Öyle hatalar vardır ki ömür boyu pişmanlık duyarız. Christian için, Elizabeth’e ihanet ettiği gündü.
Christian Davison’ın hayatıyla ilgili planı bellidir. Avukat olup babasının hukuk şirketinin başına geçecektir. Hiçbir şey yoluna çıkamaz; ne Elizabeth Ayers ne de doğmamış çocukları.
Elizabeth, Christian’ın onu hayatından çıkarmasıyla son beş yılını kızına bakabilmek için mücadele edip ona güvenli, rahat bir hayat verebilmek için her şeyini feda ederek geçirir.
Christian ise beş yıl boyunca ailesini terk ettiği için pişmanlık duyar ve onları geri kazanmak için her şeyi yapmaya hazırdır – tıpkı Christian’ın onları üzeceğine inanan Elizabeth’in, kızını korumak için her şeyi yapmaya hazır olması gibi.
Christian tekrar hayatlarına girmek için çabalarken Elizabeth, birini bağışlanamaz bir hata yaptığında affetmenin ve yıllarca nefrete dönüşen bir aşkı yeniden canlandırmanın mümkün olup olmadığını sorgulamaya başlar. Yoksa bazı yaralar o kadar derindir ki asla iyileşemezler mi?
Herkes ikinci bir şansı hak eder derler.
***
Ailem Chad, Devyn, Eli, Braydon’a ve tatlı ilham kaynağım Parker Elizabeth’e.
Eylül 2004
“Christian, bırak.” Elizabeth beline dolanmış kollardan kendini kurtarmak için mücadele etti. Christian onu daha sıkı tutmaya başladı. Elizabeth kıkırdayıp onu göğsüne bastırarak itti.
Sözleri, dudaklannm yumuşak tenine dokunduğu yere, boynunun kıvrımına doğru sessizce ulaştı. “Hayır, kal.”
“Keşke kalabilsem ama derse gitmem lazım.” Kızıl kahverengi gözleriyle onun derin mavi gözlerine gülerek kendini geriye çekti.
Christian dudak bükermiş gibi yapsa da kollarım gevşeterek ondan uzaklaşmasına izin verdi. Dönüp karın üstü yatarak, yatak odasının penceresindeki gölgelerden sızan akşam ışığında giyinen Elizabeth’i seyrederken dudağına hafif bir gülümseme yerleşti. Elizabeth pantolonunu uzun, biçimli bacaklarına çekmek için aşağı eğildi. Koyu sarı saç perçemleri dağınık dalgalar hâlinde, ufak ve kalp biçimli yüzünü kapayarak omuzlarından aşağı sarkıyordu ki her bir çizgisi, gamzesi ve kıvrımı çoktan Christian’ın aklına kazınmıştı. Onunla ilgili her şey aklına balı, gözlerinin bal tonunu, teninin güneşimsi öpücüğünü ve dudaklarının tatlılığını getiriyordu.
Onunla tanıştığı andan itibaren birbirleri için kusursuz olduklarını biliyordu. Dört yıl önce, Columbia Üniversitesindeki ilk yıllarında, bir çalışma grubunda eşleşmişlerdi. O küçük kafenin kapısından girip onu ilk görüşünde nefesi kesilmişti. Sonra oturup onunla konuştuğunda, yalnızca güzel değil, aynı zamanda tamştığı en zeki ve tutkulu insanlardan biri olduğunu görmüştü.
Elizabeth de, tamamen farklı sebeplerden ötürü de olsa Christian gibi avukat olmak istiyordu. Christian bir gün üvey babasıyla ortak olabilmek için gayrimenkul avukatı olmayı planlarken, Elizabeth aile kanununa yönelip çocuk haklarına odaklanacaktı. Bunu para için yapmıyordu; kendilerini korumaktan aciz olanlar adına avukatlık yapmanın kendisi için en iyisi olduğunu düşünüyordu.
O ilk günde Elizabeth’in ağzından dökülen tutku Christian’ın kendini, inandıkları ve uğruna yaşadıklarını sorgulamasına neden olmuştu. Daha o zamandan Elizabeth’in onu daha iyi bir insan yapacağından emindi. Christian’ın en çekici bulduğu şey ise ne kadar rahat biri olduğuydu. New York’a geldiğinden bu yana tanıştığı kızların çoğu ya boğucu ve sıkıcı olur ya da zengin ailelerinin onlara sunduğu bedava gezintilerde eğlenmekten başka bir şeyle ilgilenmez olurlardı.
