Gökkuşağından ormanlar dikiyorum şimdi
Bütün renkleri geri getirmeye geliyorum
Ölümümle yaşamımı geri getirmeye geliyorum
Cennette seni bekliyorum
Belki dirilir gönlümün yalnızlığı
Hepsi bir aşk hikâyesi
Hilal…
Akhisarlı zeytinyağı tüccarı bir ailenin, kuşaklardır iyi yetişmiş, görmüş geçirmiş bir neslin son halkası, şehrin en itibarlı adamlarından İsmail Bey’in kızı.
Biraz şımarık, biraz garip, başı renklerle, içindeki seslerle dertte olan Hilal.
Ailesinin herkesten, neredeyse kendilerinden bile sakladığı “gerçek”le şizofren Hilal.
Ve Alparslan…
Akhisar’ın bir başka güç sahibi ailesinin, tütün tarlalarına hükmeden Halil Ağa’nın oğlu.
Babasının eli kolu, her şeyi, geleceği, soyunun yürüyeceği kişi.
Ama itaatkâr, hayalperest üstelik âşık Alparslan. Gönlünü mevsimlik işçi olarak tarlalarında çalışan güzel Zeliha’ya kaptıran ama iradesini eline alamayan Alparslan.
İnsanoğlu, bir başkasının menkıbesine gerçekten nüfuz edebilir mi? Hayat kimin seçimleriyle belirlenir? Hayal ve gerçek arasındaki sınırı kim çizebilir?
Bahadır Yenişehirlioğlu, Son Hasat’ta kendi seçimlerinden mahrum bırakılmış iki karakter üzerinden insanoğlunun güç, itibar, makam ve mevki arzusu karşısındaki zaaflarını sorguluyor.
Kendilerine rağmen ailelerinin seçimiyle bir araya getirilen Hilal ve Alparslan’ın hikâyesinden herkesin hayatını altüst eden bir dram ortaya çıkıyor.
Çarpıcı ve etkileyici kurgusuyla Son Hasat, Bahadır Yenişehirlioğlu’nun kaleminden…
*
Bahar, dallarını serdi sere serpe koynuna günün
Gün şenlendi açılan taze badem çiçekleriyle
Bütün renkleri soldu gecenin,
Karanlığa dair ne varsa
Duvağını sürüyor yeşillenen yolda neşe
Gül yaprakları saçılıyor mutluluğun saçlarına
Tek bir sıkıntı duymak istemiyorum
İçime tünemesin gece kuşları
Korkmasınlar gecenin ayazından ve sırlarından
Leylekler geliyor dört bir yandan
Yuvalar kurulacak baharın saçlarına
Ruhuma
Bedenime
Üreyeceğim, çoğalacağım bu mutlulukla
Kimse bozamayacak
Mutluluğun yuvalarını korkularıyla
Varlığım ayet ler gibi sade, temiz ve kutsanmış
Okul çıkışı çocukların neşelerini taşıyor özüm
Aşk kadar büyük bir heyecanla çarpıyor kanatlarım
Payıma bunu diliyorum
Evine gelen yorgun bir kocayı muhabbetle sarmayı
Çocuklarına yemek yapan annenin mutluluğunu
Sobası yanmış bir hanenin sıcaklığını
Başka bir şey dilemiyorum payıma
Sade, küçük bir mutluluk
Kırlangıçlar gibi yuvamı örmek
Her bir eklentide nefesimi üfl emek
İçini dayamak döşemek huzurla
Huzurla ölmek istiyorum
Yuvalar kurulacak mutluluğumun saçlarına
Ruhuma
Bedenime
Sevdiğim erkeğin soyunu taşımak istiyorum
Temiz bir evlat
Sarılmak ve uyumak
Yıkamak onu
Sabun kokulu yatağına yatırmak
Çok fazla şey istemiyorum
Payıma bunu diliyorum
