“Kendimi tüm bunların kâbus olduğuna ve bu kâbustan uyanacağıma ikna etmeye çalışıyorum. Ama uyanmayacağım. Gözlerinin içine bakınca bir insanı değil, infazcımı görüyorum. Artık gözyaşı dökmüyor, merhamet dilemiyorum. Yakarışlarım onu heyecanlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ona bu tatmin duygusunu yaşatmayacağım. Demek ölümüm böyle olacaktı…”
Tanrı’nın kendisini günahkâr ruhları arındırmakla görevlendirdiğini düşünen Simon, çarpık dini inançlarının etkisi ve ölü annesinin rehberliğiyle seçilmiş olanları, yani genç anneleri kaçırıp işlediği her cinayetle birlikte cennete bir adım daha yaklaştığını sanmaktadır. Kurbanlarını şehirden uzak evinde yarattığı Kefaret Odası’na hapsedip kurtuluşlarını ayaklarına getirdiğini düşünen bu dehşet verici seri katil, polisin elinden kaçmayı her defasında başarır. Davaya atanan Dedektif Rizzo ise, hem erkek meslektaşlarının saygısını kazanmak, hem de davayı çözmek isterken kurban profiline uyduğunun farkında değildir. Kedinin fareye fareninse kediye dönüştüğü bu tüyler ürpertici cinayet oyununda sıradaki kurbanın kim olacağı artık bir kördüğümdür…
***
GİRİŞ
Derme çatma yapılmış, eğreti çarmıhın üstünde çırılçıplak yatıyorum. Kaba biçimde doğranmış ahşabın kıymıkları kollarımın altına, baştan aşağı tüm omurgama ve kalçalarımın arkasına, yumuşak cildime batıyor. Kollarım ve ayak bileklerim çamaşır ipiyle çarmıha bağlı. Rutubetli havayı içime çekmeye çalışıyorum, ama ciğerlerimin göğsüme bir ağırlık konmuş gibi baskı altında, sıkışmış olduğunu hissediyorum. Kalbim kaburgalarımda atıyor. Beni kaçıran adam, ata biner gibi, titreyen bedenimin üstüne çıkıyor. Eşi benzeri olmayan bir canavar. Bir an için koskocaman açılmış gözlerini göğüslerime dikiyor. Bana dokunacağı düşüncesiyle korkuyla siniyorum. Sonra dikkatle yüzümü inceliyor, sanki bir şey arıyormuş gibi, ama ne, bilmiyorum. Belki kaliteli şarap gibi, korkumu tatmak istiyor. Kendimi tüm bunların kâbus olduğuna, yaşam, ölüm ve gerçeklik hakkında bildiklerimin uyandığımda var olacağına ikna etmeye çalışıyorum. Ama uyanmayacağım. Gözlerinin içine bakınca bir erkeği değil, celladımı görüyorum. Artık gözyaşı dökmüyor, merhamet dilemiyorum, çünkü yakarışlarım ona ilham vermekten ve heyecanlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ona bu tatmin duygusunu yaşatmayacağım.
Demek ölümüm böyle olacak.
Başımı hafifçe çevirince yatakta yatmakta olan kızımı görüyorum. Beni bir daha göremeyeceğinden habersiz, huzur içinde uyuyor. Beni kaçıran adam, kendisine direnmediğim takdirde kızıma dokunmayacağına söz veriyor, ben de bu vaadiyle kendimi avutuyorum. Bir elinde çekiç, diğer elinde parlayan iri bir çivi tutuyor. Soğuk çelik parçası el ve ayak bileklerime girdiğinde yaşayacağım acıyı hayal bile edemiyorum. Tanrı gerçekten merhametliyse, belki bayılmamı sağlar da beni o korkunç acıdan esirger.
Neden tereddüt ediyor? Onun bu duraksaması yalnızca daha çok işkence çekmeme neden oluyor. Ama evet, bu da oyununun bir parçası.
Ölümden ve bilinmeyenden korkuyorum tabii, ama gerçek dehşet hâlâ tetikte olan zihnimde yaşanıyor. Kimse adımı hatırlamayacak. Linda Cassidy arabası bozulduğunda yanlış bir seçim yapmış sıradan bir kadın olarak hatırlanacak. Hayatım, elde ettiğim tüm başarılar, aileme olan katkım unutulup gidecek. Artık bir kimliğim olmayacak, gazetelerde iki numaralı kurban şeklinde istatistiki bir bilgiye indirgenmiş olacağım.