Ne var ki Elizabeth öyle değildi. Okulu hakkında ciddi ve geleceğine kendini adamış olsa da, yine de hayatının her anından keyif almak için kendine zaman ayırıyordu ki Christian, kendisi bu dengeyi kurmakta güçlük çekiyordu.
Babası tarafından her zaman en iyisini yapmaya, en iyisi olmaya zorlanmış ve bu sırada, her nasıl olduysa kendi özünü yitirmişti. Küstah, kibirli ve tamamen kendi içine dönüktü. Elizabeth onun kendine dönük tavrını daha en başından değiştirmişti. Christian kendisine hayır denmesine alışık olmasa da, tipik sevimlilikleri Elizabeth’in üzerinde her nedense etkisiz kalıyordu.
Elizabeth hiçbir zaman uçarı şeylere ilgi duymamıştı; yakışıklı, siyah saçlı ve mavi gözlü bir çocukla flört etmek de buna dâhildi. Christian’la ilk tanıştığında onun neyin peşinde olduğu ortadaydı ve Elizabeth ilişkilerinin özensiz olmasına asla izin vermemişti. Ancak sömestirin ilerlemesi ve çalışmalarının ders konularından uzaklaşarak uzamaya başlamasıyla, üstünde bıraktığı sıradan erkek öğrenci izleniminden daha fazlasına sahip olduğunu keşfediyordu. Geçmişine dalıp onun egoist maskesini aştıkça, elitist ebeveynleri tarafından sırtına yüklenmiş baskılarla duygusal olarak bastırılmış, iyi huylu bir çocuk olduğunu anlamıştı.
Sonunda, ilk buluşmalarından dört ay sonra ona tekrar çıkma teklif ettiğinde Christiaria teslim olmuştu. Kalbine hükmetmesine asla izin vermeyeceğine ant içtiği erkek tipini tehlikeli biçimde andıran bir oğlana çoktan inanılmaz şekilde âşık olduğunu o zaman anlamıştı.
O zamandan bu yana aynlamaz, yoğun programlarından kalan her boş vakti beraber geçirir olmuşlardı. Christian defalarca onun yanına taşınmasını istemişti. Elizabeth ise her ne kadar onun yanında uyanma fikrini son derece cazip bulsa da çocukluğundan beri kafasında çizdiği resme sadık kaldı. Bu resim, her ne kadar artık yerinden oynamış olsa da, yeni bir eşle yeni bir evin, onun baba ve kendisinin de anne olacağı bir evin resmiydi.
Elizabeth gitmeye hazırlanırken omzunun üzerinden Christian’a baktı ve ondan bu kadar uzun bir süredir gizlediği şey için vücuduna bir pişmanlık dalgası yayıldı. Bir haftadan beri biliyordu bunu. Her gün ona söylemeye niyetleniyor fakat ağzını ne zaman açacak olsa kelimeler bir türlü dışarı çıkmıyordu. Gösterdiği ilerlemeye, Columbia’da beraber geçirdikleri ilk yıllarındaki benmerkezci ergenden şimdi tanıdığı iyi yürekli adama dönüşmesine rağmen, yine de Christian’m yaşamının rotası çizilmişti. Bu takip etmeye kararlı olduğu bir plandı ve Elizabeth, onun bu haberle nasıl başa çıkacağından emin değildi. Kaygılandığı şey ilişkileri değildi. Birbirlerine olan bağlılıklarına güvendiğini hissediyordu. Birbirlerine bağlıydılar. Endişelendiği şey, bunun, onun üzerinde yaratacağı stresti. Bu kendisinin de hukuk okulu öncesi lisansının son yılı için tam olarak beklediği şey değildi. Ancak Elizabeth, hayatın önüne çıkardıklarını kabullenmekte ondan daha iyi olduğunu düşünüyordu.
Sırt çantasını alıp omzuna attı ve Christian’m dudaklarına küçük bir öpücük kondurmak için eğildi. “Hoşça kal. Yarın görüşürüz.”
Christian, ondan biraz daha uzun bir şekilde öpücüğüne karşılık verdi. “Seni özleyeceğim.”
“Ben de.”
