“Tüm hayatımı hiçbir yere ait olmadan geçirmiştim ve bu değişmek üzereydi.”
Bryn Roth, on sekizinci yaş gününde dayısı Henrik’ten gelen bir mektupla hayatını tamamen değiştirecek bir yolculuğun eşiğinde bulmuştu kendini. Bastian şehrine geri dönmek, yalnızca uzun zamandır görmediği ailesine kavuşma fırsatını beraberinde getirmekle kalmayacak, aynı zamanda Roth ailesinin karmaşık ve tehlikeli dünyasına da adım atmasını sağlayacaktı.
Bryn, bu ailede söz sahibi olabilmek istiyorsa önce herkesin güvenini kazanması gerektiğini biliyordu. Fakat çok geçmeden, Roth ailesinin Bastian şehrine yayılmış saygınlıklarının ardında karanlık sırların saklandığını öğrenecekti. Ailenin yıllar önce anne ve babasının ölümüne neden olan kirli işlerle hâlâ iç içe olduğunu fark etmek, Bryn’i geçmişiyle yüzleşmek zorunda bırakacaktı.
Önünde kalbini adadığı yasak bir aşk ve üstesinden gelmesi gereken tehlikeli bir iş varken, Bryn’in Roth ailesine kabul edilmesi için ödemesi gereken bedel düşündüğünden çok daha büyük olacaktı.
“Viktorya Dönemi’nin izlerine sahip bu hızlı tempolu roman skandal, entrika ve elbette romantizmle dolu… Aklınızı başınızdanalacak enfes aşk hikâyesiyle bu kitabı elinizden düşüremeyeceksiniz.”
—Kirkus
“Görkemli bir şekilde betimlenmiş bu tarihi romanda Young; aile, sadakat ve kendi kaderini çizmek kavramlarını ustalıkla işliyor.”
—Publishers Weekly
****
BİR
Rıhtım bir hanımefendiye göre bir yer değildi. Eteklerimi toplayıp etek uçlarımın çoktan sırılsıklam olduğunu fark ederken büyük teyzem Sariah’nın sözleri şiddetli yağmurun ritmiyle zihnimde yankılanıyordu. Onun gözetiminde geçirdiğim yıllar boyunca bana verdiği birçok nasihatten biriydi. Büyük teyzem birçok şey olabilirdi ama bir hanımefendi olmadığı kesindi. Sağanaktan uzak durmaya çalışarak limanın girişinin altında durduğum yerde, basamaklardan aşağı ince bir su süzülüyordu. Eteklerimi iyice kaldırıp bir kez daha sokağa baktım. Bastian şehri griydi, sivri çatıları yoğun, beyaz bir sisle çevriliydi. Jasper’la tam vaktinde gelmiştim ama dayımın ısrarına rağmen kimse beni karşılamaya gelmemişti. Yanımdan hızla geçen bir grup adam beni tepeden tırnağa süzünce kenara çekildim. Sariah’nın bana giydirdiği gülünç elbise seyyar satıcılar, balıkçılar ve rıhtımı dolduran alım satımla meşgul mürettebatın arasında oldukça göze batıyordu. Fakat tüm hayatımı hiçbir yere ait olmadan geçirmiştim ve bu değişmek üzereydi.