Orada yatmış ayinini sürdürmesini beklerken, geçmişi, ama daha çok geleceği, benim içinde olmayacağım geleceği düşünüyorum. Jennifer annesini sorduğunda babası ona diyecek? Stephen yıkılacak. Sanırım bu kayıpla baş etmeyi öğrenmesi için aradan yılların geçmesi gerekecek. Zaman, yaralarına asla merhem olmayabilir. Ama karısının kaybına rağmen hayat devam edecek. Bir gün yatağımı başka bir kadın dolduracak. Kocamı kollarına alıp, onunla birçok kez yaptığım gibi sevişecek. Jennifer ona anne diyecek.
“Hazır mısın günahkâr?”
Sözleri sessizliği delerken, sakin gecede kopan fırtına etkisi yaratıyor.
Ölmek için asla hazır olmayacağım.
Gözleri farklı bakıyor şimdi. Ağzının kenarı iğrenç bir gülümsemeyle seğiriyor. Yüzü muradına ermiş biri gibi ışık saçıyor. Boş bir umutla, bir kahramanın, John Wayne’in kapıyı kırıp beni kurtarmasını bekliyorum. Başımı kapıya doğru çeviriyorum. Umut ediyorum. Dua ediyorum. Ama bu kahraman sadece hayal dünyamda yaşıyor.
Keskin uçlu çiviyi el bileğime bastırıp çekici havaya kaldırıyor. “Günahlarının karşılığını ödemeye hazır mısın?” Enfes bir yemeğin tadını çıkarmaya hazırlanıyormuş gibi, dudaklarını yalıyor. “Hz. İsa’yı Tanrı ve kurtarıcın olarak kabul ediyor musun?”
İşte bu kadar Linda Cassidy. Sonun başlangıcına geldik.
Bulanık gözlerle, dünyalar güzeli kızıma son bir kez çabucak da olsa bakmanın tadını çıkanyorum. Boğazımın düğümlendiğini hissediyor, gözyaşlarımı zorla bastırıyorum.
Elveda tatlı kızım. Seni tüm kalbimle seviyorum.
Gözlerimi kapatıp Tanrı’nın gerçekten merhametli olması için sessizce dua ediyorum.
BİR
Simon avın bu bölümünden hoşlanıyordu. Gözlerini bir başka günahkârı arındırma beklentisiyle dört açmıştı. Yaralı kuşa sezdirmeden yaklaşan bir sokak kedisi gibi, saldırmadan önce o kusursuz anı beklemek zorundaydı.
FoodMart‘a girip çıkan müşterilerden habersiz, siyah Ford F-150 Supercab‘in koltuğuna bıraktı kendini. Ayazın hâkim olduğu bu kasım akşamında onu fark eden biri olsa, bir araba dolu yiyecekle marketten çıkacak karısını beklediğini sanırdı. Karanlıkta otururken park alanından kamyonetine, İncil’den en sevdiği ayeti okumasına olanak verecek mavimsi bir ışık sızıyordu. Bu, annesinin kendisine sayısız kez okuduğu bir ayetti. “O ıssızlıkta bağıran bir sestir: ‘Hz. İsa’nın gelmesi için yol açın! Onun önünü açın! Vadileri doldurun, dağları ve tepeleri aynı hizaya getirin! Dolambaçlı yolları düzeltin, engebeleri düzleyin! Ve böylece tüm insanlık Tanrı tarafından bahşedilen kurtuluşa kavuşsun.’”
Bu sözcükleri okumak tüylerini diken diken etmişti.
Simon sabırsızca beklerken, sırtında öğleden sonra yaptığı yoğun antrenmandan kaynaklanan bir kasılma, hafif bir ağrı hissetti. Ruhu kadar bedeni de formda tutmaya inanırdı. Bir doksanlık cüssesiyle deri koltuğa iyice yerleşip yumuşak kaslarını hafifçe ovdu. Bir saattir bekliyordu, ama onu henüz görmemişti.
Gecikme canını sıkıyordu. Oysa bir planın başarısı, öngörülebilirliğine bağlıydı.