Babası yaşadığı kentin tarihini anlatırdı gece yataklarına yattıklarında, masal yerine onun anlattıklarını dinlerlerdi. Ne güzel günlerdi, diye düşündü nice zaman sonra. Hiç korku duymadığı o anlarda bilirdi babasının onu her şeyden ve herkesten koruyabilecek güçte olduğunu. Bilindik bilinmedik bütün kötülüklerden. Kafasının içinde olanlardan bile. Heredot’un anlatımına göre tanrı soylarını belirten, onlara isimlerini veren ve efsanelerini anlatan ilk kişiler Homeros ve Hesiodos’muş. Böyle midir bilinmez, anlatılır işte. Mitoloji ile Akh isar’ın ilişkisini anlatırken Hilal’in babası, bu iki evrensel şairin tanımlamalarından yola çıkarak kurgulardı geçmişi. Kolonileşen site şehirlerinin birbiriyle ticari ilişkileri ve aynı dili konuşan sitelerin bir araya gelmesiyle büyük şehirlerin ortaya çıkmaya başladığını. Hilal’in yaşadığı bu şehir gibi. Ortak mitoloji ve teoloji bu şehrin her bir karışında hissediliyordu adeta. Ne hikâyeler, ne hayatlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor bu antik kentte. Belki bunlardan biri de Hilal’in menkıbesi olacak ileride kim bilir… Bugün, Akhisar civarında bulunm uş antik çağ kalıntılarında, heykellerde, sikkelerde, lahit ve mezar taşlarında gördüğümüz figürlerin öyküleri haykırır bütün yaşanmışlıkları. Her bakan ibret alsın, ibret aldıklarından ders çıkarsın ve anlasın yaşadığı topraklarda olup biteni diye. Bu öyküleri yorumlamaya çalışır uzmanlar. Hayatları, acıları, sevinçleri ve binlerce yıllık menkıbeleri. Böylelikle insanlığa dair ipuçları ortaya koyarlar. İnsanı tanımak kâinatı tanımakla eş değer diye düşünürler sanırım. Bilgiye ulaştıklarında her şeyin daha kolay olacağını ve var olanın, geçmişin ve geleceğin daha bir anlam kazanacağını düşünürler. Aslında kim gerçekten anlayabilir ki geçmişte yaşananları. Geçmişi bütün ayrıntılarıyla bugüne kim taşıyabilir? Hayallerden yola çıkarak bir taşın üzerine nakşedilenleri öyle ya da böyle anlatabilirler belki ama ya o var olanın yaşadığı dönemde çektiği acıları, huzursuzlukları, kaygılarını, sevinçlerini, tutarsızlıklarını, şüphelerini, aşklarını ve belki de kafasının en derin köşelerindeki o tekinsiz sesleri? Bana kalırsa hiç kimse. Anlatılanlar var olanın çok azı olmalı. Ben de Hilal’in menkıbesini dillendirmek istedim. Zira o bunu çok istedi, hissediyorum. Onun yaşadıklarını, var oluşundaki tuhaflığı, eksikliğini ve bütün yaşadıklarını anlatmak istiyorum. Bütün gücümle Hilal’in usul usul üzerini kaplamış pas misali acıyı kazımak istiyorum. Tarih öncesinin en gerilerinden başlayarak Akhisar’ın içinde bulunduğu Lydia bölgesine Kybele adını vermişler. Ne kadar çok nefes var bu topraklarda bilemezsiniz… Ve o denli güçlüler ki, hâlâ soluklarını ensenizde hissediyorsunuz bu topraklara ayak bastığınızda. Kulaklarımıza fısıldıyorlar; soylarını, hayallerini, ihtiraslarını, savaşlarını. Ana tanrıçanın çift yüzlü baltası Hilal’in yaşadığı toprakların simgesi. Çift yüzlü balta girdiği savaşta acımasızmış. Düşmanını çift taraflı olarak kesermiş. Tarih okuyucular böyle anlatırlar, bizler de onların anlattıklarını dinler ve sessizce kabul ederiz. Haklılık payları da yok değil belki ama ben yine de duyguların açıklanamayacağına ve tarihin katmanlarının arasında öylece takılı kalacağına inanırım. Hilal’i bile çözemeyenler binlerce