buyrulmaktadır.”
Kadınların kendisine “hayranlıkla bakmasından” rahatsızlık duyan padişahın sarığı çıkartıp fes giymesi ise halk arasında Müslüman erkeğin gayrimüslim erkeklere nazaran sahip olduğu üstünlüğün bozulması olarak yorumlanmıştır. Başına taktığı sarığın biçimi, sahip olduğu maddî-manevî hiyerarşiye göre belirlenen Müslüman Osmanlı erkeği, fes giyerek gayrimüslim erkeklerle giyim-kuşam paydasında eşitlenmeyi içine sindirememiştir.
Bu yazı için esas önemli olan husus ise, II. Mahmut’un fes giymesinin, “gâvurlara karşı yüzünü açmak” olarak yorumlanmasıdır. Nahit Sim Örik, Eski Zaman Kadınları Arasında adlı kitabında babasının ninesi Sabure Hanım’ı anlatırken, esir ticareti ile uğraşan eski bir sadrazamın kız kardeşi ve aynı zamanda Sabure Hanım’ın hanımı olan kişinin şu ilginç öfkesini aktarır: “Padişah suratım açmış, gâvurlara gösteriyor. Bari siz de her tarafınızı açın!”
Nahit Sırrı, eski sadrazamın kız kardeşini bu kadar kızdıran “gâvurlara yüzünü gösterme” hadisesini, hiçbir padişah yüzünü örtmediğine göre padişahın fes giymesinin “yüz açma” olarak yorumlanmasına bağlar. Halbuki eski sadrazamın kız kardeşinin neden bu kadar kızdığı Pardoe’nin satırlarında netliğe kavuşur: “‘Padişahım çok yaşa!’ sesleri halka da yayılarak ortalığı çınlattı. Ancak Padişah bu selama karşılık vermedi. Çevresine bakınıyordu. Bir aralık gözü bize ilişti. Yüzünde gülümsemeyle karışık bir aydınlık belirdi ve o zaman ilk defa olarak, başını bize doğru çevirdi. Gözünü ayırmadan, bize uzun uzun baktı. Hemen eğildi ve üzengisinin yanında yürüyen subaya, yumuşak bir anlatımla ve alçak sesle bir şeyler söyledi. Subay, hemen başını eğerek Padişahın yanından ayrıldı. Birden kalabalığı yararak arabaya geldi. O sırada bizim arabanın yanında, başı açık ve ayakta duran babama selam vererek, yanımızdaki uşaklardan birisine, benim kim olduğumu ve beni İstanbul’a kimin getirdiğini sordu. Bu arada Padişah yine sevinçli ve alçakgönüllü bir tavırla arkasına bakıyor ve gülümsüyordu.”
Eski sadrazamın kız kardeşini bu kadar öfkelendiren olay, ihtimal Padişahın gayrimüslim bir kadına bu kadar yakın mesafeden bakmasıdır. Bu bakış, padişahın kendisini “kul”a göstermesi manasını taşımaktadır.
Sokakta kadınların kendisine bakmasını yasaklayan Padişah, kadınların huzuruna “yaşmaklı çıkmalarına”’ müsaade etmemiştir; çünkü yaşmaklı kadın görürken, görünmeyen konumunda olacağı için hiyerarşi padişahın aleyhine bozulur. Gören-görünen arasındaki hiyerarşi bozulduğunda, görenin denetleme gücü zayıflar.
Gören ve görülen arasındaki hiyerarşik ilişkiyi gösteren bir diğer örnek, Padişah kızlarının evlenecekleri erkekleri uzaktan görmelerine rağmen, damat adaylarının kendilerini görememeleridir. Üstünlük görende olduğu için “karşılaşma anı” taraflardan sadece kadının (padişah kızı), erkeği (damat adayını) görebileceği, ama kendisini göstermeyeceği bir mekânda düzenlenirdi: “Güvey seçilen kişi bir odaya alınır. Odanın üst başındaki kapı ardına kadar açıktır. Çok güzel giyinmiş gelin, bu kapının arkasına oturtulur ve işlemeli giysisinin ucu kapının aralığından gözükür. Yanında duran üzeri bürümcük örtülü, kafesli paravandan da kendisine yaklaşmakta olan eşini görebilir. Bu sırada damat, odanın bir ucundan gelinin gizlendiği kapının yanına gelince, dileğinin kabulünü söylemek yürekliliğini göstermeden önce üç kez yere kapanır. Söz sahibi kızlarağası, gelin adına bu yalvarmaya yanıt verir. Bunun üzerine damat, ikinci bir kez daha secdeye (yere) kapanarak önceden belirlenmiş sözlerle teşekkür eder. Kızlarağasının izniyle ayağa kalkar. Sonra Sultanın eteğini öperek girdiği gibi, aynı alçakgönüllü davranışlarla dışarı çıkar.”
Padişah kızları hanedan mensubu olarak, evlenecekleri erkeği “görme” imtiyazına sahiptirler. Halk arasında ise görme üstünlüğü yaşlı kadınlardadır. Evlenecek erkekten aldıkları vekâletle yaşlı kadınlar, evlenme çağındaki genç kızlara karşı görme üstünlüğüne sahiptirler. Görücüye çıkan kız, kendisini “görmeye gelen” kadınlar tarafından estetik açıdan denetlenmeye tabi tutulur. Bu durumda kendim “görünen’’ olarak konumlandırmış olan, ille de beğenilmek zorunluluğuna tabi olur. Evlenme çağındaki kızın, kendisini görmeye gelenlerin karşısına çıkmaması yani kendini “göstermemesi”, beğenme-beğenilme durumuna itiraz ettiği manasını taşır. Kendini göstermemesinin iki sebebi vardır: Ya “görmeye gelenler” sosyal statü olarak bu hiyerarşiye layık görülmez ki, bu layık görülmeyiş ailenin ortak kararıdır; ya da genç kız her türlü riski göze alarak gönlünün bir başkasında olduğunu ima ederek “beğeniye tabi tutulma” sürecini reddeder.
Gören-seyreden/görünen-seyredilen ilişkisindeki hiyerarşiye gelenekse] dönemin oyun kültüründe de rastlamak mümkündür. Oynayanlar/seyredilenler kendi meziyetlerini gösteren ve bunun sonunda taltif edilecek olan gençler ve çocuklardır. Seyredenler ise oynayanların oyun gücünü değerlendirecek konumda olan büyükler.
Gören ile görünen, seyreden ile seyredilen arasındaki bu hiyerarşi ilişkisinden ötürü, dış mekânlarda kadınların kendilerini olabildiğince saklayarak (tesettür) var olma biçimleri, bugünden bakınca hürriyeti engelleyici bir durum gibi algılanmasına rağmen, kendi dönemi içinde özgürlüğü kısıtlayıcı bir durum olarak değerlendirilmez. Çünkü en büyük otorite olan Padişah bile kendini saklayarak, mümkün olduğunca az insana görünerek şehrin sokaklarından geçmektedir.
Ahmet Mithat Efendi’nin erkek kahramanı, Fatma Aliye Hanımın ise kadın kahramanı kaleme aldığı ortak eserleri Hayâl ve Hakikât’te görünmeme hususunda ilginç bir benzetme vardır. Önce nişanlanıp sonra birden ortadan kaybolarak, nişanın bozulmasına sebep olan hikâyenin erkek kahramanı Vefa için, kadın kahraman Vedat şöyle düşünür:
“Lâkin mümkün mü ki, Vefa burada olsun?.. Burada imiş de melekler gibi gökyüzünde mi dolaşıyor? Yoksa periler gibi istediğine görünüyor, istemediğinde saklanıyor mu?”
