Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Şeyler Ülkesinde
Son Şeyler Ülkesinde

Son Şeyler Ülkesinde

Paul Auster

Her türlü üretimin, her türlü yaratımın durduğu geleceksiz bir şehir ya da bir ülke. Her şeyin yok olduğu ve bir daha geri gelmediği bir…

Her türlü üretimin, her türlü yaratımın durduğu geleceksiz bir şehir ya da bir ülke. Her şeyin yok olduğu ve bir daha geri gelmediği bir yer. Elinizi attığınız şeylerin son şeyler olduğunu bildiğiniz bir ortam. Evsiz kalıp sokaklarda çöplerden bulduklarını yiyen ya da çöpten bulduklarını satarak geçinen insanların yaşadığı bir şehir. Hırsızlığın artık suç sayılamayacak kadar yaygınlaştığı, zaten suç sayacak karar mercilerinin bile kalmadığı, bütün umutların tükendiği, insanların ölümü kurtuluş olarak gördüğü, artık kimsenin çocuk doğurmadığı bir cehennem.

Paul Auster, benzersiz bir anlatımla, geleceğe göndermeler yaparak, yaşamakta olduğumuz dünyanın yozlaşması, çıkar kavgaları, savaş çığlıkları sonucunda karşılaşacağımız kâbusun izdüşümünü aktarıyor.

Geçenlerde düşler âleminin kapısından geçerken
dünyanın o ünlü Yıkım Kenti’nin
bulunduğu
bölgesini ziyaret ettim.

NATHANIEL HAWTHORNE

Bunlar son şeyler, diye yazdı. Birer birer ortadan kayboluyor ve bir daha asla geri gelmiyorlar. Görmüş olduğum, artık olmayan şeyleri sana anlatabilirim, ama buna zaman bulacağımı sanmıyorum. Şimdi her şey öyle hızlı olup bitiyor ki artık yetişemiyorum.

Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunların hiçbirini görmedin, hayal etmeye çalışsan da yapamazsın. Son şeyler bunlar. Bir gün bir ev görüyorsun, ertesi gün bir bakıyorsun yok olmuş. Dün geçtiğin sokak bugün artık yok. Hava bile sürekli değişiyor. Günlük güneşlik bir günü yağmurlu bir gün izliyor, karlı bir günün ardından sisli bir gün yaşanıyor, bir sıcak, bir soğuk, bir gün rüzgârlı, bir gün sakin, derken birkaç gün korkunç ayaz oluyor, sonra bugün, kış ortasında pırıl pırıl bir hava, kazakla çıkılacak kadar ılık bir gün. Şehirde yaşayınca hiçbir şeye garanti gözüyle bakamayacağını öğreniyorsun. Bir an gözünü yumsan, başka bir şeye bakmak için arkanı dönecek olsan, bir an önce karşında duran şey ansızın kayboluveriyor. Hiçbir şey kalıcı değil; kafandaki düşünceler bile. Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek. Bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider.

Ben şöyle yaşıyorum, diye sürüyordu genç kızın mektubu. Fazla yemek yemiyorum. Yalnızca bir sonraki adımı atmama yetecek kadar yiyorum. Ondan fazlasını değil. Bazen öylesine güçsüz düşüyorum ki bir sonraki adımı atamayacakmışım gibi geliyor. Ama idare ediyorum. Zaman zaman kötülesem de ayakta kalmayı beceriyorum. Ne kadar iyi becerdiğimi görmelisin.

Şehrin sokakları her yere yayılıyor, birbirinin eşi olan iki sokak bulmak olanaksız. Bir ayağımı öbürünün önüne atıyorum, ardından ikincisini birincinin önüne koyuyorum, sonra da aynı hareketi bir kez daha yapabilirim herhalde, diyorum. Daha fazlasını düşünmüyorum. Nasıl yaşadığımı anlamalısın. Hareket ediyorum. Payıma düşen havayı soluyorum. Olabildiğince az yemek yiyorum. Kim ne derse desin, önemli olan tek şey ayakta kalabilmek.

Ben oradan ayrılmadan önce ne dediğini anımsarsın. William ortadan kayboldu demiştin; ne kadar ararsam arayayım onu asla bulamayacağımı söylemiştin. Bunlar senin sözlerindi. Ben de, senin ne düşündüğün umurumda değil, ağabeyimi bulacağım, diye karşılık vermiştim. Sonra da o korkunç gemiye bindim ve senden ayrıldım. Ne kadar önceydi o? Artık anımsamıyorum. Yıllar önce galiba. Ama benimki yalnızca bir tahmin. Bunu söyleyince benim için ne diyecekleri umurumda değil, artık ipin ucunu kaçırdım. Hiçbir şey de bunu değiştiremez, yeniden yakalamamı sağlayamaz.