Elizabeth arkasını dönüp Christian’m üçüncü kattaki küçük dairesini terk etti. Her bir adımda ona durumu nasıl daha iyi anlatırım diye düşünürken adımlan ağırlaşıyordu. Zemin kata inen merdivenlere ayak bastığında bunu ona söylemesi gerektiğine kendini inandırmıştı. Dönüp hızla merdivenlerden yukan çıktı. Anahtan olmasma rağmen nedense kapıyı çalma gereği duyarak kapışma gürültüye vurdu.
Christian esneyerek yatağının kenarına oturdu ve günün büyük kısmını Elizabeth’le yatakta geçirdiği için biraz çalışmasının iyi olacağını düşündü. Ne var ki bunun bir zaman kaybı olduğunu asla aklından geçirmemişti. Kapı çalınınca kot pantolonunu yerden alıp kapının diğer tarafında onu neyin beklediğinden tamamen habersiz bir şekilde elini siyah ve sık saçlarının arasına daldırdı.
Kapı deliğinden bakıp Elizabeth’i gördü. Şaşırmıştı; orada olduğundan değil ancak kapının önünde durmuş, girmek için izin bekliyor oluşundan. Kapıyı hızla açıp kaşlarını çattı. “Elizabeth, ne yapıyorsun?”
“Seninle konuşmam gerek.” Sözlerindeki belirgin telaş onu korkuttu ve Elizabeth’i içeri çekerek kapıyı arkalarından kapadı.
“Ne oldu?” Belli ki bir şey olmuştu, yoksa öylece dikilip, göğsünün üzerinde duran sımsıkı kollarıyla ayaklarına bakıyor olmazdı.
“Hamileyim.”
Christian, fısıltı hâlinde çıkan sözlerini duymaya ve çözmeye çalışarak ona yaklaştı. Söylediğini düşündüğü şeyi söylemediğinden emindi.
Ne var ki sonunda bakışlarını ona çevirdiğinde gözlerinin ıslak ve korku dolu oluşunda açıkça yanılmıyordu. Kendisine onu gerçekten duymak için izin verirken, titremeye başlayan ellerini gergin bir biçimde saçlarında gezdirdi.
Bebek mi? Bu her şeyi mahvederdi; uğruna çalıştığı, onun uğruna çalıştığı her şeyi ve bu güne kadar yaptıkları tüm planları. Göğsü sıkıştı ve ömründe ilk kez kendisini panik atak geçirecekmiş gibi hissetti. Bir yanı nasıl bu kadar dikkatsiz olabileceğini öğrenmek isterken, mantıklı yanı, her ne olduysa bunun ikisinin de hatası olduğunu ona kabul ettiriyordu. Elizabeth’in sarsıldığını gören ve onu rahatlatmak her şeyin yoluna gireceğini söylemek isteyen tarafı, mantıklı tarafıydı. Ona panik yapmaması ve seçenekleri olduğunu söyleyen de aynı taraftı. O kadar da zor olmamalıydı bu.
Kollarını ona dolamak için bir adım öne atarken hafifçe, “Tamam,” dedi. Onu yatıştırmak için elini uzun saçlarında gezdirdi. Elizabeth onun dokunuşuyla birlikte duyulabilir bir iç çekişle rahatlarken, suratım Christian’m göğsüne bastırdı. Başının yan tarafına doğru, “Tamam,” diye fısıldadı. “Çaresine bakarız.”
Elizabeth tokat yemiş gibi irkilip yüz ifadesini süzdü.
Kulaklarına inanamayarak, “Christian, bunu yapmamı beklemiyorsun, değil mi?” diye sordu.
Christian, Elizabeth’i ne kadar severse sevsin, bazen idealist fikirleri yüzünden görüşünün bulandığını düşünüyordu. Elbette ki önceden fikirleri hakkında konuşmuşlardı ve onun bakış açısını biliyordu ancak bu, henüz böylesi bir durumun içine düşmelerinden önceydi. İşler değişmişti. Bunun tek çözüm olduğunu düşünüyordu.
“Elizabeth… Yapmak zorundasın.”
Elizabeth açık bir şekilde gözyaşlarını tutmaya çalışarak kafasını salladı. İki adım geriye attı. “Ben bu bebeği doğuracağım, Christian.”
