Daha orada, o anda onun en tehlikeli yanının, istediği anda şefkat uyandırabilmesi olduğunu anlamıştım. Tanrı, hep aynı emri verdi, “Şehvetten sakının,” bu emre uyamadık, çelişkilerden hoşlanan Tanrı kendi emriyle bile çatışacak kadar güçlü bir şehvet duygusu vermişti hepimize, bu zavallı kullarından o görkemli yaratıcılığının ürünü olan şehvetle dövüşmesini istemişti, kim Tanrı’nın yarattıklarıyla baş edebilir ki, hiçbirimiz edemedik, en masumlarımız bile rüyalarında günaha bulaştı, emre uyamadık ama şehvete karşı dikkatli olmayı, şehvetle boğuşmayı, onu bastırmak için uğraşmayı, ondan kaçmaya çalışmayı öğrendik, yenilsek de zayıf bir kalkanımız, ince bir zırhımız oldu. Şefkat öyle değildi. Tanrı şehvetin yolunu kapatırken şefkatin yolunu sonuna kadar açmıştı, kimse şefkatin yolunda yürürken tedirgin olmaz, kuşku duymaz, kaçması gerektiğini düşünmezdi. Yüzündeki gizli gülümsemesinden anlaşıldığı gibi o bunu içgüdüleriyle sezmiş, Tanrı’nın yasakladığı topraklara girmek için tanrı’nın şefkatini bir “Truva atı” gibi kullanmayı öğrenmişti, her erkek kapılarını açıp o atı gönül rahatlığıyla içeri alıyordu. Tanrı’nın söylemeye vakit bulamadığını söylemek bana düşecekti, “Güzel kadınların uyandırdığı şefkatten korkun.”
***
I
Kasaba uyuyordu.
Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim.
Kasabanın tek büyük caddesinde görkemli bir heykel gibi duran okaliptüs ağacının altındaki banka oturdum, eski usul, üstünde çizikler, bıçakla kazınmış isimler hatta bir kalp resmi bulunan, aralıklı bir şekilde dizilmiş koyu kahverengi kalın tahtalardan yapılmış bir banktı.
Bu kasabaya geldiğimden beri buraya oturmayı hep istemiştim ama bunu bu geceye kadar hiçbir zaman yapamamıştım.
Sırtımı banka dayadım.
Başımı gökyüzüne doğru kaldırdım.
Herkes uyuyordu ve herkes aynı anda rüyalar görüyordu.
Gökyüzüne doğru bakarken bütün evlerden, pencerelerden, bacalardan, kapılardan rüyaların çıkarak yükseldiğini, bulutumsu bir beyazlığın içinde rengârenk insanların konuştuğunu, güldüğünü, haykırdığını, seviştiğini, kadife perdeli tiyatro sahnelerinin, ahırların, karanlık sokakların, oturma odalarının, pazar yerlerinin, sahillerin içinde kıvrıla büküle birbirlerine dokunduklarını, bir atın kişnediğini, iki kadının öpüştüğünü, bir çocuğun ağlayarak koştuğunu, altın sikkeleriyle dolu bir hâzineyi, bir bıçağın pırladığını, değişik rüya, larda bazen aynı adama ya da kadına rasdandığmı, insanların başkalarının rüyalarında çoğaldığını gördüm.
Kasabanın rüyalarını seyrettim.
Sarhoş değildim ya da içkiden sarhoş değildim.
Biraz önce birini öldürmüştüm.
Bunu bir rüya gibi hatırlıyordum.
Hatırladığım çok fazla bir şey yoktu aslında, kolumu hatırlıyordum, vücudumdan ayrı bir parça gibiydi, elim kolumdan uzaklaşmıştı, bir tabanca tutuyordu, tedği çektiğimi hatırlamıyorum, tabancanın sesini duydum yalnızca, sonra karşımdaki bir şey söylemek ister gibi ağzını açmış, yüzünü buruşturmuş, bir kolunu havaya kaldırmış, diğerini karnına bastırmıştı, dizlerinin üstüne yıkıldığını gördüm, hiç kan görmedim.
Cinayet işleyenlerin ne hissettiğini bilmiyorum, ben o anda derin bir kasılmayla birlikte neredeyse vücudumun her yerinde korkuyu hissetmiştim, daha önce hiç böyle bir korku yaşamamıştım, vücudum, etim, damarlanm korkmuştu, sonra sanki bir uykuya daldım.
Evden çıkıp yürüdüm.
Galiba hiçbir şey düşünmedim.
Bu banka gelip oturdum.