yıl öncesinde kalmış duyguları tabii ki anlatamazlar. Hilal’in içinde yaşayan engereğin Labris gibi onu çift taraflı olarak kesmesini, ruhunu, bedenini, hayallerini, gerçekliğini yok etmesini kim anlatabilir ki gelecek kuşaklara bütünüyle? Bunu ben bile kendime anlatmakta güçlük çekiyorum. Aradığım sorulara cevap bulamıyorum. Başkaları buna çare olacaklar öyle mi? Güler geçerim. Hilal’in kulağına fısıldayan bu sesin sahibini ve binlerce arı vızıltısının beynini uyuşturan titreşimlerini ben bile çözemiyorken bunu kim çözecek? İnanmıyorum velhasıl, hiç ama hiç inanmıyorum. Ama bu bir görev ve ben bildiklerimi, hissettiklerimi anlatmaya çalışacağım. Akhisar’dan çıkan antik paraların hemen hemen tümünde görülen Labris, taşa toprağa kazımış kendini; mührünü vurmuş ve tarihe geçirmiş adını. Hilal’in menkıbesinin bu topraklara kazınması gibi. Mezopotamya’dan Girit’e kadar kutsal bir alet olan Labris’i tarih öncesinden bugüne taşıyanlar onun ne işe yaradığını uzun uzun anlatırlar da ne acılara şahitlik ettiğini asla anlatamazlar. Saklamış kendini yüzyıllardır. Hilal’in içindeki engerek de aynen Labris gibi saklanıyor, onu paramparça ediyor ama bunu kimselere görünmeden, sesini duyurmadan, varlığını ustaca gizleyerek yapıyordu. Bulununcaya dek tabii.
Görebilseydi eğer Hilal geleceği, kutsallığını kadınların işi olan ağaç kesmekten alan Labris’e sahip olup yok ederdi kadınlığını ve bütün doğurganlığını. Sümerlerden Anadolu’ya geçen çift yüzlü baltayı kullanan diğer kavimler gibi, Amazonlar gibi kullanırdı sahip olduğu Labris’i, bundan eminim. Mitolojide Amazon komutanının ismi olduğu söylenen Thyateria yani Akhisar, bu kavim tarafından kurulmuş. Hilal’in tohumları da bu topraklarda yaşayan kavmin izleri üzerinde yeşeriyor. Romalı filozof Gaius Blossius, vali ve kralları; Comalius Sula, Flavius Fimbria, Gaius Lulius Ceasar, Marcus Antonius, Hadrianus, Caracalla, Doğu Roma kralları hemen hemen hepsi Akhisar’a uğrayıp bu toprakları ziyaret etmişler. Bu menkıbeler çekmiş onları bu topraklara. Etkilenmişler ve bu toprağın havasını teneffüs etmek istemişler. Ben de Hilal’in menkıbesinden etkilendim. Bu yüzden bulup çıkarmak istedim onun hikâyesini, bakalım kimler okuyacak ve hissedecek gerçekten benim hissettiklerimi? Bunun ona bir faydası olmayacak. Zaman zaman kendime soruyorum, ne olacak ki onun hikâyesi gelecek nesillere aktarıldığında? Bunun ne faydası olacak? Yaşadıklarına bir çare olacak mı? Zaten yaşamış bitmiş. Kokusu, rengi ona ait. Menkıbesi de öyle. Ama olsun, insanın üremek istemesi bile geleceğe kendinden bir şeyler bırakmak isteği değil mi? Evet, bu duyguya karşı koyamaz insanoğlu, ben de koyamıyorum ve Hilal’in hikâyesini anlatmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Bu benim için adeta geleceğe bir iz bırakmak gibi. Kim bilir belki birileri çıkar, bu yaşananları bir daha düşünür ve aynı hataları tekrar etmez. Yaşadığı onca acıya bir çare bulamayacağım belki ama onun gibilere bir ışık olur belki kim bilir.