“Düşün Elizabeth.” Sözler ağzından istediğinden daha sert çıkmıştı ve Christian aniden, çoktan ondan bağımsız bir karar almış olmasına ne kadar kızdığını anladı. “Bir yandan hukuk okurken nasıl bebek sahibi olmayı bekliyorsun?
Bunu hiç düşündün mü?” Durumun ne kadar imkânsız oluğunu görmesi gerekiyordu.
Elizabeth, ne demeye çalıştığını anlayamamış gibi şaşırdı ve “Ben..,” dedi kekeleyerek, “bilmiyorum.” “Bir… Bir yolunu buluruz.”
Ağlamaya başlarken Christian gözlerini kısıp arkasını döndü. Ona gerçekten bağırıp ne kadar aptal ve mantıksız davrandığını söylemek istese de öfkesini dizginlemeye çalıştı. Bu hayatlarını mahvedecekti. Christian, her nasılsa bilinçsiz bir şekilde kendini, yenmek için çok çabaladığı fikirler, kendine ait fikirleri, ihtiyaçları ve istekleri üzerine düşünürken buldu. O anda önünde duran incinmiş kızı, sevdiği kızı, hayatının geri kalanını geçirmeyi düşündüğü kızı göremiyordu.
Ona bakınca, yolunda duran birini görüyordu.
Aniden dönüp gözlerini ona dikti; zalim sözcükler, o henüz ne anlama geldiklerini düşünmeden ağzından dökülürken suratı acımasızdı. “Ya ben ya bebek, Elizabeth. İkimize birden sahip olamazsın.”
Elizabeth, Christian’m önüne serdiği ültimatomu kabul ederken sertçe yutkunup başını salladı. Sonuçta Christian ortada gerçekten de verilecek bir karar olmadığını biliyordu.
“Hoşça kal Christian.” Christian, o gün için ikinci kez Elizabeth’in dediğinin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Elizabeth, Christian’m yanından geçerek kapı kolunu tuttu.
“Elizabeth.” Christian ismini söyleyince durdu. Christian onun arkasından, sırtına çarpan kalpsiz sözlerinin karşısında düzensiz nefes alışlarının inip kalkışını görebiliyordu. “Fikrini değiştirince geri gel.”
Elizabeth başını iki yana sallarken kapıyı hızla açarak arkasından çarptı.
Christian onun arkasından koşmakla geri dönmesini beklemek arasmda kalarak kapalı kapıya gözlerini dikti. Fakat şimdi onun arkasından giderse ikisinden birinin pes etmesi gerekecekti, biliyordu ve bu kişi kendisi olmayacaktı.
îki saat sonra Christian masasında oturmuş, siyaset vizelerine çalışıyor, bir yandan da kapısının dışından gelecek olan, duyacağına emin olduğu ayak seslerine kulak kabartıyordu. Mesaj geldi mi diye telefonu her eline alışında büyüyen telaşını görmezden gelmeye çalışarak ilgisini önündeki kalın deftere verdi.
Hiç mesaj gelmemişti.
Haklı olduğunu anlaması için yalnızca biraz zamana ihtiyacı olduğuna kanaat getirerek yatağa girdiğinde, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Haklı olmalıydı. Farklı düşünmesine izin veremezdi, o yüzden üzerine gelen her pişmanlık dalgasını kenara itti.
Onun da, tek kişilik dairesinin bir köşesindeki küçük yatağında huzursuzca kıvrılmış, kendisi gibi uyanık bir şekilde yapması gerekenleri yavaş yavaş kabullendiğini hayal etti.
Ama ertesi sabah yorgun bedenini yataktan dışarı sürüklediği sırada telefonuna hâlâ hiç mesaj gelmemişti.
Zalimce davranmıştı, bunun farkındaydı. Tek yapabileceği onu çok fazla zorlamamış olduğunu ummaktı ancak, nasıl olsa sadece geleceklerini korumaya çalıştığını o ya da bu şekilde anlayacaktı.
Christian bir kâse soğuk mısır gevreği yedikten sonra yorgunluğunu giderecek bir şey bulmak için çaresiz bir şekilde kendisini duşun buharlan arasına attı. Hem uykusuzluktan hem de zihninde dönüp dolaşan, Elizabeth’siz bir hayatı da içeren senaryolardan ötürü kafası karmakarışıktı.
