Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Son Emel
Son Emel

Son Emel

Mehmet Rauf

Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini…

Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini kaldırmanın bile acı verdiği şu haliyle orası; şimdi erişilmez bir saadet gibi uzak, imkânsız ve temas edilemez geliyordu.“Son Emel’deki hikâyelerde Mehmet Rauf edebiyatının önde gelen unsurlarından kadın ve aşk hemen göze çarpar. Kadınlar ve erkekler arasındaki sohbetler, bu sohbetlerin kadınlar, aşk, cinsellik ve evlilik üzerinde dönmesi de onun edebiyatında çok rastladığımız unsurlardandır. Özellikle bu kitapta Mehmet Rauf, son emeline doğru koşan bireylerin ruh hallerini anlatmak için senfoniye benzeyen bir yapı oluşturmuştur.”Seval Şahin

İçindekiler
Önsöz ……………………………………………………………………. 11
Son Emel ……………………………………………………………….. 13
Aşk Buhranları ………………………………………………………… 19
Telafi ……………………………………………………………………… 29
Gençlik Sırrı ……………………………………………………………. 37
Nafile ……………………………………………………………………. 41
Camın Arkasında …………………………………………………….. 47
Küçük Muallim ……………………………………………………….. 51
Ana Kız ………………………………………………………………….. 61
Sappho …………………………………………………………………… 67
Carmen ………………………………………………………………….. 81
Kirli Yadigâr ……………………………………………………………. 91
Şemsiyenin Altında ………………………………………………… 103
Necmi ………………………………………………………………….. 115
Pera Palace’ta ………………………………………………………… 127
İntihar Eden Birine Dair… ……………………………………….. 143
Zevk İçinde …………………………………………………………… 147

SON EMEL

“Veremim!”

Bunu her gün tekrar ediyordu. Etrafında yavaş yavaş çürüyüp birdenbire devrilen binlerce misallerle anlamıştı ki yakında kendisi de ölecekti. Bunu tebessümlerle, şakalarla daima söylüyordu; fakat bütün bunlara rağmen, zaten iyice araştırmış olduğu bu hastalığın kendinde mevcut olan her türlü alametlerine, hekimlerin artık tereddütle karışık baş sallamalarına, akrabasının telaş dolu bir özenle başlayıp günler, haftalar geçtikçe acı bir kabullenişe inen meraklarına, nihayet bütün gördüğü, bütün hissettiği, en hafif renklerine kadar kaçırmadığı bütün şu hallere rağmen öleceğine inanmıyor, inanamıyordu.

“Veremim!”

Bu bir süs gibi, gülümseyen ağzında gezdirdiği manasız, izsiz, uzak gördüğü bir şey gibi ilgisizce tekrar ettiği bir sözdü; ölümün, kefenleri, tabutları, mezarlarıyla gelen, bizi sevdiklerimizden, güzel şeylerden söküp ayırarak götüren ölümün çirkin heykeli henüz kendisine görünmemiş, henüz alnını soğuk terlerle ıslatmamış, vücudunu donuk titreyişlerle titretmemişti. Ve hastalık şikâyetleriyle geçirdiği günler, eve kapanıp kaldığından, artık her şeyden bıktığından, bu kapalı hayattan bunaldığından uzun uzun feryatlar ettiği günler, birisi biraz kalbinin yolunu bulup dertleşse bütün bunların adi birer laf gibi söylenildiği, hekimlerin artık kendisinden gizli olmak üzere söyledikleri, “Nafile… Beş-on gün daha… Hem kim bilir… Çok yazık!” gibi sözleri gerçekten sezmediği anlaşılırdı; hatta etrafındakilerin endişelerine karşı acırcasına alayları bile vardı.

“Sıcaklar bir kere gelse…” diye ümit edercesine baş sallayışları vardı ki durumun ciddiyetini bilen, onun gibi hayallere, boş ümitlere kapılmayıp can çekişmesinin feryadını bugün yarın işitmekten korkan akrabasının yüreklerini sızlatırdı.

