lüm tek seferliktir ama kaçmak sonsuza dek sürer…
Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Son Kıta, Avustralya’nın özgün coğrafyasını, tarihini ve kültürünü merkezine alan, zamanlararası bir yol hikâyesi.
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan külliyatın yirmi ikinci halkası olan roman, “Sihirbazlar ve Kahramanlar” alt serisinin de altıncı serüveni.
Evrim, zamanda yolculuk, kabile kültleri, kadim mitler ve akılçelen gerçekler gibi derin mevzuları incelikli bir mizah anlayışıyla kalemine dolayan yazar, Son Kıta ile Disk’in en sevilen “zoraki” kahramanı Rincewind’i yeniden sahalara döndürüyor.
“Sıradışı davranışlar sihirbazlar için son derece sıradandır…”
Ankh-Morpork’tan binlerce kilometre uzakta, kızıl, kurak ve çetin bir diyarda, beline kadar toprağa gömülmüş talihsiz bir adam, kazdıkça kazıyor. Sadece, kazıyor. Bir zamanlar bir “sihirbazz” olduğu rivayet edilen bu adamın tek amacı biraz su bulmak ve mümkünse, yeni tehlikelerden kaçınmak… Evet; her zamanki gibi, kaderin ona biçtiği bir rol var: Hayli gönülsüz olsa da, dünyayı kurtarmak zorunda. Yine. Üstelik aynı sıralarda, o diyarın binlerce senelik mazisinde, hiç olmamış olması gereken şeyler gerçekleşiyor; zira bir grup pervasız sihirbaz küçük bir karıncanın üstüne basıp her şeyi yeniden başlatıyor…
Geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda yaşatarak zamanı alabildiğine esneten “dâhice” bir kurgudan beslenen bu parodik eser, okurlarını Diskdünya’nın kalbinden başlayıp efsanevi XXXX kıtasına uzanan fantastik ve absürt bir yolculuğa çıkarıyor.
Niran Elçi’nin pürüzsüz dili ve Delidolu’nun özenli baskısıyla Türkçede ilk kez yayımlanan Son Kıta; Avustralya’nın alametifarikalarını arkasına alarak, bu kültüre ilgi duyanlar için gayriresmî bir ”yol haritası” çiziyor.
“Yaratıcılar tanrı değildir. Onlar mekânları yaratır, ki bu da hayli zor bir iştir. Tanrıları yaratanlar insanlardır. Ve bu, pek çok şeyi açıklar.”
Diskdünya hem başlı başına bir dünya
hem de dünyaların aynasıdır.
Bu kitap Avustralya hakkında değildir. Hayır.
Bambaşka bir yer hakkındadır. Gerçi şans eseri o yer,
Avustralya’ya biraz benzemektedir.
Yine de… sıkıntı yok, değil mi?
Yıldızların arasında, kabuğunun üzerinde dört fil taşıyan bir kaplumbağa yüzer. Hem kaplumbağa hem de filler, beklenenden daha büyüktür ama orada, yıldızların arasında, “devasa” ile “minicik” arasındaki fark da çok daha küçüktür. Buradaki kaplumbağa ve filler ise bildiğimiz kaplumbağa ve fil standartlarına göre muazzam büyüklüktedir. Onlar, Diskdünya’nın katman katman bulutlarla kaplı engin topraklarını ve okyanuslarını taşırlar sırtlarında. Çokluevrenin daha inceliksiz yerlerindeki canlılar nasıl ki aslında ait oldukları kürelerde yaşamıyorsa, burada da aslında Diskdünya’da yaşamazlar. Tamam, vücutlarının yemek bulup yediği yer bir gezegen olabilir tabii; fakat yaşadıkları yer başkadır:
Onlar, pek münasip bir şekilde, kendi kafaları merkezli, kendilerine ait dünyalarda yaşarlar. Tanrılar, bir araya geldiklerinde, belli bir dünyanın hikâyesinden bahsederler. Astronomik açıdan bakıldığında bu dünyanın “yan komşusu” denebilecek bir başka dünyaya, kıtaları ezip dümdüz eden cinsten muazzam buz tabakaları çarptığında, ilk gezegenin sakinleri ilgiyle seyretmiş ve sonra bu konuda hiçbir şey yapmamıştır; çünkü onlara göre bu tür şeyler yalnızca Derin Uzay’da olurmuştur. Zeki bir tür olsalarmıştır, en azından gidip birilerine şikâyet ederlermiştir, değil mi?