Şiddetlenen rüzgâr yanaklarımı sızlattı ve sıkı sıkıya topladığım saçımdan birkaç tutamı uçuşturdu. Murrow gelene kadar bir balıkçı ağıyla sudan çıkarılmış gibi görünecektim. Eteklerim her geçen dakika ağırlaşıyordu. Küfredip elimi cebimdeki mektuba uzattım. Beklenildiği gibi on sekizinci yaş günümün sabahı varmıştı. Üzerimde fırfırlı elbisemle çay fincanımı dökmeden tutmayı öğrendiğim çocukluk günlerimden beri mektuptan haberim vardı. Nimsmire’daki tüm anılarımda peşimi bırakmayan bir alametti. On sekiz yaşına girdiğim günün sabahı, balkonun merdivenlerinden indiğimde onu kahvaltı masasında açılmamış bir şekilde dururken buldum. Büyük teyzem gözlüğü burnunun ucunda, mektubun yanında oturmuş, sayısız işletmelerinin sabah raporlarını okuyordu. Sanki sıradan bir günmüş gibi. Sanki balmumuyla mühürlenmiş o zarf teslim edildiğinden beri soluduğumuz hava değişmemiş gibi. Ama değişmişti. Parşömenin yumuşak kenarlarını tutup onu cebimden çıkardım. Tekrar tekrar katlayıp açtığım yerleri aşınmıştı. Kelimeleri ezberlemiş olmama rağmen onları tekrar okudum. Bryn, Eve dönme vaktin geldi. Bastian’a gelmen için Nimsmire’dan kalkan Jasper’da sana bir yer ayırttım. Murrow seni limanda bekleyecek. Henrik Roth Bu bir davet ya da talep değildi. Dayım beni eve çağırıyordu; annemle babam öldükten sonra yaptığı anlaşmanın bir parçasıydı. Elyazısı neredeyse kusursuzdu, bembeyaz parşömenin üzerine simsiyah mürekkeple yazdığı kelimeleri hafif yana yatıktı. Fakat tüy kalem kelimelerin sonuna inceliksiz bir çizgi bırakmıştı. Hatta oldukça kabaydı.
Bu düşünce içimi ürpertti. Dişlerimi sıkarak mektubu tekrar katlayıp pelerinimin içine soktum. Beni Nimsmire’dan Bastian’a çağırmıştı ama limana gelip bizzat karşılama nezaketini göstermemişti. Sariah’nın bana yeğeni hakkında anlattığı şeylere bakılırsa hiç şaşırtıcı değildi. Karşıda sisin altına gizlenmiş, hatırlayamadığım büyükşehir, kayalık kıyı şeridi boyunca uzanıp tepelerde gözden kayboluyordu. Büyük teyzemin kollarında beni buradan götüren gemiye bindiğimden bu yana on dört sene geçmişti. Küçükken bana asla yalan söylemeyeceğine dair söz vermişti. Yıllar boyunca burada bıraktığımız aile hakkındaki sorularımı kararan bakışlarla yanıtlamıştı. Fakat verdiği yanıtlar beni genellikle o soruları sorduğuma pişman ederdi. Çünkü Nimsmire’daki en saygın aristokratlardan birinin yeğeni olmama rağmen, asla kurtulamayacağım bir şey vardı: İsmim. Bryn Roth. Bu konuda hiçbir zaman seçeneğim olmamıştı. Kahverengi gözlü olmam ya da her iki elimde de beş parmağımın olması kadar basit ve net bir gerçekti. Nimsmire’daki tüccar ailelerin kızları kendilerine birer eş bulurken ve kendi işlerini kurarken, ben dayımın mektubunu bekledim. Hayatım boyunca bir gün Bastian’a gideceğimi biliyordum. Hatta, Sariah’nın dikkatli gözlerinin önünden kaybolacağım ve yaşıtlarımın kasvetli kaderinden kaçacağım o günü iple çekiyordum. Ticarethanenin açılışını haber veren limanın çanı çaldı. Rotalarındaki bir sonraki liman şehrine doğru yola çıkmadan önce mallarını almak için tüccarlar çoktan uzun bir sıra oluşturmuşlardı. Birçoğu bana bakıp ayaklarımın dibindeki sandığı süzdüler. Sariah’nın benim için topladığı şeylerle –elbiseler, ayakkabılar ve mücevherlerle– doluydu. Benim zırhım, derdi. Bastian’da işe yarayacaksam bunlara ihtiyacım olacağını söylerdi. Ne de olsa bu yüzden buradaydım. Sandığa bakıp onu taşıyıp taşıyamayacağımı düşündüm. Bu kahrolası ağır eteklerle onu taşımam imkânsızdı. Biri beni almaya gelmezse sandığı