Ya hiç geri dönmezse? Ondan gerçekten vazgeçebilir miydi? Sabunlu duş lifini vücuduna sürerken onsuz olmanın nasıl olacağını düşündü. Sesinin kusursuz tonundan, gülüşünün tınlamasından yoksun bir hayat. Yumuşak tenine dokunamadığı ya da bedenini kendi bedenine çekemediği bir hayat. Önündeki dava için zar zor çalışırken yan odadan bağıran bir çocuğun olmadığı bir hayat.
Homurdanarak kafasını salladı ve kendine bunların hiçbirinin olmayacağını söyleyerek hepsini aklından uzaklaştırmaya çalıştı.
Bugün sınıfta onu gördüğünde, her zamanki gibi yanma oturacağını ve kulağına eğilip, fısıldayarak haklı olduğunu söyleyeceğinden emindi.
Ama sırasının boş kaldığını görünce içindeki endişe artarak içini kemirmeye başladı. Profesör dersi bitirdiğinde Christian koşarak, her Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri Elizabeth’le ders çalıştıkları kafeye gitti. Delicesine odayı tararken, birkaç tanıdık yüze rastladı ancak görmek istediği yüzden eser yoktu.
Evinin olduğu siteye geldiğinde hem katettiği mesafeden hem de kalbine çöken boğucu korkudan ötürü nefes nefese kalmıştı. Kapıyı güm güm çaldı ve daha cevap gelmeden “Elizabeth!” diye bağırdı.
Kapının diğer tarafından hiçbir ses işitilmiyordu; ne bir perde açma sesi ne de hafif ayak sesleri vardı. Christian hâlâ ikna olmamıştı. Anahtarlarını yoklayıp kendininkini bularak kilide taktı.
Kapı sessiz bir ortama açıldı. Ufak daire her zamanki gibi rahat bir dağınıklığa sahipti. Eksik gözüken tek şey, normalde düzgün duran yatağının yere saçılmış battani- yesiydi. Christian diğer odaya geçti. Banyo kapısı yan açık duruyordu ve bu oda da en az ilki kadar boştu.
Christian sırtına duvara yaslayıp derin bir nefes aldı. Buna hazırlıklı değildi. İşin buraya varacağını hiç düşünmemişti.
Gönülsüzce kendini evden dışarı attı ve kafasının içinde ona en iyisinin bu olduğunu söyleyen sesten duyduğu nefretle kapıyı arkasından kapayıp kilitledi.
Elizabeth ihanetten serseme dönmüş bir hâlde üç kat merdiveni koşarak indi ve her zaman yanında duracağına inandığı adamdan uzaklaştı. Sanki onun sözlerinden ölümcül biçimde yara almıştı. Christian bunun, onun için bir seçenek olmadığını biliyordu. Böyle bir şeyi ona nasıl önerebilirdi?
Söylediklerinin acımasızlığı arasında tanıdığını sandığı ama aslında hiç de tanıyamamış olduğu adamın mavi gözlerini taradı. Tanıdığını sandığı adam asla bu kadar zalim olamazdı. Ona veda ederken, hissettiği kalp kırıklığıyla sesinin titreyeceğini biliyordu ama yine de kararlılığını yitirmemişti. İçinde büyümekte olan çocuktan daha önemli bir şey yoktu. Gitmeden önce Christian ona seslendiğinde fikrini değiştirmesi için dua etmişti. Her şeyden öte, onu seviyordu ve onsuz yaşamak istemiyordu ancak bir yandan da korkuyordu. Kendi başına çocuk yetiştirmek istemiyordu fakat ağzından şefkatli değil incitici kelimelerin döküldüğünü duyduğunda yapması gerekenin bu olduğunu anlamıştı.
Christian’ın evinden kendi evine doğru yarım kilometrelik yolu yürürken gözlerinden tükenmek bilmeyen yaşlar aktı. Karnı düğüm gibi olmuş, attığı her adıma karşı geliyordu.
İlerlerken arkasına bakmayı reddetti. Adımları kalbinin sızısıyla ağırlaşmış, dengesini sarsıyordu.
Yan yolda karnındaki ağrı yoğunlaştı ve bir dükkânın penceresinin altındaki çalılara kustu. Bu daha çok ağlamasına ve kramplarının fenalaşmasına sebep oldu sadece. Dairesine çıkan merdivenlere gelene kadar bulantısı üç kez daha nüksetti. Tırabzana tutunarak yana doğru bir kez daha kustu.