Şunu kesinlikle biliyorum: Açlık duygusu olmasa, yaşamayı sürdüremezdim. İnsan olabildiğince azla yetinmeye alışmak zorunda. Ne kadar az şey istersen o kadar azla yetinebilirsin, gereksinimlerin ne kadar sınırlıysa o kadar iyi. Şehir, insanı bu duruma getiriyor. Düşüncelerini tersyüz ediyor. Yaşama isteği yaratıyor, aynı zamanda da yaşamını elinden almaya çalışıyor. Bundan kurtuluş yok. Ya becerirsin ya beceremezsin. Becerirsen bir dahaki sefere yine becerebileceğine güvenemiyorsun. Bir kez beceremezsen de bir daha asla beceremezsin.

Sana niye şimdi yazdığımı da bilmiyorum. Açıkça söylemek gerekirse, buraya geldikten sonra seni hemen hiç düşünmedim. Ama bunca zaman sonra, sana söylemem gereken bir şeyler olduğu duygusuna kapıldım birden, bunları çarçabuk yazmazsam beynim çatlayacak. Okuyup okumaman önemli değil. Benim gönderip göndermemem bile önemli değil; göndermeye fırsat olacağını varsayarak söylüyorum. Belki de işin aslı şu: Sen hiçbir şey bilmediğin için yazıyorum. Benden çok uzaklarda olduğun ve hiçbir şey bilmediğin için.

Öyle sıska insanlar var ki, diye yazdı genç kız, bazen esen rüzgâra kapılıp savruluyorlar. Şehirde esen rüzgârlar korkunç. Hep nehirden esiyor, insanın kulaklarında uğulduyor, yumruklar gibi öne arkaya sallıyor, çöpleri, kâğıtları ayaklarının dibine uçuruyor. Sıska insanların rüzgârın şiddetini dengelemek için birbirlerine iplerle, zincirlerle bağlanarak ikişer üçer kişilik gruplar halinde, bazen de ailece dolaştıklarına sık sık rastlanıyor. Kimileri de sokağa çıkmaktan vazgeçiyor, en güzel havalarda bile korkup kapı aralıklarına, girintilere sığınıyorlar. Savrulup taşlara çarpmaktansa köşelerinde sessizce beklemeyi yeğliyorlar. İnsan yemek yememek konusunda da kendisini öyle iyi eğitebiliyor, bu işte öylesine ustalaşabiliyor ki zamanla hiçbir şey yememeye alışabiliyor.

Açlıklarını yenmeye çalışanların durumu daha kötü. Yemek konusuna aklını takmak insanın başına dert açmaktan başka bir şeye yaramaz. Gerçekleri kabul etmeye yanaşmayan, yemeği bir saplantı haline getiren kişiler bunlar. Günün her saatinde sokaklarda dolaşıyor, çöplerin içinde atıştırılacak bir lokma arıyor, bir kırıntı için akıl almaz tehlikelere atılıyorlar. Oysa ne bulurlarsa bulsunlar asla yetmeyecektir. Doymak bilmeden yerler onlar. Yiyecekleri hayvanca bir telaşla parçalıyor, bir deri bir kemik kalmış parmaklarıyla didikliyorlar; titreyen çeneleri hiç kapanmıyor. Yediklerinin çoğu ağızlarından dökülüyor. Yutmayı başarabildikleri kadarını da genellikle birkaç dakika sonra kusuyorlar. Yavaş bir ölüm bu; yiyecekler bir ateş, onları içten içe yakıp tüketen bir çılgınlık gibi. Yaşamak için yediklerini sanıyorlar, ama sonunda yenip tükenenler kendileri oluyor.