Aslında kızıl saçlıyı bugün kaçırmayacaktı ama alışkanlıklarını ve günlük programını iki haftadan fazla bir zamandır araştırıyor, neler yaptığını özel bir dedektif titizliğiyle gözlemliyordu. Her zaman bir saat dakikliğinde gelir, altın renkli BMW‘sini, lastiklerini acı acı bağırtarak tehlikeli bir manevrayla park alanına sokar, her zamanki telaşlı haliyle kızını arka koltuktan alır ve süpermarkete doğru koşturmaya başlardı.
Simon bugünkü gözetleme seansının neredeyse başarısızlıkla sonuçlanacağını düşünmeye başlamıştı ki, başını kaldırıp baktığında boş park alanına doğru hızla girmekte olan altın renkli BMW‘yi fark etti.
Kırk beş dakika gecikmişti.
Seçilmişler, tıpkı geçmişte olduğu gibi kalbinin küt küt atmasına neden oluyordu. Simon yüzünün alev alev yandığını hissetti. Onu izlemek ve kısa bir süre sonra arındırılacağını bilmek, Simon’a çok az insanın anlayabileceği şaşırtıcı, yoğun bir mutluluk hissi veriyordu. Bir an için gözlerini yumarak kadının yumuşak cildi olarak hayal ettiği deri koltuğunu okşadı.
Simon insanlara dokunmaya bayılırdı. Fizik tedavi uzmanı olarak hayatını parmakları, bilekleri ve sorun çıkaran eklemleri eğerek, bükerek ve esneterek kazanıyordu. Saldırgan ve yönlendirici olup acı çektirmek, iyileşme sürecine katkıda bulunuyordu. Bir serçeparmağını biraz sertçe bükse; bir dizi, mantık sınırlarının ötesinde biraz fazla zorlasa, ondan kim şüphelenirdi ki? Eylemlerinin terapinin gerektirdiği şeyler olmadığını kim tahmin edebilirdi? Sevgili annesinin öğrettiği üzere acı, kişinin ruhunu arındırır ve kalbini temizlerdi. Yaratıcısı tarafından görevlendirilmiş ve annesinin dikkatli gözlerini kendine rehber edinmiş olan Simon, tüm dikkatini dünyanın sefil kadınlarının üstünde toplanmıştı. Evet, o gerçekten yetenekli bir terapistti, ama kendisiyle, bedenden çok ruha şifa veren biri olarak gurur duyardı.
Kadın, onu rahatça görebileceği bir yere, iki sıra öteye park etmişti. Yine zamana karşı yarışıyor gibi bir hali vardı. Kızını arka koltuktan kaptığı gibi koşar adımlarla yirmi dört saat açık FoodMart‘ın kapısına yönelmişti.
Simon kadının her hareketini dikkatle inceleyip hafızasına kaydederken, yeni bir kamyonet yanına park etti. Kısa boylu, kel bir adam arabadan güçlükle çıktı, yavaşça doğruldu ve kapıyı çarparak kapattı. Yolcu koltuğunda minyon tipli, uzun sarı saçlı genç bir kız oturuyordu. Simon bunun adamın kızı olduğunu tahmin etti. Başta, kızın yüzünü görememiş, neye benzediğini fazla da umursamamıştı. Sonra, kız kapıyı kapatmak üzere dönüp cıva buharlı lamba yüz hatlarını aydınlattığında, Simon’ın kalbi delicesine atmaya başladı. Çarpıcı bir çekiciliğe sahip olan genç kız, Bonnie Jean’in ikizi değil, tıpatıp aynısıydı.
Bonnie Jean şimdilerde otuz yaşlannda olmalıydı. Onu son gördüğünde Corpus Christi’den* ayrılmış ve kuzeydoğuda bir yere taşınmıştı. Ortada esrarengiz, olağanüstü bir benzerlik söz konusu olsa da, Simon bu benzerliğin garip bir tesadüften öte bir şey olmadığını biliyordu. Yine de huzursuz olduğunu hissetti. Kel adamın genç kızı elinden tutup FoodMart‘a götürmesini izlerken, aklından çıkmayan o anılarla cebelleşmeye başladı.
Yirmi dakika bekledikten sonra, kızıl saçlının alışveriş arabasıyla arabasına doğru koşturduğunu gördü. Anılar penceresi bir anda kapanıverdi.
“Bugün olmaz,” diye fısıldadı. “Zamanı geldiğinde, seçilmişle birlikte…”
Bugün izleyecek ve hareket planını belirleyecekti. Kızıl saçlının arındırılması çok yakın bir zamanda gerçekleşecekti.