.. Her neyse. Aslında kimse bu hikâyeye ciddi ciddi inanmıyor, çünkü bu kadar aptal bir tür, slud* denen şeyi asla keşfedemezdi. Ama insanlar türlü türlü şeye inanır. Örneğin, yaşlı bir adamın, deri çantasında tüm evreni taşıdığına inanan halklar vardır. Haklıdırlar. Başkaları ise şöyle der: Dur bir dakika, eğer o yaşlı adam tüm evreni bir çantada taşıyorsa, tamam mı, bu adamın kendisini ve çantasını da o çantanın içinde taşıması gerekir, değil mi? Çünkü evren her şeyi içerir. O yaşlı adam da dâhil. Çanta da elbette. Onu ve çantayı içeren çantayı da. Yani, hâliyle. Bunun yanıtı ise şudur: Ee? Belli bir “hakikat” düzeyinde, tüm kabile mitleri gerçektir.
Bir tanrının her şeye kâdir olup olmadığı, minicik bir kuşun bile düşüşünü görüp göremediğine bakarak ölçülür genellikle. Ama yalnızca tek bir tanrı bu olayı izlerken aynı zamanda notlar da alır ve birkaç ayarlama yapar ki bir dahaki sefere kuş daha uzağa ve daha hızlı düşsün. Belki bunun sebebini öğrenebiliriz. Belki insan türünün neden var olduğunu da öğrenebiliriz fakat bu daha karmaşık bir sorudur ve “Olmayıp da ne halt edeceğiz ki?” sorusunu doğurur. Sabrı taşmış bir ilahın, bulutları aralayarak size baktığını ve “Kahretsin, siz hâlâ burada mısınız? Sludu keşfedeli on bin sene olmadı mı!? Pazartesi günü on trilyon ton buz geliyor, ona göre!” dediğini düşünmek korkunç olur. Her neyse. Belki, ornitorenklerin neden var olduğunu bile öğrenebiliriz.
Yoğun, ıslak kar taneleri usulca yuvarlanıyor, Diskdünya’nın en önde gelen büyü okulu Görünmez Üniversite’nin çimenliklerine ve çatılarına yağıyordu. Yapış yapış bir kardı aslında. Mekânı bir tür pahalı-ama-zevksiz süs eşyasına dönüştürüyor; bu soğuk, vahşi gecede bata çıka yürüyen başkapıcı McAbre’ın botlarının tabanlarına yapışıyordu. İki başka kapıcı,* rüzgâra karşı sığındıkları payandanın arkasından çıkıp başkapıcının peşine düştü ve hep birlikte, ciddi bir alay hâlinde ana kapıya yürüdüler. Yüzyıllar öncesine dayanan eski bir gelenekti bu.
Hatta yaz aylarında birkaç turist kapıya gelip seyrederdi. Fakat “Anahtar Teslim Töreni” aslında her mevsimde, her gece düzenlenirdi. Buz, rüzgâr ve kar gibi sıradan olaylar asla kesintiye uğratamazdı onu. Geçmiş zamanlardaki bazı kapıcıların sırf bu töreni gerçekleştirmek için çok dokunaçlı canavarları aşmaları, sel sularını yara yara ilerlemeleri ve melon şapkalarıyla başıboş güvercinleri, harpileri, ejderhaları kovalaması gerekmişti; üstelik tüm bunları, yatak odasının pencerelerini çarparak açıp “Kesin şu kahrolası şamatayı artık! Ne anlamı var bunun!” diye veryansın eden öğretim üyelerini görmezden gelerek yapmışlardı. Yine de durmamışlardı. Durmayı akıllarına bile getirmemişlerdi. Gelenek, bırakılacak şey değildi; gelenek, üzerine bir şeyler daha eklenecek şeydi. Üç kapıcı ana kapının gölgesine geldi. Savrulan karlar onları neredeyse tamamen perdeliyordu. Görev başındaki kapıcı onları bekliyordu. “Durun! Kim Var Orada?” diye bağırdı. McAbre selam verdi. “Rektör’ün Anahtarları!”