Aşağı Vale’a teslim etmesi için birini tutmam gerekecekti. Bunu yaparsam sandığı tekrar görme şansımın elbisemin eteklerindeki çamuru çıkarma şansımla aynı olduğunu düşünüyordum. Bir an için bunun o kadar da kötü bir şey olmayabileceğini düşündüm. “Uzun süredir görülmeyen Roth!” Soğuk rüzgârın taşıdığı sakin bir ses beni buldu. “Nihayet evine döndün.” Eteklerimi bırakıp etrafımda dönerek onu bulana kadar sokaktaki yüzlere baktım. Üzerinde kaliteli bir yün palto olan genç bir adam bir ayağını diğerinin önüne doğru atmış, karşıdaki sokak lambası direğine yaslandığı yerden beni izliyordu. Saçının her iki tarafı kısa kesilmişti ama tepesinde bir öbek hâlinde koyu renk bukleleri vardı. Genç adam çarpık bir şekilde sırıtırken kaşlarımı çattım. “Murrow?” Kocaman gülümsedi. “Bryn.” “Ne zamandır orada dikiliyorsun?” diye çıkıştım, sandığı bırakıp basamakları tırmanarak. Keskin hatlı, yakışıklı bir yüzü vardı ama asıl dikkatimi çeken gözleriydi. Bir anda ışığı yansıtan solgun, gümüşi bir griydi. Başıyla beni selamlayıp direkten ayrıldı ve ellerini ceketinin ceplerine soktu. “Yeterince uzun bir süredir.” Yavaşça bana doğru yürüdü, boyunun ne kadar uzun olduğunu ancak aramızda birkaç adım kalınca anladım. Karşımda dikilip başını eğerek yüzüme baktı. “Seni görmek güzel, kuzen.” Ona dik dik baktım. “Henrik mektubunda beni bekleyeceğini yazmış.” “Bekliyordum.” Sariah bana Murrow’dan bahsetmişti. Bir serseri olduğunu söylemişti. Nimsmire’a gitmek için Bastian’dan ayrıldığında küçük bir oğlandı ama tüm soyağacı zihnime kazınmıştı, orada yaşayan her isim hafızama damgalanmıştı. Bana göre Rothlara dair hikâyeler tüccarların ibret aldığı olağanüstü efsanelerden farksızdı. “Sariah seninle gelmedi mi?” diye sordu dalgın bir şekilde cep saatine bakarak. “Hayır.” Aslına bakılırsa Sariah benimle gelmeyi reddetmişti. Bastian’dan ayrılırken şehre bir daha adımını atmayacağına dair yemin etmişti ve bu tutmaya kararlı olduğu bir başka sözdü. “Pekâlâ.” Murrow içini çekti. “Hadi gel.” Çenesiyle limanın girişine doğru işaret edip beni beklemeden rıhtımda ilerledi. “Ama eşyalarım.” Arkamı döndüğümde, basamakların dibinde duran sandığın ortada olmadığını gördüm. Murrow’un başının diğerlerinin tepesinde yükselip alçaldığını görmek için sokağa göz gezdirdiğimde, önünde yürüyen iki adamın sandığımı kabaca omuzlarında taşıdıklarını gördüm. “Bekle!” diye seslenip onlara yetişmek için acele ettim. Ona yetişebileceğim kadar yavaşlayan Murrow şapkasını gözlerinin üzerine indirdi. Yağmur küçük elmaslar gibi koyu gri tüvidin üzerinde birikiyordu ve altın cep saatinin yeleğinden cebine uzanan zinciri parlıyordu. İlk bakışta Nimsmire’daki her genç erkek gibi şık giyimliydi ama ifadesinde bir haşinlik vardı. Murrow yanımızdan geçen bir adamı şapkasıyla selamlayınca, adam kaşlarını çatıp bir adım geri çekildi. Murrow hoşuna gitmiş gibi güldü. “Gecikirsek hoşuna gitmez.” “Kimin?” Şaşkınlıkla adama baktım. “Henrik.” Murrow beni duraksatan bir kesinlikle ismini söyledi. Dayım Henrik nesillerdir devam eden sahte değerli taş ticaretinin reisiydi. İşi büyük teyzemin erkek kardeşinden, babası Felix’ten devralmıştı. Anne babam ters giden bir ticari anlaşmada öldürülünce Sariah, Henrik’le bir anlaşma yapmıştı. Henrik büyük teyzemin, aile işinin tehlikelerinden uzakta, Nimsmire’da beni büyütmesine izin verirse, on sekizinci doğum günümde beni geri alabilecekti. Henrik anlaşmanın üzerine düşen kısmını yerine getirmişti. Şimdi sözünü tutma sırası büyük teyzemdeydi.