Bu yiyecek konusu karmaşık bir iş. Sana verilenle yetinmeyi öğrenmezsen asla huzur bulamazsın. Sık sık yiyecek sıkıntısı oluyor, bir gün hoşuna giden bir yiyecek ertesi gün hiç bulunmayabiliyor. Herhalde belediye pazarları alışveriş yapmak için en tehlikesiz, en güvenilir yerler, ama fiyatlar yüksek, çeşitler kısıtlı. Bir gün kırmızı turptan başka bir şey bulamazsın, ertesi gün bayat çikolatalı pastadan başka şey yoktur. Yediklerinin çeşidini çok sık ve bir öncekinden çok farklı biçimde değiştirmek, insanın midesini berbat edebilir. Yine de belediye pazarlarının polislerce korunmak gibi bir üstünlüğü var ve oradan aldıklarının bir başkasının midesine değil, kendi midene ineceğine güvenebilirsin. Sokaklarda yiyecek hırsızlığı yapmak öyle yaygın ki artık suç bile sayılmıyor. Üstelik, sadece belediye pazarları yasal olarak yiyecek dağıtımı yapma yetkisine sahip. Şehirde yiyecek satan pek çok kişi var, ama onların mallarına her an el konulabilir. Keseleri bu işi sürdürebilmek için polislere gerekli rüşveti vermeye elverişli olanlar bile her an hırsızların saldırılarıyla karşı karşıya gelebilir. Hırsızlar o pazarlardan alışveriş yapanlara da bela oluyor. İstatistikler, buralardan yapılan her iki alışverişten birinin hırsızlık olayına yol açtığını gösteriyor. Bence, bir portakal ya da bir parça jambon yemenin bir anlık keyfi için böylesine büyük bir tehlikeyi göze almaya değmez. Gelgelelim insanoğlu doymak bilmiyor. Açlık her gün yinelenen  bir bela, mide yeryüzü kadar kocaman bir dipsiz kuyu. O yüzden de özel pazarcılar sürekli olarak yer değiştirmek, boyuna oradan oraya taşınmak, bir-iki saatliğine bir yerde boy gösterip ondan sonra ortadan kaybolmak zorunluluğu gibi bütün engellere rağmen iyi iş yapıyorlar. Ancak bu konuda bir uyarıda bulunmam gerek. Özel pazarlardaki yiyecekler satın alınacaksa düzenbaz satıcılardan kesinlikle kaçınmak gerek. Dolandırıcılık almış yürümüş. Kazanç sağlamak uğruna yapmayacakları, satmayacakları bir şey yok. İçine talaş doldurulmuş portakallar, yumurtalar, bira diye yutturulan sidik dolu şişeleri satıyorlar. Evet, insan soyunun yapmayacağı yok. Bunu ne kadar erken anlarsan o kadar iyi.

Sokaklarda dolaşırken, diye sürdürdü mektubu, her seferinde tek adım atman gerektiğini aklından çıkarmamalısın. Yoksa düşmen kaçınılmazdır. Gözünü hep açık tutacak, aşağıya, yukarıya, ileriye, geriye bakacaksın, başkalarını kollayacaksın, görünmeyen tehlikelere karşı hazırlıklı olacaksın. Birine toslamak ölümcül sonuçlar doğurabilir. İki insan çarpışınca hemen yumruklaşmaya başlıyor. Ya da yere yuvarlanıyor, kalkmaya yeltenmeden düştükleri yerde kalıyorlar. Önünde sonunda, insanın düştüğü yerden kalkmaya çalışmadığı bir an geliyor. Gövdeler sızlıyor, bunu iyileştirecek bir çare de yok. Burada, başka yerlerden çok daha fazla sızlıyor gövde.

Moloz ayrı bir sorun. Tökezlememek, bir yanını incitmemek için görünmeyen çukurlar ile, ansızın önüne çıkan taş yığınlarını, tümsekleri kollamak gerekli. En kötüsü de haraç alınan noktalar, onlardan kaçınmak için çok kurnazca davranmalısın. Yapıların yıkıldığı ya da çöplerin birikip kaldığı yerlerde, yolun ortasında geliş geçişi engelleyen koca koca yığınlar oluyor. Erkekler malzeme bulabildikçe bu barikatları kuruyor, sonra da kalın sopalarla ya da tüfeklerle veya tuğlalarla silahlanarak o barikatların üstüne tüneyip gelen geçeni beklemeye başlıyorlar. Sokak onların denetimindedir artık. Oradan geçmeye niyetliysen onlara istediklerini vermek zorundasın. Bu bazen paradır, bazen yiyecek, bazen de seks. Dövülüp pataklanmak gündelik bir olay; arada sırada da birinin öldürüldüğünü duyarsın.