“Geç Bakalım, Rektör’ün Anahtarları!” Başkapıcı bir adım öne çıktı, iki kolunu öne uzattı, avuçlarını kendine çevirdi ve uzun zaman önce toprak olmuş eski bir kapıcının iki göğüs cebinin bulunduğu iki yeri elleriyle yokladı. Pat, pat. Ardından kollarını iki yana uzattı ve gergin hareketlerle, ceketinin iki yanını yokladı. Pat, pat. “Lanet Olsun! Yemin Ederim ki Az Önce Buradaydılar!” diye bağırdı, her kelimeyi buldoklara özel bir konsantrasyonla, özenle telaffuz ederek. Görev başındaki kapıcı selam verdi. McAbre da ona selam verdi. “Tüm Ceplerine Baktın mı?” McAbre yine selam verdi. Kapıcı da selam verdi. Melon şapkasının tepesinde küçük bir kar piramidi oluşmaktaydı.
“Şifonyerin Üzerinde Bıraktım Galiba. Hep Aynısı Oluyor, Değil mi?” “Onları Bıraktığın Yeri Unutmamalısın!” “Dur Bir Dakika, Belki de Öteki Ceketimdedir!?” Bu haftanın Öteki-Ceketin-Tutucusu olan genç kapıcı öne çıktı. Her biri diğer ikisine selam verdi. En genç kapıcı boğazını temizledi ve şu sözleri söylemeyi başardı: “Hayır, Ben Oraya… Daha Bu Sabah… Baktım!” McAbre, zor bir işi tamamlamayı başardığı için onu başını sallayarak tebrik etti ve yine ceplerini yokladı. “Dur Dur, Tanrılar Tepemden Bakmasın E mi, Buradaki Cebimdeymiş Meğer! Amma da Aptalım!” “Olsun, Boş Ver, Ben de Sürekli Aynı Şeyi Yapıyorum!” “Yüzüm Kızarmış mı? Bir Gün Kendimi de Unutacağım!” Karanlıkta bir yerde bir pencere gıcırdayarak kalktı. “Ee… pardon beyler…” “İşte Anahtarlar!” dedi McAbre, sesini yükselterek.
“Çok Teşekkür Ederim!” “Diyorum ki, acaba…” diye sızlandı ses, yakınmayı düşündüğü için özür dilercesine. “Her Şey Sağ ve Salim!” diye bağırdı kapıcı, anahtarları geri vererek. “…acaba sesinizi birazcık alçaltsanız…” “Tanrılar Buradaki Herkesi Kutsasın!” diye böğürdü McAbre, kalın ve kırmızı boynundaki damarların şişmesine sebep olarak. “Bir Dahaki Sefere, Nereye Bıraktığına Dikkat Et. Ha! Ha! Ha!” “Ho! Ho! Ho!” diye bağırdı McAbre, öfkeden kendini kaybetmek üzere.
Gergin gergin selam verdi, ayaklarını yere gereğinden de fazla vurarak arkasına döndü ve kadim diyalogun tamamlanması tatminiyle, kendi kendine homurdanarak kapıcı kulübesine geri yürüdü. Üniversite’nin küçük revirinin penceresi yine kapandı. “O adam cidden küfür ettirecek bir gün bana!” dedi Veznedar. Cebini karıştırdı, kurutulmuş kurbağa haplarıyla dolu küçük yeşil kutusunu çıkardı ve kapağı kurcalarken hapların birkaçını düşürdü. “Sürekli hatırlatıcı gönderiyorum. Sözde gelenekmiş ama… Bilmiyorum, adam o kadar büyük bir… yaygarayla yapıyor ki işini!” Burnunu sildi. “Biraz daha iyi mi?” “Hayır, hiç değil,” dedi Dekan. Kütüphaneci, çok ama çok hastaydı. Kar taneleri pencere camına yapışıyordu. Kükreyen şöminenin önünde bir battaniye yığını vardı. Yığın, zaman zaman birazcık ürperiyordu. Sihirbazlar onu endişeyle izliyordu. Çağdaş Rünler Okutmanı, elindeki kitabın sayfalarını aceleyle çeviriyordu. “Peki ama, sırf yaşlılıktan olmadığını nasıl anlayacağız?” dedi. “Bir orangutan ne zaman yaşlanır? Üstelik adam aynı zamanda sihirbaz.