Akhisar, Hıristiyanlığın ilk kabul gördüğü, ayrıca ilk yedi kilisenin kur ulduğu yerlerden biriymiş. İncil’in iki bölümünde Akhisar’dan söz edilirmiş. St. Jean, İncil’deki vahiyler (Apocalypse) bölümünde Anadolu’daki yedi kutsal kiliseden bahsedermiş. Ephesos, Smyrna, Pergamon, Thyateria, Sard, Philadelphia ve Laodikeia. Ve onlara yazdığı mektuplarda değişik konulara değinirmiş. Bir mektupta, Akhisar’da İsabel (Jezebel) adlı puta tapan ve yün, keçe, seramik ve bronz işçileri loncalarının yönetimini ele geçiren bir kadından bahsetmiş. İnanç sahiplerinin aklını çelerek kötülük yapan bu kadına karşı, inananlara tedbir ve sebat; paganlara da ceza ve lanetten bahsedilirmiş. Demek ki kadınların önem arz ettiği bu topraklarda Hilal’in hikâyesine de yer var. Bu toprakların insanı Hilal’in lanetinden bahseden de ben olayım. Ben de bu toprakların insanıyım. Bakalım kimler tutacak kelamın büyülü halısının ucundan. Dünya tarihine yön veren Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman, Akhisar’ın da sınırları içinde bulunduğu Magnesia’da yaşayıp padişah olmuşlar. Padişah olma yolunda eğitilen Şehzade Mustafa ve niceleri yağlı iplerle boğulmuşlar bu topraklarda.
Hani adına;
Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı
Ecel Celalileri aldı Mustafa Han’ı.
diye mersiyeler düzülen Şehzade Mustafa. Bu topraklar şehzadeler fidanlığıymış. Şehzadelerden padişah çıkaran bir fidanlık. Yani bereketli. Kendine has ve özellikli topraklar. Toprakların cinsi var derler eskiler. Kimilerine bu saçma gelebilir ama unutulmamalı. Topraklara enerjisini bırakanlar da insanlardır ve insanlar iyi ya da kötü arasında gidip geldikleri anlar içerisinde toprağı etkilerler, topraktan etkilenirler. Bu hep böyle olmuş. Hilal’in fidanını kim payidar yapacak? Söküp aldıkları fidanını kimler büyütecek? Onun fidanı kimlere ana diyecek ve sokulacak koynuna çaresizce? Bu hikâye ne çok sürprizlere gebe. Seğiriyordu babası, annesinin üzerinde. En cevval tohum, uzun ve meşakkatli onca yolu kat ettikten sonra kavuşmayı arzuladığı yumurtaya ulaştı. Annesinin yumurtası yine telaşlıydı, yine korkak ve stresli. Babasının cevval tohumu, “Neden böyle davranıyorsun,” diyerek nazlandı annesinin yumurtasına. “Daha önceki buluşmalarımızda hiçbir sıkıntı yaşadın mı?” diye sordu. Sorduğu soruya yine kendisi cevap verdi. “Hayır, yaşamadın.” “Peki, neden hâlâ bu tedirginliğin?” Yumurta kendisine baskı yapan cevval tohuma daha fazla dayanamadı ve onu içine alarak sarıp sarmaladı. Bu kavuşmanın neticesinde şimşekler çakmaya başladı ama asla daha önceden olduğu gibi değil. Bu kez sanki şimşekler yer kabuğundan gökyüzüne doğru çakıyordu. Sanki bir itiraz ve reddiye g erçekleşmek için çabalıyor ve sinyaller vermeye çalışıyor, işaret fişekleri atıyor da kimse buna aldırış etmiyor gibi. Bu küçük dünyada başlayacak olan hayat, diğerlerinden farklıydı. Ortalık toz duman oldu. Her şey baştan yanlış düğümlendi. Tersten bir kurgu, sıradan olandan ayrı, sıkıntılı, farklı, netameli bir oluş. Büyük bir keşmekeş ve savruluş… Bir şeyler yanlış gidiyor ama bundan geriye dönüş gerçekleştirilemiyordu artık. Daha önceki iki döllenmenin tam aksine, her kaydı başka bir diziye ekliyor, sıralamayı bozuyor ve muhabbetin yerine, gelecek zamanın acılarını nakşediyordu zerrelerine.