Yeni haraç yerleri kurulur, eskileri ortadan kaybolur. Hangi sokaklardan geçebileceğini, hangilerinden uzak durmak gerektiğini hiç bilemezsin. Şehir yavaş yavaş insanı kesinlik duygusundan koparır. Hiçbir zaman belirli bir yol tutamazsın ve sağ kalmanın tek yolu hiçbir şeye gereksinme duymamaktır. Herhangi bir yerden bir uyarı gelmeden değişmek, yaptığın işi bırakmak, tam tersini yapmak zorunda kalırsın. Sonuçta başına her şey gelebilir. Bunun sonucu olarak da belirtileri yorumlamayı öğrenmen gerekiyor. Gözler yetersiz kalırsa, bazen insanın burnu da işe yarar. Benim koku alma duyum olağanüstü bir gelişme gösteriyor. Bazı yan etkileri –ani bulantılar, baş dönmeleri ve gövdeme işleyen pis kokulu havanın yarattığı korku– olmakla birlikte, köşe dönerken kendimi korumama yardım ediyor; köşeler en tehlikeli yerler olabilir. Çünkü haraç noktalarının, çok uzaklardan bile tanınabilen özel bir kokusu vardır. Taş, tahta, çimento ve sıva parçalarından oluşan yığınların içinde çöpler de oluyor ve güneşin ısısı çöplere işledikçe başka yerlerde duyulandan çok daha keskin bir koku yükseliyor; yağmur da alçıyla sıvaya işleyip onları eritiyor. Bunlardan da moloza özgü bir koku yayılıyor. Yağışlı ve güneşli günler birbirini izleyip iki koku birbirine karıştıkça haraç noktaları buram buram tütmeye başlıyor. Önemli olan bu kokuya alışmamak, zamanla duymaz duruma gelmemek. Alışkanlıklar da ölümcül sonuçlar doğurur. Herhangi bir şeyle yüzüncü kez bile karşılaşsan daha önce hiç rastlamamış gibi davranman gerek. Kaç kere karşına çıkarsa çıksın, hep ilk kez görüyormuş gibi bakmalısın. Bunun neredeyse olanaksız sayılabileceğini biliyorum, ama öyle olması zorunlu. Kesin bir kuraldır bu.

İnsan bütün bunların er geç biteceğini sanıyor. Her şey parçalanıp ortadan kayboluyor, yeni bir şeyler de yapılmıyor. İnsanlar ölüyor, bebekler dünyaya gelmeyi reddediyor. Burada bulunduğum yıllar içinde yeni doğmuş tek bir bebek gördüğümü anımsamıyorum. Yine de ortadan kaybolanların yerini alacak yeni yeni insanlar boy gösteriyor boyuna. Eşyalarını yükledikleri arabaları çekerek ya da tekleyen külüstür otomobilleriyle taşra kasabalarından, kırsal kesimlerden geliyorlar. Hepsi aç, hepsi evsiz barksız. Yeni gelenler kentin yolunu yordamını öğreninceye kadar kolay birer kurban oluyorlar. Çoğu daha ilk gün sona ermeden ellerindeki parayı kaptırıyor. Kimileri var olmayan apartmanlarda daireler tutuyor, kimileri asla gerçekleşmeyecek işler bulacaklarını söyleyenlere aracılık ücreti ödemek gibi bir tuzağa düşüyor, kimileri de biriktirdikleri parayı boyalı karton olduğu sonradan anlaşılan yiyeceklere harcıyor. Bunlar sadece en sıradan dalavereler. Eski belediye sarayının önünde duran, yeni gelenlerden biri saat kulesine baktıkça onlardan saate bakma parası isteyen bir adam tanıyorum. Saate bakma parası konusunda bir anlaşmazlık çıkarsa, acemi çaylak gibi davranan yardakçısı da saate bakıp istenen parayı ödüyor, böylece kentin yabancısı olan adam bunun yaygın bir uygulama olduğuna inanıyor. İşin şaşırtıcı yanı bu düzenbazların varlığı değil, insanları paralarını gözden çıkarmaya bu kadar kolay inandırabilmeleri.