“Yolculuk nasıldı?” Murrow adımlarını hızlandırdı. Bir su birikintisine dalıp kırmızı erik satan köhne bir el arabasından kaçarken eteklerimi kaldırdım. “İyiydi.” Gemide sadece bir gece geçirmiş ve uyumamıştım, onun yerine parasını Henrik’in ödediği özel kamaranın penceresinden yıldızları seyretmiştim. Sariah’yı ve gitmeme izin vermeden önce beni kendisine doğru çekip yanağımı nasıl öptüğünü düşünmüştüm. Korkudan midemin kasılmasına sebep olan nadir bir şefkat gösterisiydi. Yumuşak teni soğuktu ve bir an için, “Bu onu son görüşüm olabilir,” diye içimden geçirmiştim. Yine de bir damla bile gözyaşı dökmeden yanından ayrılmıştım. Bana okuma-yazma ve tüm değerli taşların isimlerini öğretmesinin yanı sıra, Sariah nasıl davranmam gerektiğini de öğretmişti. Onun gözlerinde kaderini kabullenmeyi reddeden birinden daha uygunsuzu yoktu. “Beni hatırlamıyorsun, değil mi?” dedi Murrow birdenbire yolun ortasında durarak. Yüzüne bakıp gözlerimi gözlerine diktim. Hatırlamıyordum. Nimsmire’dan önceki günleri hatırladığımı sandığım anlar vardı. Gerçekçi bir rüyadan uyandığımda, hayal meyal tanıdığım görüntüler gözlerimin önünde dağılırlardı. Ama onlara doğru her uzandığımda elimden kaçar ve bir kez daha geçmişte kaybolurlardı. “Hayır,” diye yanıtladım. “Sen beni hatırlıyor musun?” Murrow anılarını inceliyormuş gibi gözlerini kıstı. “Belki.” Başka bir söz söylemeden bir sonraki sokağa döndü. Dudaklarımdan yarı şaşkın bir kahkaha çıktıktan sonra onu takip ettim. Soylu gibi görünebilirdi fakat Murrow birlikte büyüdüğüm insanlardan farklı bir yaratıktı. Sinsi bir espri anlayışı vardı ve bunun içimi rahatlatması mı yoksa beni sinir etmesi mi gerektiğinden emin değildim. İlerideki demir kemerli geçidin ötesine doğru onu takip ettim, sıra sıra dizili binaların arasında birbirlerine girmiş gibi görünen sokaklar vardı. Süzülen ışık çatıların üzerine bir parlaklık veriyor ve puslu pencerelerden yansıyordu. Her tarafta kaldırımlar insanlarla doluydu ve soğuk havaya yoğun bir deniz suyu ve pişmiş ekmek kokusu sinmişti. Bakımlı bir anacaddesi ve küçük bir limanı olan ufak ve ilginç Nimsmire’a hiç benzemiyordu. Bir saniyeliğine, bu şehri hatırlayabileceğim hissine kapıldım. Sanki öylece duran dört yaşındaki hâlimi ve elimden tutan Sariah’nın beni limana doğru çektiğini görebiliyordum. Ama zihnimde tutmaya çalıştığım görüntüyü oluşturan lifler bir kez daha yıpranıp çözüldüler. Önümüzde, Bastian’ın bir kitap gibi gözler önüne serildiğini görünce dudaklarımda hafif bir gülümseme belirdi. Hikâyelerle dolu bir şehirdi. Ama hepsinin mutlu bir sonu yoktu.
İKİ
Ev, bir ev gibi değildi. En azından alışık olduğum türden bir ev değildi. Murrow çatlak kaldırım taşlarıyla döşenmiş bir sokakta iki binanın arasına sıkıştırılmış dar tuğla katmanının önünde durdu. Yağmur nihayet durmuştu ama sokağa bakan bir dizi pencerenin tepesindeki çatının köşelerinden hâlâ damlalar süzülüyordu. İlk olarak büyük büyükbabam Sawyer Roth’un ikamet ettiği atalardan kalma bir evdi. Sariah’ya göre Rothlar hep bu evin çatısının altında yaşamışlardı ama Nimsmire’da büyüdüğüm malikâneye kıyasla burası bir ağıl sayılırdı. Koyu renkli şehir evinin cephesine dikkatle bakarken eteklerimin içinde yumruklarımı sıktım. Pencerelerin birinde belli belirsizce kımıldayan bir perde dikkatimi çekti. Fakat camın ardında sadece karanlık vardı. Murrow cebinden bir anahtar çıkardı ve onu kilitte çevirirken anahtar tıkırdadı. Köşeyi döndüğümüzde sandığım basamakların yanında bekliyordu, pazarda birinin onu alıp götürmediğini görünce hayal kırıklığına uğrayıp kaşlarımı çatmıştım. İçindekiler ayak bileğime dolanmış bir zincir gibiydi, oynamak için doğduğum rolden uzaklaşmama engel oluyorlardı. Aşağı Vale’ın işlek anacaddesinden uzakta kalan sokağın bu ucu boştu ve yerdeki çamurda ayak izleri yoktu. Bu taraftan çok fazla insanın geçmediği aşikârdı ve geçmeyeceklerdi de. Rothlarla işi olan kişiler güpegündüz bu kapıyı çalacak türde insanlar değillerdi. Kapı sert bir gıcırtıyla açıldı ve küçük, asık bir surat karanlıktan dışarı baktı. Murrow’u görünce oğlanın dudaklarında bir gülümseme belirdi ve kapıyı iyice açtı. Kaşlarımı çatarak onu baştan aşağı süzdüm. En fazla on yaşında olmalıydı fakat Murrow’unkine benzer ısmarlama bir ceket ve pantolon giymişti, oğlanınki gri yerine koyu mavi tüvitten dikilmişti. Beyaz gömleği bile tertemiz ve kırışıksızdı. “Bu o mu?” Çayla birlikte servis edilen, yenilmeyi bekleyen bir kekmişim gibi beni tepeden tırnağa süzdü. “Evet,” diye yanıtladı Murrow, içeri girerken oğlanın kusursuzca taranmış saçını karıştırdı. Oğlan homurdanarak onu itti, basamakları çıkmadan önce duraksadım. Kapı açık dururken, ev ağzını açmış ve dilini dışarı çıkarmış bir canavara benziyordu. “Geliyor musun?” Murrow yanıtımı beklemeden loş holde gözden kayboldu. Bir kez daha sokağa baktım. Ne görmeyi beklediğimi bilmiyordum. Rothlar Aşağı Vale’ın sıradan sakinleri değillerdi, onun sahipleriydiler. Şehrin bu kesiminde muhtemelen bu çatının altından daha güvenli bir yer yoktu. Öyleyse neden tehlikeli bir eşiği geçiyormuşum gibi hissediyordum? İçeri girip tokasını açtığım pelerinimin omuzlarımdan düşmesine izin verirken, oğlan kapıyı arkamdan kapattı. “Adım Tru.” Başparmaklarını pantolon askısına takıp ışıl ışıl gülümseyerek beni izledi. Gözlerindeki şakacı pırıltı dışında minyatür bir adama benziyordu.
Tru. Aileye dair tuttuğum zihinsel kayıtların arasında ismi buldum. Dayım Noel’in büyük oğluydu. “Ben Bryn. Tanıştığımıza sevindim.” “Yapman gereken bir işin yok mu?” Murrow oğlana tek kaşını kaldırdı, daha rahat bir şekilde açık kalması için ceketinin düğmelerini çözdü. Tru içini çektikten sonra topuklarının üzerinde dönüp istemeye istemeye üst kata çıktı. Basamaklar kıvrılarak yükseliyorlardı, oğlan duvarların ardından gelen ayak seslerinden başka bir şey bırakmadan gözden kayboldu. Ev soğuktu, gözlerim girişte dolaşırken soğuk hassas tenime battı. Eski ahşap kaplamalar bir geminin kamarası gibi duvarlara uzanıyordu ama hol koyu kırmızı duvar kâğıdıyla kaplanmıştı. Tavan boyunca bazı köşelerde duvar kâğıdı rutubetten dalgalanıp kıvrılmıştı ve duvarlarda pirinç altlıkları acilen parlatılması gereken birkaç gaz lambası yanıyordu. “Biliyor musun, aynısın,” dedi Murrow birdenbire. Pelerinimi almak için elini uzattı. Pelerinimi verirken yanaklarımın kızardığını hissettim. “Beni hatırlıyor musun?” “Ah, seni hatırlıyorum.” Yine çarpık bir şekilde gülümseyip pelerini duvardaki askılardan birine astı. “Huysuzluğunu da hatırlıyorum.” Kaşlarımı çattım. Sariah burada olsaydı, bana imalı bir bakış atardı. Huysuzluğum düzeltemediği birkaç pürüzümden biriydi. Murrow’un onu tanımadığım şekilde beni hatırlamasından hoşlanmadım. Rothlarla ilgili hikâyeler dinleyerek büyümüştüm, peki onlar benim hakkımda ne tür hikâyeler duymuşlardı? Belki de hiç. Henrik’le çakışan işleri hakkında mecburi yazışmaları hariç büyük teyzem bu şehirden ayrıldığımızdan beri aileyle görüşmemişti. Nimsmire’daki malikânesi ve aile hissesini Bastian’dan yönetme becerisi erkek kardeşi Felix’in ona sağladığı bir ayrıcalıktı ama Felix artık hayatta olmadığı için işler Henrik tarafından sürdürülüyordu. Anladığım kadarıyla Sariah herhangi bir konuda ona karşı çıkarak dayımın gazabını üzerine çekmek istemiyordu. Dayımın mektubu geldiğinde büyük teyzemin eşyalarımı tereddütsüzce toplamasının sebebi buydu. Sırf bu hareketi bile hayatım boyunca bana Rothlar hakkında anlattıklarından çok daha fazla şey ifade ediyordu. Murrow loş bir koridorda bana rehberlik etti, ufak tefek bir kadının kasap kütüğünün başında sert bir hamur yoğurduğu mutfağın önünden geçtik. Kadın bana bakarken soğuk tonlu altın rengi bukleleri gözlerine düştü ama Murrow durmayıp kapının önünden geçti. Onun peşinden köşeyi döndüm, siyaha boyalı, bronz saplı bir çift kapının önünde beni bekliyordu. O âna kadar evin ne kadar sessiz olduğunu fark etmemiştim. Yaşanmış ya da duvarlarının arasında insanlar olan bir ev gibi gelmiyordu. Odalar yıllardır boşmuş, şömineler soğukmuş gibi huzursuzluk vericiydi. Murrow kapının koluna uzanınca iki parmağımı kolunun kıvrımına koyarak onu durdurdum. “Nasıl biri?” diye sordum, sesimin temkinli olmaktan ziyade meraklı çıkmasına özen göstererek. Açıkçası, biraz dehşete düşmüştüm. Sebebinden emin değildim. Buraya davet edilmiştim ama evin alışılmadık havası bana davetsiz bir misafirmişim gibi hissettiriyordu. Murrow kapının kolunu bırakıp bana doğru döndü, yüksek bir pencereden süzülen ışık yüzünün sadece yarısını aydınlatıyordu. “Henrik mi?” “Evet.” Bir an için sorum karşısında neredeyse şüpheli göründü. Başını hafifçe eğdi ama dudakları bükülünce vereceği yanıtı düşündüğünü anladım. “O… ciddi biri. Becerikli. Zeki. Onun için sadakatten daha önemli bir şey yoktur.” Sözlerinde neredeyse içimi rahatlatan sakin bir dürüstlük vardı. Ama tekrar kapıya uzanınca duraksadı. “Ama Bryn?”