Sinsi, iflah olmaz zerre, yumurtanın içerisinde saklandığı yerden çıkmış, olanca gücüyle saldırıyordu muhabbetin özüne. “Bu kadar yıl beklediğim yeter, zaman benim zamanım,” diye. Ne varsa eksiltiyor, sıralamasını bozuyor, büyük bir iştihayla sakat varlığını eklemek istiyordu var olacak olanın bütün hücrelerine. Hilal’in babası annesine sımsıkı sarılmış, bir süre öylece kalmış, sonra sakinlemişti. Ama annesinin içinde yangın başlamıştı bile. Büyük bir yangın, çok büyük bir yangın, kimsenin söndürmeye muktedir olamayacağı, her şeyi yakıp küle döndürecek bir yangın. Doğumdan sonra da kurtulunmayacak bir yangın. İlelebet taşınacak bir yük, bir iç uyuşması. Bir insan anlam veremediği, birbiriyle bir araya getiremediği pek çok görüntünün ve sesin içerisinde gerçek ile gerçeküstünün arasından sıyrılıp bir neticeye nasıl varır? Delicesine sürüklendiği bu yaşamın üstesinden gelmek için nasıl güç bulabilir? Ne çok düş unuttu Hilal. Ama bir tek düş var ki, onu unutması asla mümkün değil. Daima hatırında olsun istiyor bu düş, hep onunla kalsın. Huzur, pür bir huzur, yoğun, kutlu bir huzur düşü. İçinden kaçmak istiyordu. Başka diyarlara göndermek istiyordu bu huzursuzluğu. İçindeki karmaşa sürgünlere gönderilsin, affedilmeyip bir daha geri dönmesin istiyordu. Bu ikili ya şam içinde var olduğu sürece, o sürgünde yaşamaya devam edecekti çünkü. Huzurdan, sessizlikten, dinginlikten tard edilmiş bir sürgün hayatı. Seslerin, sözlerin derinlere düştüğü bir yerde sevilmemiş bir şehir gibidir yalnızlık. Ne sahte ne de gerçek bir rüya bu hayat Hilal için. Uyanıkken duyduğu sesler, görüntüler… Bir o yandan, bir bu yandan, içinden dışarıya doğru doludizgin bir koşuşturma. Hatırlıyordu, bahçeli evi ve o evin duvarlarını. Soğuk mavi duvarlara parmaklarıyla dokunduğu anları. Duvarın üzerindeki boyanın dokusunu hissedişini. Duvarların boyandığı gün bütün eşyaların üzerlerine patiskadan beyaz örtüler serilmişti, eve kar yağmış gibiydi. Sanki hiç yaşanmamış bir ev hissi ya da bir süre sonra dönülecekmiş gibi sonlanma hissi. Hani bir zaman sonra eve döndüğünüzde içerinin o havasız, hafif küf kokusunu duyduğunuzda koşarak önce pencereleri açtığınız an vardır ya o ana ulaşmış gibi hissetmişti kendini. Birden muntazam yerleştirilmiş bütün örtüleri derleyip toplamak geçti içinden, hızla hepsini savurup atmak. Kendine hakim olamadı ve koşarak masanın üzerindeki örtüden başlamak üzere koltukların, konsolun üzerindeki bütün örtüleri birer birer tutup çekti ve aklınca yaşanmamışlığı ya da sona ermişliği yok etmeye çalıştı. Ama annesinin direktifleri ile kendine geldi. Örtüler hâlâ yerli yerinde duruyordu. Annesi, “Kenarları açık kaldı masanın, dikkat edin lütfen. Avizelerin üzerlerine örttüklerinizi iğnelemeyi unutmayın, kayıp düşmesinler…” diye sesleniyordu merdivenlerin orta yerinde. İçinden yenilenme duygusu köpürüyordu Hilal’in. Değişim ve huzur. Bir boya bu kadar mı etkiler insanı? Neden bu kadar etkileniyorum renklerden, diye düşünüyordu. Var olan renkten kurtulacaktı. Böylelikle sevmediği, onu rahatsız eden ne varsa hepsi silinip gidecekti. Bu çirkin rengin gitmesiyle içinde ne var ne yoksa hepsi gidecekti adeta. Böyle hissediyordu.