Üstelik, tüm zamanını da Kütüphane’de geçiriyor. Sürekli büyü radyasyonu alıyor. Grip onun biçimsel alanına bir şekilde saldırıyor ama asıl sebep her şey olabilir.” Kütüphaneci hapşırdı. Ve şekil değiştirdi. Sihirbazlar, şimdi rahat bir koltuğa çok benzeyen şeye hüzünle baktılar. Biri, bir sebepten, kızıl kürkle kaplamıştı onu. “Ne yapabiliriz ki?” dedi akademik kadronun en genç elemanı Ponder Stibbons. “Birkaç kırlenti olsa belki kendisini daha mutlu hissedebilirdi,” dedi Ridcully. “Biraz yersiz bir espri oldu bence Rektörüm.” “Niye? Biraz kırıklık hisseden herkes birkaç yastık ister, değil mi?” dedi, hastalık nedir bilmeyen Ridcully. “Bu sabah masaydı. Maundu sanırım. Eh, en azından hakiki rengini koruyabiliyor…” Çağdaş Rünler Okutmanı içini çekerek kitabı kapattı. “Biçim kontrolünü yitirdiği açık,” dedi. “Aslında şaşırtıcı da değil. Şekli bir kez değişti mi, bir dahaki sefere çok daha kolay değişebiliyor ne yazık ki.
Bunu herkes bilir.” Rektör’ün yüzünde donmuş sırıtışa baktı, tekrar içini çekti. Mustrum Ridcully, anlama işini etrafında onun yerine yapacak birileri varsa, hiçbir şeyi anlamama azmiyle tanınırdı. “Canlı bir varlığın şeklini değiştirmek oldukça zordur ama bir kez yapıldı mı, bir daha yapmak çok daha kolay olur,” diye tercüme etti Çağdaş Rünler Okutmanı. “Bir daha de?” “Rektörüm. Kütüphaneci, orangutan olmadan önce insandı. Hatırladınız mı?” “Haa, evet,” dedi Ridcully. “İnsan her şeye nasıl da alışıyor, ne tuhaf… Bizim genç Ponder’a sorarsan zaten orangutanlarla insanlar akrabaymış!”
Diğer sihirbazlar boş boş baktılar. Ponder yüzünü buruşturdu. “Bay Stibbons, görünmez yazıların bazılarını gösterdi bana,” dedi Ridcully. “Cidden, büyüleyici şeyler…” Diğer sihirbazlar, havai fişek fabrikasında sigara içerken yakalanmış bir adama bakarmış gibi baktılar Ponder’a. Kimi suçlayacaklarını artık biliyorlardı. Her zamanki gibi… “Bu… Sizce bu gerçekten akıllıca bir fikir miydi Rektörüm?” dedi Dekan. “Eh, Dekan, buralarda rektör ben olduğuma göre…” dedi Ridcully sakin sakin. “Evet, kör edici ölçüde aşikâr bir gerçek,” dedi Dekan. Sesiyle demir kesebilirdiniz. “İlgi göstermek lazım. Moral için yani,” dedi Ridcully. “Benim kapım her zaman açıktır. Ben kendimi ekibin bir parçası olarak görüyorum.” Ponder yine irkildi. “Orangutanlarla akraba olduğumu falan hiç sanmıyorum ben,” dedi Kıdemli Seyis, düşünceli düşünceli.
“Yani… olsam bilirdim, değil mi? Düğünlerine falan davet edilirdim. Ya da annemle babam, ‘Charlie amca için endişelenme, onun öyle kokması normal,’ gibi şeyler söylerdi. Ya da ne bileyim, duvarlarda portreleri…” Koltuk hapşırdı. Nahoş bir biçimsel kararsızlık ânı yaşandı ve sonra Kütüphaneci yine eski şekline döndü, yerde yattı. Sihirbazlar, bu kez ne olacağını görmek için dikkatle izledi. Gerçekten de Kütüphaneci’nin insan olduğu zamanı hatırlamak zordu. Neye benzediğini, hatta asıl adını bile anımsayan yoktu. Pek çok dengesiz büyü kitabının tehlikeli bir ortamda bir arada saklandığı Görünmez Üniversite Kütüphanesi gibi bir yerde bir büyü patlaması yaşanması elbette her zaman an meselesiydi. Seneler önce böyle bir patlama olmuştu da zaten ve böylece, Kütüphaneci, beklenmedik bir biçimde orangutana dönüşmüştü. O zamandan bu yana bir daha dönüp arkasına bakmamıştı ve artık genellikle aşağı da bakmıyordu. Tek koluyla üst rafa tutunup ayaklarıyla kitap düzenleyen kocaman kıllı şekli, Üniversite camiasında pek seviliyordu. Görev aşkı herkese örnek gösteriliyordu. Bu son cümle kafasına haince girmiş olan Ridcully, Kütüphaneci’nin cenaze töreninde yapacağı konuşmayı yazmakta olduğunu fark etti… “Doktor çağıran oldu mu?” dedi. “Akşam Simit Jimmy’yi getirttik,” dedi Dekan. “Ateşini ölçmeye çalıştı ama ne yazık ki Kütüphaneci onu ısırdı.” “Isırdı mı? Ağzında bir termometre varken mi?”