“Yalnız bir ihmal… Kansızlık… Mide kötü, hazım yok… Bir nezle, geçmeyen, göğse inen bir nezle… İşte bu!” Genç çocuk hekimlere ta ilk görünüşünden beri ağızdan ağıza dolaşan bu sözlerden uzaklaşamıyordu. Bir şey vardı ki onu oyalıyordu: Hani ya nöbetli hasta uykularında, karışık rüyalar arasında, birdenbire ortaya çıkıp şeytani alevler saçan şekilleriyle bir zerreyken korkunç boyutlara ulaşıp sonra mesela yavaş yavaş ufalıp dağılıyorken tekrar yine dehşetli boyutlarda büyüyüp şişerek birbirine çarpan hayaller arasında hastanın bilincini ateşli hummalarla yorup bütün uykularını dolduran o sınırsız şeylerin, o korkuların savaşı denilecek rüyaların içinde bir zerrenin bir yerden fışkırıp o sonsuz, o heybetli hayalleri, o korkunç cisimleri ezerek, sonra büyüyerek, ateşler içinde semalara, dünyalara sığamayacak kadar büyüyerek korkunç şekiller aldığı gibi, bütün bu ölüm fikirlerinin altından bir şey, bir hayal, bir ümit çıkıp o dehşetli şekilleri altüst ederek onu yine avutuyordu.

Sıcaklar, evet, zavallı çocuk, sıcaklar bir gelse… Fakat işte sıcak odasında, hatta bazı güneşli, hatta bazı herkesin sokaklara uğradığı o güzel günlerde bile ağrılar o kadar merhametsiz, o kadar gaddar; nöbetler o inatçı, o kadar kahrediciydi ki saatlerce koltuklusunda dermansız, ezilmiş, baygın kalır, isteklerini ancak daralan nefesinin acı veren gayretleriyle belirtirdi.

Artık son günlerin bütün zayıflığı gelmiş, onu yıkmış, harap etmiş, yüzünün kemikleri olanca çirkinliğiyle meydana çıkmış, bir çukura batmış yorgun gözler, karmakarışık uzamış saçlar, bütün çehresini kaplayan o acı, can yakan manalar onu sanki ağrıların iskeleti yapmıştı.

Evet, sıcaklar bir gelse… Lakin bu gece, bu ter denilemeyecek inatçı nem içinde, pençeleşe pençeleşe bitap ve harap kaldığı bu kâbuslar, ateşler o kadar şiddetliydi, ağrılar o kadar acı, o kadar dayanılmaz olmuştu, bütün uzuvlarını titreten sızılarla ciğerlerini sarsan öksürük o kadar inat etmişti ki artık bütün hayatından usanmış, bu kadar harap olmuşken kaybettiği gücünü bir daha nasıl telafi edeceğini düşündü ve mecalsiz, dermansız yattığı bu geçmez, müthiş, ateşli saatler zarfında işleyen, inatla durmadan işleyen hastalıklı muhakemeleriyle düşündü ve nihayet anladı ki artık bu mümkün değildi, artık ümitsiz bir hale gelmişti.

O zaman ilk defa olarak bütün ruhundan acı acı akseden iniltili bir sesle, “Eyvah!” etti. Ve o zaman ölümü düşündü; ömrümüzde bir kere düşündüğümüz, bir kere hissettiğimiz gibi, onu yalnız hakikaten karşımızda çirkin tırnaklı pençesiyle gördüğümüz zaman düşündüğümüz gibi düşündü ve sızlanarak, “Aman Yarabbi!” dedi. “Demek öleceğim ha!”

* * *

Öbür sabah.

Birdenbire elinden aynayı bırakarak başını çevirdi:

“Beni pencerenin yanına götürün anne!”

Seğirttiler. Bin çabayla sandalyesi pencerenin önüne sürüldü; yastıklar, minderler yerleştirildi. Başını dik tutamadığından omzuna doğru sarkıtıp süzülmüş gözleriyle dışarı bakmaya başladı. Kalbinde, bütün varlığında ölüm olduğu halde, artık öleceğine katiyen emin bulunduğu halde bakıyordu.