Oturacak yeri olanlar o yeri kaybetme korkusuyla yaşıyor hep. Yapıların çoğunun sahibi yok, dolayısıyla kiracının hakkı diye bir şey de yok. Kira sözleşmesi yok, herhangi bir terslik çıkarsa yasal bir dayanak bulunamaz. İnsanların evlerinden zorla çıkarılıp sokağa atılmaları sık rastlanan bir olay. Birtakım adamlar tüfeklerle, sopalarla eve dalıyor, orada oturanlara evden çıkmalarını söylüyorlar; onları alt edebileceğinizi sanmıyorsanız, gitmekten başka çareniz var mı? Bu uygulamanın adı “eve dalmak”. Kentte yaşayanlar arasında, şu ya da bu tarihte bu yolla evinden atılmamış olanların sayısı az. Ama bu yolla evinden çıkarılmayacak kadar şanslı olanlar bile hayalet ev sahiplerinden birinin kurbanı olmayacaklarına güvenemez. Bu hayaletler kentin hemen her kesimine korku salan, insanların evlerinde oturma hakkını elde tutabilmeleri için onları haraca kesen zorbalardır. Yapıların sahipleri olduklarını ileri sürer, orada oturanların kanını emerler. Hemen hiç kimse de onlara karşı çıkmaz.

Evsizler içinse durum büsbütün katlanılmaz. Boş ev diye bir şey yok. Yine de emlakçılar iyi kötü iş yapabiliyor. İnsanları bürolarına çekebilmek, onlardan para koparabilmek için her gün gazetelere aldatıcı, yanıltıcı ilanlar veriyorlar. Aslında kimse o ilanlara inanmaz, ama ellerindeki son parayı bu boş sözlere yatıranların sayısı da az değil. Sabahları erkenden emlak bürolarının kapısında kuyruğa girip, on dakika süreyle emlakçının masasında oturup ağaçlıklı sokaklarda yükselen, ferah odaları olan, halılarla, yumuşak deri koltuklarla döşenmiş –insana mutfaktan yayılan sıcak kahve kokusunu, sıcak banyoların buğulu havasını, pencere pervazlarındaki saksıların parlak renkli çiçeklerini anımsatan– dairelerin fotoğraflarına bakabilmek için saatlerce kuyruklarda sabırla bekliyorlar. Fotoğrafların on yıl önce çekilmiş olması kimsenin umurunda değil sanki.

Birçoğumuz yeniden çocuklaştık. Bunun için her…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cam Kent / New York Üçlemesi 1 ~ Paul AusterCam Kent / New York Üçlemesi 1

    Cam Kent / New York Üçlemesi 1

    Paul Auster

    İnsanın sadece kentte değil kendi içinde de kaybolduğu, sonu gelmez bir dolambaca benzeyen New York sokaklarında takma adının maskesinden dışarı çIkmayan bir polisiye romanlar...

  2. Yükseklik Korkusu ~ Paul AusterYükseklik Korkusu

    Yükseklik Korkusu

    Paul Auster

    “Su üzerinde ilk yürüdüğümde on iki yaşındaydım.” Orta Batı’dan gelen yetenekli çekici genç Walt’ın hikâyesini anlatan Yükseklik Korkusu bu sözlerle başlar. Walt, karizmatik Yehudi...

  3. Yalnızlığın Keşfi ~ Paul AusterYalnızlığın Keşfi

    Yalnızlığın Keşfi

    Paul Auster

    Paul Auster’dan ilginç bir anı roman. Kitabın “Görünmeyen Bir Adamın Portresi” başlıklı bölümünde, yazar, babasının ölümünden sonraki duygularını ve anılarını anlatıyor; ikinci bölüm olan...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sakallı Kralların Gölgeleri ~ José J. VeigaSakallı Kralların Gölgeleri

    Sakallı Kralların Gölgeleri

    José J. Veiga

    İtaat duvarlarını aşıp gökyüzüne kanat çırpanların öyküsü… Delidolu okurlarının Gevişgetirenler Zamanı adlı yapıtıyla tanıdığı, Portekizce edebiyatın 20. yüzyıldaki en önemli yazarlarından biri olan José J. Veiga’nın...

  2. Bundan Sonrası Ateş ~ James BaldwinBundan Sonrası Ateş

    Bundan Sonrası Ateş

    James Baldwin

    “Bundan Sonrası Ateş”, James Baldwin’in yazarlığının doruğunda olduğu dönemde yayımladığı iki denemeyi, on dört yaşındaki yeğeni ve adaşı James’e hitaben yazdığı “Zindanım Sarsıldı” ile...

  3. Kaplumbağa Günlüğü ~ Russell HobanKaplumbağa Günlüğü

    Kaplumbağa Günlüğü

    Russell Hoban

    Londra Hayvanat Bahçesi Akvaryumu’ndaki “ikinci el okyanusla doldurulmuş” evlerinde durmaksızın yüzen üç deniz kaplumbağasını özgür bırakmak, iki yalnız ve birbirini tanımayan insanın ortak takıntısı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur