Elsie Porter, yeni yılın ilk saatlerinde köşe başındaki pizzacıya girerken yaşamının bir anda değişeceğinden ve paket siparişini beklerken hayatının aşkı Ben’le tanışacağından habersizdi.
Ben, Elsie’yle yeniden görüşebilmek için yirmi dört saat bile bekleyememişti. İkili sadece birkaç hafta içinde birbirlerine sırılsıklam âşık olmuş, mayıs ayı geldiğindeyse çoktan Vegas’a kaçıp evlenmişlerdi. Sonsuza dek mutlu yaşayacaklarından hiç şüpheleri yoktu.
Oysa nikâhtan sadece dokuz gün sonra bir kaza onları sonsuza dek ayıracaktı. Elsie, yüreğinde ucu bucağı yokmuş gibi gelen bir sancıyla hastaneye ulaştığında karşısında sevdiği adamın annesini bulacaktı. Elsie ve kaza gününe dek onun varlığından haberi bile olmayan Susan, birlikte acının farklı biçimlerini ve her şeye rağmen hayata tutunmayı öğreneceklerdi.
Her sabah uyandığımda bir anlığına senin artık gitmiş olduğunu unutuyorum ve sana uzanıyorum.
Ama bulabildiğim tek şey yatağın soğuk tarafı. Gözlerim yatağın yanı başında duran, Paris’te çektirdiğimiz fotoğrafa takılıyor ve kısa bir süre için bile olsa seni sevdiğim ve sen de beni sevdiğin için mutlulukla doluyorum.
—CRAIGSLIST POSTING, Chicago, 2009
1. KISIM
Haziran
Ben, “Soyadını değiştirip değiştirmeyeceğine karar verdin mi?” diye sordu. Kanepenin diğer ucunda oturmuş, ayağımı okşuyordu. Aşırı sevimli görünüyordu. Böylesine sevimli birini nasıl bulabilmiştim ben? Onu meraklandırmak için, “Karar verdim sayılır,” dedim. Aslında kararımı çoktan vermiştim. Yüzüme bir gülümseme yayıldı. “Sanırım kararımı uygulayacağım.” Heyecanla, “Gerçekten mi?” diye sordu. Ben de, “Soyadımı değiştirmemi ister miydin?” dedim. “Şaka mı yapıyorsun?” dedi. “Yani bunu yapmak zorunda değilsin. Eğer bu senin için incitici bir şeyse veya… bilmiyorum işte. Kendi soyadının hükümsüz olması seni rahatsız edecekse, bunu yapmak zorunda değilsin.
Sadece gönlünden geçen adı almanı istiyorum. Ama bu benimki olursa…” Hafifçe kızardı. “Gerçekten harika bir şey olur.” Ben, bir koca olamayacak kadar seksi görünüyordu. Kocaların çöpü çıkarmakla yükümlü, şişman, kelleşmeye başlayan adamlar olacağını düşünürdünüz. Ama benim kocam seksiydi. Genç, uzun boylu ve güçlü biriydi. O kadar mükemmeldi ki… Bir ahmak gibi konuştuğumu biliyorum. Ama bu işler hep böyle değil midir zaten? Yeni evli bir kadının, kocasını pembe gözlüğün ardından görmesi normaldir. Ona, “Elsie Porter Ross ismini kullanmayı düşünüyordum,” dedim. Ben bir anlığına ayağımı okşamayı kesti. “Bu cidden çok ateşli olur,” dedi. Bu sözler üzerine kahkaha attım. “Nedenmiş o?” “Bilemiyorum,” diyerek yeniden ayağımı okşamaya başladı.
“Muhtemelen tuhaf ve ilkel bir mağara adamı dürtüsü. İkimizin Ross ailesi olması fikri hoşuma gidiyor. Bay ve Bayan Ross.” “Bu ismi sevdim!” dedim. “Bay ve Bayan Ross. Bu, kulağa gerçekten ateşli geliyor.” “Sana söylemiştim!” “O hâlde karar verilmiştir. Evlilik cüzdanımız çıkar çıkmaz, onu ehliyet değişikliğine ya da her nereye göndermem gerekiyorsa oraya göndereceğim.” Ben, ellerini benim üzerimden çekerek, “Mükemmel,” dedi. “Pekâlâ, Elsie Porter Ross. Şimdi sıra bende.” Ben’in ayağını yakaladım. Hiçbir şey düşünmeden, çoraplarının üzerinden ayak parmaklarını ovalamaya başladığımda kısa bir sessizlik oldu. Zihnim bir süreliğine aylaklık ettikten sonra belirli bir noktanın üzerinde durduğunda irkildim: Fena hâlde acıkmıştım.
Aç mısın?” diye sordum.
“Şu anda mı?”
“Her nedense canım birdenbire meyveli kahvaltılık gevrek
çekti.”
Ben, “Evde kahvaltılık gevreğimiz yok mu?” diye sordu.
“Var. Ama ben… ben meyveli olanlardan istiyorum.” Evimizde yetişkinler için üretilmiş, lif katkılı kahverengi gevreklerden
vardı.
“Şey, gidip alalım mı? Büyük marketler hâlâ açıktır ve meyveli çocuk gevreği sattıklarından eminim. Ya da ben gidip alabilirim.”
“Hayır! Bunu yapmana izin veremem. O zaman büyük tembellik etmiş olurum.”
“Tembellik etmiş olursun ama sen benim karımsın ve ben
seni çok seviyorum. Dilediğin her şeye sahip olmanı istiyorum.”
Ayağa kalkmak için hareketlendi.
“Hayır, Ben, gerçekten. Bunu yapmak zorunda değilsin.”
“Gittim bile.” Ben odadan çıktı ve kısa süre sonra bisikleti ve ayakkabılarıyla geri döndü.
Ayaklarımı Ben’in az önce kalktığı yere uzatmış, kanepede uzanırken, “Teşekkür ederim!” dedim. Ben giriş kapısını açarak bisikletini dışarı çıkarırken bana gülümsedi. Bisikletin destek çubuğunu kaldırdığını duydum. Hoşça kal demek için geri geleceğini biliyordum. “Seni seviyorum, Elsie Porter Ross,” dedi ve beni öpmek için kanepenin üzerine eğildi. Üzerinde bisiklet kaskı ve eldivenleri vardı. Bana bakarak sırıttı. “Bunun söylenişini gerçekten seviyorum.” Kocaman gülümsedim. “Seni seviyorum!” dedim. “Teşekkür ederim.” “Rica ederim. Seni seviyorum!” Dışarı çıkarak kapıyı ardından kapadı. Başımı kanepeye yaslayarak elime bir kitap aldım ama okuduklarıma odaklanamıyordum. Onu özlemiştim. Yirmi dakika geçti ve Ben’in eve dönmesini beklemeye koyuldum.
Ancak kapı bir türlü açılmadı. Basamaklardan ayak sesi gelmiyordu. Ben’in evden ayrılmasının ardından yarım saat geçtikten sonra cep telefonunu aradım. Cevap yoktu. Zihnim olasılıkları gözden geçirmeye başladı. Hepsi uç noktalarda, saçma olasılıklardı. Başka biriyle tanışmıştı. Ya da bir striptiz kulübüne uğramıştı… Aklıma onun gecikmesini gerektirecek daha gerçekçi, daha mantıklı ve bu nedenle daha korkutucu nedenler gelirken onu bir kez daha aradım.
Yine cevap vermeyince kanepeden kalkarak dışarı çıktım. Ne görmeyi umduğumu bilmiyordum ama ondan bir işaret arayarak yolun iki tarafına bir göz attım. Başına bir şeyler gelmiş olabileceğini düşünmek çılgınca mı olurdu? Buna karar veremedim. Sakin kalmaya çalışarak kendi kendimi, Ben’in içinden çıkılmaz bir trafikte mahsur kaldığı ya da belki de eski bir arkadaşına rastladığı konusunda telkin ettim. Dakikalar daha yavaş akmaya başlamıştı. Her bir dakika, birer saat gibiydi. Geçen her saniye katlanılmaz bir hâle gelmişti. Sirenler.
Benim olduğum tarafa doğru geliyorlardı. Sokağımızdaki çatıların üzerinden, sirenlerin yanıp sönen kırmızı ışıklarını görebiliyordum. Çığlıklara benzeyen siren sesleri bana sesleniyor gibiydi. Durmadan tekrarlayan ağıtlarında kendi adımı duyar gibi oldu: El-sie. El-sie. Koşmaya başladım. Sokağın sonuna vardığımda, topuklarımın altındaki sert asfaltın ne kadar soğuk olduğunun farkına vardım. İnce eşofmanım rüzgârın içeri girmesini engelleyemiyordu ama sirenlerin kaynağını bulana dek ilerlemeye devam ettim. İki ambulans ve bir itfaiye aracı gördüm. Bölgeyi kuşatan birkaç tane de polis arabası vardı.
Kendimi durduramadan, karmaşanın içinde olabildiğince ilerledim. Birileri, bir sedyeye yerleştiriliyordu. Yolun kenarında yan yatmış, büyük bir kamyon vardı. Camları parçalanmış ve etrafa yayılmıştı. Kamyona daha yakından bakarak neler olduğunu anlamaya çalıştım. İşte o anda, etrafa saçılan şeyin camlardan ibaret olmadığını fark ettim. Yola başka bir şeyler daha saçılmıştı. Daha yakına ilerledim ve ayağımın ucunda, o şeylerin bir parçasını gördüm.
Meyveli kahvaltılık gevrek. Görmemek için dualar ettiğim şeyi arayarak etrafa göz gezdirdim. Tam önümdeydi, bunu nasıl da gözden kaçırabilmiştim? Kamyonun altında duruyordu. Ben’in bisikleti. Eğilmiş ve parçalanmıştı. Bütün dünya sessizliğe gömüldü. Sirenler sustu. Şehir olduğu gibi donup kaldı. Kalbim o kadar hızlı çarpmaya başlamıştı ki, göğsüm acıyordu. Kanın beynime dolduğunu duyabiliyordum. Dışarısı çok sıcaktı. Hava ne zaman bu kadar ısınmıştı? Nefes alamıyordum. Nefes alabileceğimi zannetmiyordum. Nefes almıyordum. Ambulansın kapılarına varana dek, koştuğumun farkına bile varmadım. Kapıları yumruklamaya başladım. Uzanamayacağım kadar yüksekte olan camları yumruklamak için olduğum yerde zıplamaya başladım. Zıplarken ayaklarımın altında ezilen meyveli gevrekleri duyabiliyordum. Her zıpladığımda onları sertçe ezdim. Her birini milyonlarca minik parçaya ayırdım.
Ambulans hareket etti. İçeride miydi? Ben orada mıydı? Onun hayatını kurtarmışlar mıydı? İyi miydi? Yaralı mıydı? Belki de prosedür gereği onu içeride tutuyorlardı. Belki de sağlığı yerindeydi. Belki buralarda bir yerlerdeydi. Belki ambulansın içindeki kişi kamyonun şoförüydü. Adam kesinlikle ölmüş olmalıydı, değil mi? O kamyonu süren kişinin sağ kalması mümkün değildi. O hâlde Ben iyi olmalıydı. Kazaların karması buydu: Kötü adam ölür, iyi adam yaşardı. Dönüp etrafıma baktım, ancak Ben’i hiçbir yerde göremedim. Adını haykırmaya başladım. İyi olduğunu biliyordum. Bundan emindim. Sadece bunların bir an önce bitmesini istiyordum. Ufak bir sıyrıkla kurtulduğunu ve kendisini eve gidebilecek kadar iyi hissettiğini duymak istiyordum.
Hadi eve gidelim, Ben. Bir daha asla senden bu kadar aptalca bir şey istememem gerektiğini öğrendim. Dersimi aldım; hadi eve gidelim. Akşam karanlığında, “Ben!” diye haykırdım. Hava çok soğuktu. Nasıl birdenbire bu kadar soğumuştu? Yeniden, “Ben!” diye haykırdım. Bir polis memuru tarafından durdurulana dek, etrafta daireler çizerek koşuşturduğumu fark etmedim. Polis memuru, “Hanımefendi,” diyerek kolumu yakaladı. Haykırmaya devam ediyordum. Beni duymalıydı. Burada olduğumu bilmeliydi. Eve dönme zamanının geldiğini bilmeliydi.
Memur bir kez daha, “Hanımefendi,” diye seslendi. “Ne var?” diyerek adama bağırdım. Kolumu ondan kurtararak kendi etrafımda dönmeye başladım. Etrafına beyaz boyayla bir çizgi çekilmiş alanda koşuşturmaya başladım. Bu çizgiyi çeken her kimse, içeri girmeme izin vereceğini biliyordum. Kocamı bulmam gerektiğini anlamalıydı. Memur bana yetişerek kolumu bir kez daha yakaladı. Bu sefer daha sert bir sesle, “Hanımefendi!” dedi. “Şu anda alana giremezsiniz.” Şu anda bulunmam gereken yerin tam olarak burası olduğunu anlamıyor muydu? “Kocamı bulmam gerek!” diye bağırdım. “Yaralanmış olabilir. Bu onun bisikleti. Onu bulmam gerek.”
“Hanımefendi, kocanızı Cedars-Sinai’ye kaldırdık. Oraya gidebileceğiniz bir arabanız var mı?”
Boş bakan gözlerimi onun yüzüne diktim, ancak bana ne söylemeye çalıştığını anlamamıştım.
“O nerede?” diye sordum. Bunu bir kez daha duymaya ihtiyacım vardı. Söylediği hiçbir şeyi anlamamıştım.
“Hanımefendi, kocanız Cedars-Sinai Tıp Merkezi’ne götürülüyor. Onu acil servise yetiştirmeye çalışıyorlar. Sizi oraya götürmemi ister misiniz?”
Kendi kendime, Burada değil mi? diye düşündüm. Ben, az önceki ambulansta mıydı yani?
“Durumu iyi mi?”
“Hanımefendi, bunu size…”
“Durumu iyi mi?”