“Şey… tam olarak değil. Jimmy’yi ısırmasının sebebine parmak bastınız aslında.”* Ortama ağırbaşlı bir sessizlik çöktü. Kıdemli Seyis, orangutanın siyah deri kaplı gevşek elini eline aldı ve dalgın dalgın okşadı. “O kitapta, maymunların nabzı olup olmadığı yazıyor mu?” dedi. “Burnu soğuk mu olmalı mesela, yoksa sıcak mı?” Aynı anda nefeslerini içlerine çeken yarım düzine insanın çıkarabileceği cinsten küçük bir ses duyuldu. Diğer sihirbazlar, Kıdemli Seyis’ten kıyın kıyın uzaklaşmaya başladılar. Birkaç saniyeliğine, ateşin çıtırtıları ve dışarıdaki rüzgârın uğultusundan başka ses duyulmadı. Sonra, sihirbazlar, ayak sürüyerek eski yerlerine döndüler. Kıdemli Seyis, kolları ve bacakları hâlâ yerli yerinde olan birinin şaşkınlığıyla, sivri tepeli şapkasını çok yavaşça çıkardı başından. Bu, bir sihirbazın ancak en ciddi durumlarda yaptığı bir şeydi. “Vay be… demek durum bu kadar vahim,” dedi. “Zavallı adam, yuvasına dönüyor. Gökyüzündeki büyük çöle…”
“Şey, muhtemelen yağmur ormanıdır yalnız,” dedi Stibbons. “Belki Bayan Whitlow ona sıcak, besleyici bir çorba yapabilir?” dedi Çağdaş Rünler Okutmanı. Rektör Ridcully, Üniversite kâhyasının sıcak, besleyici çorbasını düşündü. “Evet, ya öldürür ya ondurur sanırım,” diye mırıldandı. Kütüphaneci’yi dikkatle okşadı. “Merak etme eski dostum. Pek yakında ayaklanmış, Üniversite’ye değerli katkılarda bulunmaya devam ediyor olacaksın.”
“Yumruklanmış,” dedi Dekan yardımseverce. “Bir daha de?” “Ayağa kalkmaktan ziyade yumruklarına dayanarak duruyor ya.” “Koltuk şeklinde olacaksa da, tekerlekleri üzerinde,” dedi Çağdaş Rünler Okutmanı. “Cidden, çok tatsız bu adam,” dedi Rektör. Odadan çıktılar ama koridorda uzaklaşan sesleri duyulmaya devam etti: “Sırt danteli civarı pek solgundu.” “Bir tür tedavisi olmalı kuşkusuz?” “Onsuz buralar aynı olmayacak.” “Kesinlikle benzersiz biri…” Hepsi gittikten sonra Kütüphaneci ihtiyatla uzandı, battaniyelerden birini başına çekti, sıcak su şişesine sarıldı ve hapşırdı. Ve böylece artık iki adet sıcak su şişesi vardı; biri diğerinden çok daha büyüktü ve kılıfı da kızıl kürklü bir ayıcık şeklindeydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSon Kıta
- Sayfa Sayısı376
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349762
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Postane Günlükleri ~ Vigdis Hjorth
Postane Günlükleri
Vigdis Hjorth
Norveç edebiyatının güçlü sesi Vigdis Hjorth’tan günümüz insanının yalnızlaşmasına ve yabancılaşmasına dair bir roman: Postane Günlükleri. Hayatına anlam katma çabasını uzun zaman önce bırakmış,...
- Midwich’in Guguk Kuşları ~ John Wyndham
Midwich’in Guguk Kuşları
John Wyndham
Krizalitler, Chocky, Triffidlerin Günü gibi, bilimkurgu edebiyatının kilometre taşı yapıtlarına imza atan, çağının çok ötesindeki kalemiyle fark yaratan kült yazar John Wyndham’dan, ilk sayfalarından okurun zihnini kıskaca...
- Kristal Kan ~ Nina Blazon
Kristal Kan
Nina Blazon
ZAMANIN KÖŞESİNE TUTUNUP KALMIŞ BİR ŞEHİR… ŞİDDETİN VE BASKININ HÜKÜM SÜRDÜĞÜ BİR ZAMAN VE TÜM BUNLARA RAĞMEN SÜREGELEN YASAK BİR AŞK! Nehir yeşili gözlü...