Bedenini ele geçiren titremeyi kontrol edebilmeksizin ağlıyordu. Evinin kapısına kadar geldi ve titreyen ellerle, ücretini ancak karşılayabildiği tek yer olan dairesine girdi.
Giysilerini çıkarıp kaynar suyun altına girerken titriyor ve üşüyordu. Yine de aradığı sıcaklığı bulamadı ve fayans zemine kıvrılarak biraz olsun huzur aradı. Yalnızca daha fazla titremeyi başarmıştı. İçinin donduğunu ve kemiklerine işlemiş soğuğu hiçbir şeyin ısıtamayacağını hissediyordu. Üzerine bir havlu doladı ve yere çökerek klozete kustu.
Elizabeth korkuyordu.
Daha önce kendini hiç bu kadar kötü hissetmemişti. İçi sızlıyordu. En kötüsüyse acının kaynağını bulamamasıydı. Ya kendisinde ciddi bir sorun vardı ya da hayatının paramparça olmasından kaynaklanıyordu.
En çok da bebeği için endişeleniyordu. Hamilelikle ilgili pek bir şey bilmese de bunun hiçbir tarafı ona normal gelmiyordu. Midesi tekrar kalkıp bu sefer hiçbir şey gelmediğinde yardıma ihtiyacı olduğuna emin oldu.
Tutunarak ayağa kalktı, başı dönünce bir eliyle duvara dayandı ve telefona kadar gidebilmek için dua etti.
Fena hâlde Christian’ı görmek istiyordu ve ilk içgüdüsü onu aramak olmuştu ancak kendini, tuşlamayı çaresizce arzuladığı o yedi rakamdan başka bir şey tuşlamaya zorladı.
Christian artık ne ona aitti ne de güvenebileceği birisiydi. Bu şehirde güvenebildiği bir kişi daha vardı sadece.
Telefonu açtığında sesi uykudan çatlamış ve boğuklaşmıştı. “Alo?” Elizabeth’in sandığından daha çok vakit geçmişti. Saat neredeyse gece yansına geliyordu.
“Matthevv…” diye fısıldadı zar zor duyulur bir sesle. Sesindeki çaresizlik onu sersemliğinden kurtardı ve Matthew yattığı yerden kalktı.
“Elizabeth?” Matthew heyecanlanmıştı. “Ne oldu? İyi misin?”
En az üç saniye geçtikten sonra titrek bir sesle, “Hayır,” diyebildi.
Matthew pantolonunu üzerine çekti ve bir yandan telefonu omzuyla kulağının arasına sıkıştırırken bir yandan da düğmesini iliklemeye çalıştı. Beceriksizce de olsa sakin davranmaya gayret etti. “Elizabeth, canım, söyle, ne oldu?” Çoktan kapıdan çıkmış, o daha hasta olduğunu söyleyeme- den arabasını çalıştırıyordu.
Matthew, beş dakika geçmeden Elizabeth’in dairesinin kısa merdivenlerini çıkmış, arkadaşını orada, yatağında,..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSon Pişmanlık
- Sayfa Sayısı328
- YazarA.L. Jackson
- ÇevirmenM. Can Uzer
- ISBN9786055175184
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviASPENDOS YAYINCILIK / 2013-3
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kemik Haritası ~ Francesca Haig
Kemik Haritası
Francesca Haig
Tüm renklerin solduğu ümitsiz bir dünyada kalbinde filizlenen bir tohum, tek ümidin olsaydı ve en büyük korkularını alt edecek bir kuvvet bulsaydın içinde… Kime...
- Sindirella Anlaşması ~ Sarah Strohmeyer
Sindirella Anlaşması
Sarah Strohmeyer
Nola’nın en büyük hayali çalıştığı dergide köşe yazarı olmaktır. Fazla kiloları yüzünden bu isteği reddedilince Nola hayali bir karakter yaratmak zorunda kalır: Belinda Apple!...
- Uygunsuzluk ~ Amina Cain
Uygunsuzluk
Amina Cain
Amerikalı eleştirmenlerin “feminist varoluşçuluk ya da varoluşçu feminizm” örneği olarak tanımladıkları yapıt, bir sanat müzesinde temizlikçi olarak çalışan Vitória’nın şaşırtıcı öyküsünü aktarıyor. Müzedeki tabloların...