Tanrı’nın kötü ve savruk bir romancı olduğunu düşünüyorum.
Yarattığı bütün insanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üstüne kuran, olayların sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi bir romancı demem ben.
Ama Tanrı’nın yarattığı vahşi bir mizahla süslenmiş bu hayatta tesadüflerden başka bir şey yok.
Tesadüfleri çıkardığınızda hayat bitiyor.
Buralı değilim ben.
Uzaklardan, büyük bir şehirden geldim.
Bir cinayet romanı yazmak için geldiğim kasabada ben bir cinayet işlediysem eğer, bunu Tanrı’nın tesadüflerindeki savruk insafsızlığa ve alaycılığa bağlamamdan daha doğal ne var?
Bütün kasaba rüya görüyor.
Bir ben uyanığım ama uykuda gibiyim.
Bütün hikâyeyi anlatacağım.
Ben yazmadım bunu, Tanrı yazdı, onun için böylesine aldırmaz, böylesine inanılmaz ve böylesine vahşi.
II
Onunla tanıştığım ilk günü şimdi bile bütün aynntılanyla hatırlıyorum.
Alçak tepelerle deniz araşma yerleşen kasabanın küçük havaalanında karşılaşmıştık.
Garip ama zihnimde yüzü değil, çizgileri olmayan bir ışık kalmıştı önce, o ışığın ne olduğunu merak edip bakmıştım.
Çok parlak gözleri vardı ve ona bakan herkes gözlerini ve gözlerinin ışığını görüyor, yüzünün güzelliğini ancak daha sonra fark edebiliyordu.
O da bunu biliyordu.
Sanırım sadece bakarak insanlan peşinden sürükleyebileceğini daha ilkgençliğinde öğrenmişti.
Daha sonraları daha iyi görmüştüm, insanlar onun peşinden gidiyorlar, ona bir şeyler vermek istiyorlar, veriyorlar ve o kendisine verilen her şeyi verene bir iyilik yapar gibi alıyordu, ona bir şeyler verdikçe ona minnettar kalıyor ve daha çok veriyordunuz, ona hayatlannı veren erkeklere rastladım.
O, verilen her şeyi alıyordu.
Onun kaybettiği hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim, sanki her şeyi kaybetmek için biriktiriyordu. Eğer onlar kendiliklerinden kaybolmazlarsa bir zaman sonra onları ya atıyor ya terk ediyordu. Neden hep kaybetmek istediğini, neden hiç kazanmak istemediğini ve nasıl hep kazandığını hiç kavrayamadım.
Çok sakindi.
Sükûneti yerçekimi gibiydi, herkesi kendine çekiyordu, bazen eşyaların bile ona doğru hareketlendiklerini sanıyordum.
O gün yağmur yağıyordu.
Islak camlardan, göz alabildiğine uzanan, yağmurla grileşmiş yeşil zeytin ağaçlarının sonsuz kalabalığı görülüyordu.
Kıvrımlı yaşlı gövdeleriyle aniden dirilip topraktan çıkmış bir eski zaman ordusuna benziyorlardı, biraz sonra yürüyecek gibiydiler.
Pervaneli küçük uçağın kalkması gecikmişti.
Üst katı “kule” olan iki katlı binanın alandaki camlı “salonda” beş kişiydik.
Ben, o, tarım alanlarını ilaçlayan uçaklarda çalışan bir pilot ve kasabanın zenginlerinden, kravatları kötü bağlanmış iki adam.
O yalnız oturuyordu.
Biraz ötesinde oturan pilot ona bir şeyler anlatıyordu, eskiden tanıştıkları belliydi, diğer iki adamla da selâmlaştıklarını görmüştüm.
Sonra kalkıp süzülen bir ışık gibi yanımdan geçmiş, bir kahve almak için köşedeki eski kahve makinesine doğru yürümüştü.
Ben gazete okuyordum ama onun farkındaydım.
Dönüşte benim masamın yanında durmuş, kahvesini masanın üzerine bırakmış, iskemlenin arkasından kayıp düşmüş olan pardösümü yerden alıp yanımdaki iskemlenin üstüne koymuştu.
“Pardösünüz düşmüş,” demişti.
Sesi çok sakindi, sanki fısıldar gibi konuşuyordu, duymak için dikkat kesilmeniz gerektiği duygusu uyandırıyordu.
Şaşırmıştım.
Onun herkese, özellikle de erkeklere, sanki onlar sakat çocuklarmış gibi davrandığını ve bunu da gerçekten doğal bir şekilde yaptığını bilmiyordum henüz, galiba erkeklerin bir tür sakat olduklarına inanıyordu.