Memur bana baktı. Şapkasını çıkararak göğsüne yasladı. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Savaş filmlerindeki askerlerin, dul kalan asker eşlerinin kapılarında bu hareketi yaptıklarını görmüştüm. O anda göğsüm hızla inip kalkmaya başladı. Gözyaşlarımın arasından, “Onu görmem lazım!” diye haykırdım. “Onu görmem lazım! Onun yanında olmam lazım!” Yolun ortasından dizlerimin üzerine çöktüm. Kahvaltılık gevrekler dizlerimin altında parçalandı. “O iyi mi? Onunla birlikte olmak istiyorum. Bana sadece onun hayatta olduğunu söyleyin.” Polis memuru bana acıma ve suçluluk duygusuyla baktı. Daha önce bu iki ifadeyi aynı bakışta görmemiştim ama yine de tanımam kolay oldu. “Hanımefendi, çok üzgünüm. Kocanız az önce…” Memurun acelesi yoktu; benim gibi adrenalinle dolu değildi.
Acele edilecek bir şey olmadığını biliyordu. Kocamın ölü bedeninin biraz daha bekleyebileceğini biliyordu. Cümlesini bitirmesine izin vermedim. Ne söyleyeceğini biliyordum ve buna inanmam olanaksızdı. İnanmayacaktım. Yüzüne doğru haykırarak adamın göğsünü yumruklamaya başladım. İri bir adamdı; boyu muhtemelen bir doksan beş kadar vardı.
Bana tepeden bakıyordu. Kendimi bir çocuk gibi hissettim. Ama bu beni durdurmadı. Çırpınarak ona vurmaya devam ettim. Onu tokatlamak istiyordum. Onu tekmelemek istiyordum. Ona benim çektiğim kadar acı çektirmek istiyordum. “Çarpışma ânında hayatını kaybetti. Üzgünüm.” O anda yere düştüm. Etrafımdaki her şey dönmeye başladı. Nabzımı işitebiliyor ama polis memurunun söylediklerine odaklanamıyordum. Bunların olacağını gerçekten düşünmemiştim. Kötü şeylerin yalnızca kibirli insanların başına geldiğini zannederdim.
Benim gibi insanların; yaşamın ne kadar narin olduğunu bilen, bizlerden daha büyük bir gücün varlığına inanan insanların başına gelmezdi. Ama gelmişti işte. Benim başıma gelmişti. Bedenim sakinleşti. Gözlerimdeki yaşlar birden kurudu. Yüzüm donakaldı ve bakışlarım ilerideki bir inşaat iskelesine takıldı ve orada kaldı. Odaklanamıyordum. Kollarım uyuşmuştu. Oturuyor muydum, yoksa ayakta mı duruyordum, emin değildim.
Sakin ve ağırbaşlı bir şekilde, “Şoföre ne oldu?” diye sordum.
“Efendim?”
“Kamyonu süren kişiye ne oldu?”
“Vefat etti, hanımefendi.”
“Güzel,” dedim. Bir sosyopat gibi konuşuyordum. Polis memuru bana başını sallamakla yetindi. O sanki bunları söylediğimi hiç duymamış, ben ise bir başkasının ölmesinden memnun olmamışım gibi yapacağımız bir anlaşmaya varmışcasına davranıyordu. Fakat ben sözümü geri almak istemiyordum. Memur elimi yakaladı ve beni polis aracının ön koltuğuna doğru yönlendirdi. Trafiği yarmak için polis sirenini açtı. Los Angeles caddeleri, ileri sarılan bir film gibi gözlerimin önünden geçti. Bu caddeler daha önce hiç bu kadar çirkin görünmemişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin
- Kitap AdıSonsuza Dek, Ayrı
- Sayfa Sayısı320
- YazarTaylor Jenkins Reid
- ISBN9786258387537
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Belki Bir Başka Hayatta ~ Taylor Jenkins Reid
Belki Bir Başka Hayatta
Taylor Jenkins Reid
Yirmi dokuz yaşındaki Hannah Martin, hayattaki amacının ne olduğunu hâlâ çözememişti. Üniversiteden mezun olduğundan beri altı farklı şehirde yaşamış, sayısız iş değiştirmişti. Son kararı...
- Gece Bekçileri ~ Terry Pratchett
Gece Bekçileri
Terry Pratchett
Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen yirmi dokuzuncu kitabı Gece Bekçileri, kadim kent Ankh-Morpork’un geçmişini, şimdisini ama hepsinden ötesi...
- Trendeki Adam ~ Andy Mulligan
Trendeki Adam
Andy Mulligan
Demir ağların birbirine bağladığı yaşamlar… Otuz iki dile çevrilen Çöplük’ün yazarı Andrew Mulligan’ın yetişkinlere yönelik ilk kitabı Trendeki Adam, makasların ortasında kesişen hayatların birbirlerine aslında görünmez iplerle...