Fakat kimse ona hangi rengi istediğini sormamıştı. Buna ihtiyaç duymamışlar, akıllarına bile gelmemişti sormak. Babası abanoz ağacından yapılmış merdiven korkuluklarına, yer döşemelerine uyum sağlayacağını söylemişti mavi rengin. Annesi de aynı fikirdeydi. Bu rengin, en güzel zeytin ağaçlarının kütüklerinden kesilmiş ve salonun zeminine döşenmiş rabıtalara çok yakışacağını iddia etmişti. Ama ne Hilal’e sorulmuştu, ne ağabeyine, ne de ablasına. Gerçi onların evin hangi renge boyanıp boyanmayacağı umurlarında değildi, ilgilenmiyorlardı bile. Ama Hilal için renk öyle değildi. Sıradan bir şey değildi. Renk önemliydi. Renk insanı zorluklara sürükler, insana hayaller kurdurur, alıp götürür sizi bilmediğiniz diyarlara. Renk öyle önemsenmeyecek bir şey değildir. Rengin büyüsü vardır, her renginse bir hikâyesi. Bütün renkler analarından ayrıldıklarında her biri ayrı haykırışlarla düşmüşler dünyaya. Bütün renkler kaynağından ayrıldıktan uzun zaman sonra vardıkları bu yerde bambaşka kimliklere bürünmüş, farklı insanlara musallat olup kendilerine yandaşlar edinmişler. Renklerin köleleri oluşmuş zamanla. Renk üzerinden kavgalar etmiş, renk üzerinden barışmışlar. Renk üzerinden sevişip üremiş insanlar. Renk yüzünden öldürmüşler birbirlerini, dışlamışlar. Ya da kucaklaşmışlar. Hilal için rengin önemi büyüktü. “Bu soğuk maviyi sevmiyorum, kendimi iyi hissettirmiyor. Acıyor her yerim, yabancılaşıyorum, korkuyorum, sesleniyor bu renk usul usul, sürekli kulağıma fısıldıyor, seni kucaklamak istiyorum, diye. Bu çirkin mavinin ıslak dilini hissediyorum tenimde, buz gibi oluyor her yerim, ateş basıyor, korkuyor, çok korkuyorum. Bu soğuk, kasvetli, ağır, mesafeli rengi hiçbir zaman sevmeyeceğim.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSon Hasat
- Sayfa Sayısı208
- YazarBahadır Yenişehirlioğlu
- ISBN9786050825855
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşkın Şehidi ~ Ahmet Turgut
Aşkın Şehidi
Ahmet Turgut
“AŞKIN ŞEHİDİ” romanı Hz.Hüseyin’in son 99 gününü konu ediniyor. Onunla yürüyecek, onunla konuşacak ve onunla titreyeceksiniz. Sözlü Edebiyatımızın türküler, ağıtlar ve destanlarla her dem...
- Jar ~ Kemal Varol
Jar
Kemal Varol
Yaşlanmak ıslah etmemişti iki meçhul adamı. Arkanya’daki iki ayrı meyhanenin bahçesinde oturmuş nefret dolu bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı günlerdir. Aralarına sımsıkı bir ip gerilmiş gibi...
- Evrenin Taşları ~ Ferhan Yıldız
Evrenin Taşları
Ferhan Yıldız
Evrenin kendine has bir dili vardır. Bu dilin kesin hükümleriyle önce yokluk, ardından da varlık ortaklaşıp kavramlaşır. İnsanoğlu tarafından evrenin birleştirici dilinden esinle kültler,...