Şimdi Simon’ın Kefaret Odasında beklemekte olan başka bir günahkâr vardı.
Simon, San Diego’dan ayrıldı, sekiz numaralı otoyola çıkıp Alpine’deki evine doğru yöneldi. Bir an önce eve varıp bir başka ruhu arındırmanın engellenemez arzusuyla yanıp tutuşurken hız sınırını aşmış ve sol şeride girmişti. Simon yumruğunu arabanın kontrol paneline indirdi.
Günahkârların, dindarlar arasında yeri olmayacak.
Yine Bonnie Jean Oliver’ın anısı zihnine hücum etti.
Otoyoldan çıkarak, kamyonetini sağına soluna çiftlik evleri, yıkık dökük ahırlar ve uçsuz bucaksız açık alanların serpiştirildiği dar, dönemeçli bir yolda yaklaşık on kilometre boyunca sürdü. Sahilden uzak olan Doğu ilçesi, okyanus meltemi, palmiye ağaçları ve düğüm olmuş trafiğiyle diğer kırsal yerleşim birimlerden pek de farklı değildi. Simon kamyonetini uzun, çakıl taşlı araba yoluna çekip uzaktan kumandasıyla garaj kapısını açtı. Bir süre kamyonetinden inmedi.
Bu akşam kan akacaktı.
El yordamıyla anahtarlarını aldı, kamyonetinden inip garaja doğru yürüdü. Kırsal kesimin üstüne ağır bir sis çökmüş, için için yanmakta olan kor ateş gibi sıkıca yapışmıştı yeryüzüne. Rutubetli havaya yeni kesilmiş kereste kokusu hâkimdi. Simon’ın üç yaşındaki çikolata renkli Labrador cinsi köpeği Samson, sahibinin geldiğini anlamış, kuyruğuyla plastik çöp kutusu üstünde düzenli biçimde tempo tutmaya başlamıştı. San Diego güneşi gibi heyecanlı olan köpek, inliyor ve yarım daireler çizerek samba yapıyordu.
Simon garaj kapısının önünde dizlerinin üstüne çökerek Samson’ın yüzünü yalamasına izin verirken, “Koca oğlum nasılmış bakayım?” dedi. “Akşam yemeği için hazır mısın?”
Simon yirmi kiloluk köpek maması torbasını alıp Samson’ın paslanmaz çelikten mama kabını ağzına kadar doldurdu. Bahçe hortumuyla köpeğe taze su verdikten sonra mutfak kapısını kilitledi.
Simon’ın mütevazı evi 1926 yılında inşa edilmiş ve daha sonra hiç yenilenmemişti. Her iki banyoda sonradan değiştirilmiş armatürler ve kendi yaptığı mutfak haricinde, evin eski sahibinin kullandığı ucuz malzemeler aynen duruyordu. Cart renkli çiçekli duvar kâğıdından oldukça yıpranmış, döşemelik sarı muşambaya kadar evin her yerinin tamire ihtiyacı vardı. Evin bu durumu Simon’ı çok endişelendiriyordu. Oysa o yıllardır etrafının mükemmel şeylerle çevrili olması konusunda takıntı derecesinde, titiz biriydi. Ağzının tadına düşkündü, özel yemekler yapmaktan ve evini, annesinin onayıyla zevkli bir biçimde döşemekten hoşlanırdı. Annesi o çok kullanılan atasözünü tekrarlar ve, “Temizlik imandan gelir,” der, ama, “evimde günahlarını halımın altına süpürmek yok,” diye de eklerdi.
Teksas’tan San Diego’ya taşındığı ilk günlerde, çalıştığı Bayshore Hastanesi’nin bitişiğinde, okyanusa yakın bir daire kiralamıştı. Ancak sahilde yaptığı koşular onu günaha davet eden görüntülerle doluydu. Okyanus kıyısındaki ahşap kaldırımda gezinen açık saçık genç kadınlar fazlasıyla tahrik ediciydi. Simon kendi kendine yaptığı itirafla acınası zayıflığını kabullenmişti. Şeytanın eline koz vermek gibi bir niyeti yoktu. Ayrıca geniş bir araziye sahip, evlerin arasındaki mesafenin fazla olduğu bir sığınağa, uzak bir yerde bir eve de ihtiyacı vardı. Sonunda seçilmişlerin çaresiz çığlıklarının asla duyulamayacağı, en yakın komşusunun bir buçuk kilometre kadar uzakta olduğu, sayfiyede bir yere taşınmıştı.