Yüzüne bakarken eteklerimi düzelttim. “Ne?” Çenesindeki bir kas seğirdi. “Sakın, sakın onu sinirlendirme.” Mideme bir taş düşerken kapı ardına kadar açıldı ve koridora taşan ateşin sıcaklığı tüylerimi diken diken edip etrafımı sardı. Aydınlatılmış şöminenin önüne yerleştirilmiş cilalı, ahşap bir masanın olduğu bir çalışma odasıydı. Masanın bir köşesine kullanılmamış parşömenler, diğerine bir tüy kalem ve mürekkep hokkası düzgünce dizilmişlerdi. Ortasında küçük, deri bir defter vardı. Odanın kenarlarına pek ulaşmayan ışık, gürül gürül yanan ateş dışında her şeyi hafifçe karanlıkta bırakıyordu, şömine rafı purolar, sığırkuyruğu kutuları ve ıvır zıvırla doluydu. Ama içeri girerken bakışlarım arkamızdaki duvara kaydı. Kısa duvarda, yaldızlı çerçeveleriyle asılı portreler karmaşık bir takımyıldız gibi bir araya toplanmışlardı. Aralarına en belirgin biçimde yerleştirilmiş olan hem evi hem de atölyesinde yürütülen işi kuran büyük büyükbabam Sawyer’ın tablosuydu. Solunda çocukları Felix ve Sariah’nın bir portresi vardı. Sariah’nın genç bir adamken denizde kaybolan tek çocuğu Jori’ninki hemen onların altındaydı. Ama o portrenin yanındaki yer boştu, duvarda sadece solgun renkli bir daire kalmıştı. Şöminenin üzerinde asılı tablo benim için en tanıdık olandı. Üç genç adam ve bir genç kadın birlikte poz vermişlerdi, oğlanların en uzun boylusu diğerlerinin arkasında duruyordu. Onun Henrik olduğunu tahmin ettim. Diğerleri Casimir, Noel ve annem Eden olmalıydılar. En büyükleri Henrik’ten sonra Casimir ve onun ardından üç erkek kardeşin en ufağı Noel geliyordu. Eden tek kızdı, üçüncü sırada doğmuştu. O yüzlerin tanıdık gelen bir yanı vardı ama bunun onları tanıdığım için mi yoksa tanımak istediğim için mi olduğundan emin değildim. Anneme dair bildiğim her şeyi Sariah’nın ağzından duymuştum ve ondan sadece saygıyla fısıldayarak bahsetmişti. Oğlu Jori ölünce Sariah, Eden’a ısınmıştı ve annem öldüğünde çok ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSon Miras
- Sayfa Sayısı280
- YazarAdrienne Young
- ISBN9786256826328
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Parla ~ Jessica Jung
Parla
Jessica Jung
Sen durma parla kimseyi kafana takma Girls’ Generation’ın eski solisti, K-pop efsanesi Jessica Jung Çılgın Zengin Asyalılar ile Dedikoducu Kız’ı buluşturup ışıltılı sahne dünyasının...
- Seçilmiş Kişi ~ Carol Lynch Williams
Seçilmiş Kişi
Carol Lynch Williams
On üç yaşındaki kız, altmış yaşındaki öz amcasıyla yedinci karısı olarak evlendirilmek isteniyor. Çünkü Peygamber Childs onu seçti. On üç yaşındaki Kyra, izole bir...
- Senden Geriye Kalan ~ Emily Henry
Senden Geriye Kalan
Emily Henry
New York Times çoksatan yazarı Colleen Hoover’dan muhteşem bir roman daha… Bu yürek parçalayıcı ama umut dolu hikâyede talihsiz genç bir anne kefaretini ödemek...