Burada dikkat çeken husus, istediğine görünüp istediğine görünmeme hürriyetinin perilere benzetilmesi kadar, istediğine görünüp istediğine görünmemenin bir güç olarak algılanmasıdır.
“Görünme”, mutlak bir güç olarak iktidarı elinde tutmak isteyenler için azametin azalması manasına gelir. Çünkü iktidar sahibi, göründüğü andan itibaren, değişik nazarlar tarafından denetlenme sürecine tabi tutulur. Osmanlı İmparatorluğunun tahtta en uzun süre kalan padişahlarından biri olan Sultan II. Abdülhamit, halk karşısına mümkün olduğunca az çıkmayı tercih etmiştir. O kadar ki, kendini göstermeyen ve askeri törenlerde sokaklardan at ile geçmeyen padişah unvanını almıştır Hatta Mukaddes Emanetleri ziyaret maksadıyla Topkapı Sarayına yaptığı yolculuklar bile halktan gizli tutulmuştur:
“Zaptiyeler, Padişahın geçeceği yolları bütünüyle koruyamadıklarından, asıl yolu sır olarak tutar; hile için de, kullanılması imkân dahilinde olan birkaç yol üzerinde hazırlık yaparlardı. Sokaklara kum atılır, Galata Köprüsü Padişahın beklenen geçişi için boş tutulurdu. Ama çoğunlukla Sultan istimbotla karşıya geçip, hiç kimsenin kendisini beklemediği arka sokaklardaki fakir semtlerde, kapalı bir lando içinde yapayalnız yolculuk eder; kalabalık da boşu boşuna onu beklerdi. Böylece tanınmadan, hatta görülmeden yolculuğunu bitirip Yıldız Sarayı’na dönerdi.”
Fotoğraf makinesinin objektifinin göz olarak, üstelik çektiği fotoğrafın saklanabilme özelliğinden dolayı hafızası olan ve hatıra toplayan bir göz olarak ortaya çıkmasından sonra, geleneksel dünyanın gören ve görünen arasındaki hiyerarşisi bozulmuştur. Çünkü modem dünyada ve özellikle de postmodern anlayışta var olma biçimi “görünme”dir. Başkaları tarafından görülüyor olmak, ilgiyi kendi üzerinde toplayarak fark edilme manasını taşımaktadır. Kitle kültürü içine sıkışmış, kendisine seri üretimin ve seri tüketimin küçük bir parçası olmaktan başka bir değer atfedilmeyen insan için “fark edilme”, sanal varolma biçimleri armağan etmektedir. Var olduğunu, başkaları kendisini seyrettiği oranda, yani başkalarının dünyasında yer etmeye başladığında hissedebilen postmodem insan, mümkün olduğunca az insana görünerek kendi dünyası içinde yaşamayı, “sağlıksız” bir durum olarak algılamaktadır.
Yaratıcı-insan ilişkisinin dikey konumunda, insan yapıp ettiği her eylemin görüldüğünü ve denetlendiğini bilir. Görülenler; yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler kategorisine tabi tutulur ve kul, “mümin, münafık, günahkâr, isyankâr” isimlerinden birini alır. Postmodem dünyadaki görme ve görünme; yatay düzlemde, görme ve gösterme mekanizmasını elinde tutan imaj teknikleriyle gerçekleştirilir. Denetleyen-denetlenen ilişkisi tamamen değişir. Bu değerlendirme neticesinde alınan isimler, dinî-ahlakî kategori dahilinde değildir artık. Ve görünmek, sadece estetik-zevk kategorisinin puanlamasına tabidir. Böylece kişi herkesin gözünü diktiği dairenin içine girerek “in”, ya da giremeyerek yani görünürlük ve fark edilirlik sınırının dışına itilerek “out” olur.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İnceleme-Araştırma
- Kitap AdıŞov ve Mahrem
- Sayfa Sayısı208
- YazarFatma Barbarosoğlu
- ISBN9759963767
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- Yayınevi / 2012