Çünkü seçilmişler asla sessizce ölmezlerdi.
Simon bu evi güzelliğinden dolayı seçmemişti. Kutsal görevi için olmazsa olmaz bir özellik olan geniş bodrumu, evi diğer Güney Kaliforniya evlerinden farklı kılıyordu. Simon amacına uygun bir düzenleme ve ses geçirmezlik özelliği kazandıran yalıtımla küflenmiş, rutubetli bodrumu kusursuz bir Kefaret Odası’na dönüştürmüştü.
Buzdolabını açarak bir şişe soda aldı. Bodruma açılan kapı mutfak çıkışındaydı. Soda bardağı elinde, lambanın düğmesini çevirdi ve dar basamaklardan inmeye başladı. On iki sıra beton bloktan yapılmış, benzerlerine kıyasla daha yüksek tavanlı olan bodrum, başıyla döşeme kirişi arasında en az yirmi santim mesafe kalacak şekilde dik yürümesine olanak veriyordu. Simon ses geçirmez kapıyı açmadan önce misafirinin neler yaptığını izleyebilmek için, yaptırdığı tek taraflı camdan baktı. Tam sürgülü kilidi çeviriyordu ki, durdu, gözlerini kapattı ve FoodMart‘ta gördüğü kadını hayalinde canlandırdı.
Bonnie Jean Oliver.
Kız Simon’ın sınıf arkadaşı ve kapı komşusuydu. Atkuyruğu saçlarını, gamzelerini, yeşimtaşını andıran yemyeşil gözlerini ve onu okul sonrası evine davet ettiği o günü hatırlıyordu. Kızın anne babası da çalışıyordu. Birlikte Rolling Stones dinlemiş, hapır hupur patates cipsi yiyip kola içmiş, okul ve ev ödevleriyle ilgili sohbet etmişlerdi.
Ergenlik çağının eşiğinde olan Simon, hormonlarının kuvvetli biçimde pompalandığını hissetmişti. Yeni yeni serpilmekte olan genç kızlara, özellikle de favorisi Bonnie Jean’e meraklı olan Simon, şeytana uymuş ve annesinin bedensel günahlara dair bitmek bilmeyen uyarılarını göz ardı etmişti. Aslında bu kadar ileri gitmek gibi bir niyeti olmasa da, kendini Bonnie Jean’in küçük göğüslerini okşamaktan alamamıştı.
Kızın tepkisi Simon’ı hem tahrik etmiş, hem de çileden çıkarmıştı. Kendine saygısı olan bir genç kadının, böyle bir ahlaksızlık karşısında utanç duyması gerekirdi. Oysa kız Simon’ı durdurmak, burnunun ortasına hakettiği yumruğu indirmek yerine
————
* Corpus Christi: Katolik Yortusu (çev)
“Sosyopat” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSosyopat
- Sayfa Sayısı360
- YazarDaniel Annechino
- ÇevirmenMehmet Gürsel
- ISBN9789751032010
- Boyutlar, Kapak14x22, Karton Kapak
- YayıneviSayfa6 Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yalancı Orman ~ Ashley Elston
Yalancı Orman
Ashley Elston
Gerçekler saklı kalmayacak. Owen Foster hayal edebileceği her şeye sahipti. Fakat annesi okula gelip de bombayı patlatınca, doğru sandığı her şey temelinden sarsıldı: Louisiana’daki...
- Tek Dileğim ~ Nicholas Sparks
Tek Dileğim
Nicholas Sparks
KORKTUĞUNU BİLİYORUM. AMA ŞUNU UNUTMA Kİ AŞK HER KORKUDAN GÜÇLÜDÜR. AŞK BENİ KURTARDI VE SENİ DE KURTARACAĞINI BİLİYORUM Maggie Dawes ünlü bir seyahat fotoğrafçısıdır....
- İki Ateş Arasında ~ Monica McCarty
İki Ateş Arasında
Monica McCarty
“Duvar kağıdı gibi görünen tarihi aşk romanlarından bezmiş okuyucular bu kitapta hem romantizmin doruğuna çıkacaklar hem de İskoçya’nın tarihi derinliklerinde seyre dalacaklar.” Publishers Weekly...
rezalet
okumayın