Güneş, güneş, güneş… Baharın ansızın bir hayat kıpırtısıyla titreşerek bütün canlılara bir emel kokusu bahşettiği parlak, taze, neşeli bir gündü. Bütün gökyüzü masmavi bir renkle gülüp duruyordu. Her tarafta güneşin sarhoş dalgaları raks ediyor, her şeyde güneşli, zinde bir zevk titreşiyordu. Karşılarındaki evin bütün kış kapalı kalan artık baka baka usandığı o tozlu, siyah, kirli pencereleri açılmış, o karanlık derinliklere doğru süzülen ışıkla dalgalı bir nur akmış, orada burada gülüşlerle, cilvelerle titreşip oynaşarak toz zerrelerini bir altın değnek biçiminde şekillendiriyordu. Kafeslerin üzerini süpürge darbeleriyle süpüren bir kadın, hem şen şakrak türkü söylüyor hem de ara sıra belki içeride uyuyan çocuğuna “ee, ee” çekiyordu. Sokağın içinde, bitişiğin oğlu Muammer kapının önüne çıkmış, “Şekerci, şekerci!” diye bağırıyor, cami içinde oynayan çocukların haykırışmalarıyla, şamatalarıyla kıyamet kopuyor, etraf çınlıyordu. Ve uzaktan, ta aşağıdan bir uğultu; düzensiz, gürültülü, yüksekten dökülen bir şelalenin gök gürültüsünü andırır iniltisi gibi kaba bir uğultu; nihayet şehrin bütün şamatası tekdüze, belirsiz bir devamla gürlüyordu.

O zaman genç hasta düşündü ki burası Köprü1 olmalıydı ve bu bir cuma günüydü; demek herkes gezmeye gidiyordu. Ve birdenbire Köprü gözünün önüne geldi:

Bu sayısız insanların iki taraftan akan coşkun seliyle, vapurların, ahalinin gürültüsüyle, yaz günlerine mahsus neşeyle güneşli, hayhuy dolu Köprü… Bu bahar güneşin den bulaşan gezinti arzusuyla iki tarafın muhtelif caddelerinden, tramvaylardan, arabalarla koşuşan beygirlerden dökülüp gelen halk kümeleri… Gazeteciler, satıcılar, sucular, sepetlerinden bahar kokuları yayılan çiçekçiler, gezmeye çıkmış rengârenk şemsiyeli hanımlar, düdükleriyle, buharlarıyla çığlıklar koparan, giden, gelen, sallana sallana hıncahınç uzaklaşan vapurlar, denizin yüzeyini kaplamış kayık alayları, bütün bunların üzerinde güneşin yeşil tepelerine, gülümseyip duran ufuklarına dağınık, hafif, mahrem sisler serdiği boğazın renkli manzaraları… Tuzlu, latif bir rüzgâr… Her yerde bir gürültü, bir harıltı, bir çarpışma, bir üşüşme, bir heves, nihayet bir hayat!

Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini kaldırmanın bile acı verdiği şu haliyle orası; şimdi erişilmez bir saadet gibi uzak, imkânsız ve temas edilemez geliyordu.

Oh, oradan acaba bir kere, bir kerecik daha geçebilecek miydi? Oradan bir kere daha geçmek, bu durmaksızın akan insan seli arasına bir kere daha karışıp o nihayetsiz hayat zevkini duymak, bu kalabalığa gömülüp o sarhoş edici kokularda yüzerek, parça parça gelen tazeliklerle, bahar esintileriyle ciğerleri şişerek güneşin sıcak dokunuşları altında cesur, sarhoş, hayat dolu koşmak, yürümek… Ve sonra ağlamak, ölmek… Evet, hiç olmazsa orada ölmek, köprüde… Şimdi bunu istiyordu, yalnız bunu…

Mahmutpaşa, 1312 [1896/1897]

AŞK BUHRANLARI

Nevber’in geldiğini haber verdikleri zaman Lütfiye’ nin sokağa çıkmak üzere hazırlığı tamam olmuş, hizmetçisinin düzenlemeye çalıştığı odasının karışıklığı içinde aynalı dolabın karşısında eldivenlerini giymekle meşguldü. Ve ağzında bir tebessüm, dudaklarında Nevber’in de gezinti için beraberce kayığa gelmesi hakkında bir teklif, onun kapıdan girmesini öyle bekledi. Fakat kapıdan her zamanki neşeli uçuşuyla girmeyip siyah çarşafının içinde, kalkmış peçesinin altında beyaz, bir ölü yüzü kadar soluk beyaz çehresiyle, sabit ve ağlamaklı bakan vahşi gözleriyle Nevber’de o kadar alışılmadık bir tavır, şemsiyesine dayanıp duruşunda öyle bir yaralanmışlık vardı ki üzerine koşarak, “Ne oldun, nen var Allah aşkına!” diye ellerini tuttu.