Başka bir şey söylemeden masaya bıraktığı kahvesini almış, gülümsemiş ve kendi masasına yürümüştü.
Arkasından bakmıştım.
Hatırlamak, insanın geçmişteki herhangi bir olayı, geleceği, olacakları bilerek yaşamasıdır, ben o anı yaşarken olacakları bilmiyordum, şimdi neler olduğunu bilerek o anı yeniden hatırlayıp bir anlamda yeniden yaşarken, kendimi biraz da geleceği gören bir büyücü gibi hissediyorum.
Şu anda oturduğum bu banktan, geçmişe, o ana baktığımda, bir hayatın nasıl değiştiğini seyredebiliyorum.
Yağmurun altında koşarak binmiştim uçağa.
Küçük uçakta iki kişilik yan yana koltuklar vardı üç sıra halinde. Üç sıra bir yanda üç sıra karşı yanda. Arkadaki iki sıraya iyi ambalajlanmış büyük karton kutular yerleştirmişlerdi.
En öndeki koltuğa, pencerenin kenarına oturmuştum.
Dışarı baktığımda onun yağmurun altında acele etmeden yürüdüğünü görmüştüm.
Yağmurluğunun yakasını kaldırmış, boynunu içine çekmişti ama sanki yağmur yağmıyormuş gibi yürüyordu.
Islanmaktan ve hepimizin uçağa koşarak binmesinden eğleniyor gibiydi.
Uçağın sararmış mikaya benzer penceresinden ve sulanıl yarattığı o ıslak perdenin arasından yüzünde bir gülümseme gördüm gibi geldi ama bunu ben uydurmuş da olabilirdim.
Uçağa bindiğinde sırılsıklamdı ve gerçekten gülümsüyordu.
Havaalanında konuştuğu pilotun yanına oturacağını düşündüm ama o sırada kokpidn kapısı açılmış, kulaklıklarını boynuna indirmiş genç bir pilot, arkadaki pilota, “Gelsene, demişti, “konuşa konuşa gideriz.” Bunu söylerken genç kadını da başıyla selamlamıştı.
Pilot kalkıp öne yürürken, o bir an kararsız kalmış, sonra gelip benim yanıma oturmuştu.
Kendini bir açıklama yapma zorunda hissetmişti sanırım:
Uçaktan korkuyorum, demişti.
Ama bütün pilotları da tanıyorsunuz galiba, demiştim.
Buradaki pilottan tanırım, uçuş dersleri alıyorum… Tahir abi, havaalanında gördüğünüz pilot, tarım ilaçlaması yapağı uçakla uçuş dersleri de veriyor.
Uçuş dersi alırken uçaktan korkmuyor musunuz?
Omuzlarını silkmişti.
Korkuyorum.
O sırada uçak hareketlenmişti, oturduğu yerde yağmurluğunu çıkarıp, yan dönerek arka koltuğa atmıştı.
Tam kalkışa geçerken koltuğun kenarlarını tutup sıktığını, parmaklarının eklem yerlerinin beyazlaşağını görmüştüm.
Korkmayın, demiştim.
Ben alışkınım, demişti. Korkmayı severim. Yalnız korktuğum zaman çok konuşuyorum, sıkılır mısınız?
Fısıltılı sesini motor gürültüsünden zor duyuyordum.
Sıkılmam, demiştim.
Ne iş yapıyorsunuz, demişti.
Yazı yazıyorum.
Ne yazıyorsunuz?
Roman.
Adınız ne?
Tanımazsınız.
Tanımam herhalde, artık pek kitap okumuyorum. Çocukken çok okurdum.
Birden durmuş, sonra gülümseyerek eklemişti, “Sizinle tanışan herkes, çocukken çok okuduğunu söylüyor, değil mi?” demişti.
Evet, demiştim, büyüdükten sonra okuyanlara pek rastlamıyorum.
Üzülüyor musunuz?
Neye?
Kitaplarınızı okumamalarına?
Ben alışkınım, üzülmeyi severim.
Gülmüştü.
Şimdi düşündüğümde asıl ilgimi o gülüşüyle çektiğini düşünüyorum, onun üç cümle önceki bir söze yapılan göndermeyi böylesine çabuk kavrayıp gülmesi hoşuma gitmişti.
Uçak aniden sarsılınca kolumu tutup sıkmıştı.
Galiba o anda, hayatımın değişeceğini hissetmiştim, bunu anlatmak çok zor, o gülüş ve hemen ardından gelen o tutuşun bir başlangıç olduğunu nasıl anlamış olduğumu anlatamam, sadece anlamıştım işte.
İnsanların böyle hissettiği sık olur, o anda hissettikleri gerçekleşirse daha sonra “Hissetmiştim” derler, gerçekleşmezse unutur giderler, bunu biliyorum.
Bu, öyle bir şey değildi.
Ondan, onun etkisinden kurtulamayacağımı, sürükleneceğimi, hem de çok karanlık yerlere sürükleneceğimi ve sürüklenmek istediğimi de aynı anda sezmiştim sanınm.
Bana aşktan bile daha tehlikeli ve daha kuvvetli bir başka ilişkinin ve duygunun olabileceğini öğreteceğini ise henüz bilmiyordum.
Heyecanlanmıştım.
Benim için en tehlikeli şeyin bu heyecan duygusu olduğunun farkındaydım.
Her heyecan, hatta heyecan ihtimali beni çekerdi, duraklamadan onun üstüne doğru yürürdüm, içinde yem olan bir tuzağa yürüyen bir hayvan gibi yürürdüm, orada tekinsiz bir şey olduğunu bile bile yürürdüm.
Belki de bütün bunları unutacaktım.
Eğer akşam bomboş dönüş uçağında tek başıma oturup başımı pencereye dayadığım sırada camda onun yansımasını fark edip başımı çevirdiğimde, onun ayakta durup bana baktığını ve elinde benim bütün romanlarımın olduğunu görmeseydim.
Ah romanlarımız, en meşum ve en zayıf yanlarımız, Tanrı’nın bizi dokunulmazlık sularına batırırken tuttuğu topuğumuz…
Kitaplarımı tutan elini, tek tek bütün parmaklarını, parmaklarının arasından kopuk kopuk harfler halinde ismimi, Selçuklu sikkesinden yapılmışa benzeyen işlemeli zarif yüzüğünü gördüm, bütün vücudunun, keten ceketinin içindeki beyaz gömleğinden fark edilen göğsünün, karnının, kasıklarının sıcaklığını hissettim.
Sadece kitaplarımı onun elinde görmek bile bunları hissetmeme yetti çünkü zavallı bir romancıyım ben, insanların arasında peygamber olduğunu bir türlü kanıatlayamadan dolaşan bir peygamberim, varlığımı ilk gören kula tapmaya hazırım, ona mabetler, ibadethaneler, sunaklar yaparım, sihirli iksirler sunar, onları onunla içerim.
Nereden buldun onları, demiştim sanki çok eskiden beri tanışıyormuşuz gibi.
Yanıma otururken, “Raflarında kitaplar olan bir dükkândan” demişti gülerek.
Benim kitaplarımı satan dükkânlar da mı varmış?
Kitaplarımı o kadar uzun zamandır kimse okumuyordu ki artık onların hiçbir yerde satılmadığını düşünüyordum.
Bu akşam en azından bir tanesini okuyacağım, demişti.
Beğenecek misin?
Bilmem, okuyunca anlayacağım.
Peki, şöyle yapalım, kitabı oku, eğer beğenirsen yarın öğlen istasyonun yanındaki o eski lokantaya gel. Beğenmezsen gelme.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSon Oyun
- Sayfa Sayısı416
- YazarAhmet Altan
- ISBN9786051416427
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviEverest Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mor Salkımlı Sokak ~ Payelll
Mor Salkımlı Sokak
Payelll
Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yaşıyor Ahu, Mor Salkımlı Sokak’ta. Komşuluk bağlarının hâlâ canlı olduğu, annelerin her mecliste oğullarına kız baktığı, yirmi beş yaşında olan...
- Küller ~ Halide Nusret Zorlutuna
Küller
Halide Nusret Zorlutuna
Halide Nusret Zorlutunanın 19 yaşında kaleme aldığı ilk romanı Küller naif bir aşk hikayesinin ailenin genç kuşak fertlerinden birine mektuplar aracılığıyla anlatılmasından oluşuyor. Büyük...
- Beyinsiz Adam Yazıklar Olsun ~ Hakim Türkmen
Beyinsiz Adam Yazıklar Olsun
Hakim Türkmen
Hayatta en çok çayı seven, yıllarca Jean-Jacques Rousseau, Sokrates okuduğu halde dönüp dolaşıp babaannesinin laflarını hatırlayan, gündelik dertleri önemsemeyen, üşengeçlikte sınır tanımayan bir genç...