Nevber zorla tebessüm ederek susuyordu, Lütfiye sualini tekrar etti, çok merak eder göründü. Nevber gözünün ucuyla bir taraftan kutuları toplarken diğer taraftan yan gözle kendilerini teftişten uzak durmayan hizmetçiyi işaret etti ve Lütfiye’nin emriyle hizmetçi çıkıp da odada yalnız kaldıkları zaman şemsiyesini bir köşeye koyup gelen Lütfiye, Nevber’in mendilini yüzüne tutmuş, hıçkırdığını gördü.

“Allah aşkına nen var bakayım Nevberciğim, beni seversen söyle…” diye ayaklarının önüne diz çöktü. Bir eliyle gözlerini açmaya uğraşıyor, diğeriyle öbür elini tutup sıkıyordu. Birdenbire korkarak, “Yoksa bey mi haber aldı?” diye soruyor, büyük bir facia, belki bir boşanma, bir büyük kepazelik tasavvur ediyordu. Ve kendisi böyle suallerle zorladıkça Nevber hıçkırıklarını yükselterek nihayet hüngür hüngür ağlamaya başladı.

“Mahvoldum, bittim, artık her şey bitti. Ah bilsen hemşireciğim, bir bilsen… Her şey hem bu sefer tamamen bitti,” diye tekrar ediyordu. Hıçkırıkları sözlerinin kelimelerini ayırıyor, göğsünde fırtınalar inliyordu. Sonra son derece ümitsizce, “Ah, bırak ağlayayım, bırak ağlayayım, çünkü bilemezsin, öleceğim… Mutlak…” dedi.

O zaman Lütfiye zorlamanın bir faydası olmayacağını anlayarak elini çekti; sonra bütün bütün susmayı da uygun bulmayarak, “Lakin hiç olmazsa söylesene ne oldu? İnsanı meraktan öldürmek mi istiyorsun yoksa… Nedir canım, ne oldu bakalım? Bir kere anlat…” diye ısrar etti.

O zaman genç kadın bütün vücudunu aralıksız titremelerle sarsan hıçkırıklar içinde kırılan cümlelerle anlatmaya başladı lakin iki cümlede bir tekrar hikâyesini bırakıp yeniden şikâyetlere başlıyordu ve bu, anlattığının manasını bozuyordu. Bu; henüz yirmi beş yaşında, ince yüzlü, narin endamlı, hafif kumral saçlı bir tazeydi ve yanında Lütfiye, otuzuna yaklaşan bu kara gözlü dilber, beyaz teninin üstünde çekici bir alaylı ifadeyle resmedilmiş siyah kaşlarının altında hain bir edayla gülen parlak gözleriyle karşısında acıklı bir aşkın çırpınışlarıyla yanan genç kadına yarı merhametli, yarı alaycı bir bakışla bakıyordu.

Öteki hâlâ söyleniyordu:

“Ah bitti, artık bir daha görüşemeyeceğiz… Hem hiç, ebediyen, asla… Anlıyor musun, bugün son defaydı ve bunun hiçbir sebebi yok, hem hiç yok… Bilsen… Zaten onun beni istediğim kadar sevmediğini ben ta baştan  anlamıştım, o sade eğlenmek için yapıyordu… Ben ise budalalar gibi onu cidden sevdim… Ah, niçin yaptım Lütfiyeciğim, bu sersemliği niçin yaptım?”

Lütfiye, Nevber’in elini sıkarak, “Niçin, niçin?” diye tekrar ediyordu. “Hiç yoktan da böyle bir şey olmaz ya… Elbette ne kadar olsa bir sebebi olur, değil mi ya? Bunun sebebi ne olabilir?”

“Sebebi mi? Sade delilik… Ben onu sevmiyormuşum… Halbuki görüyorsun, o da görüyor ki onun için ölüyorum… Beni sevmiyorsun diye başımın etini yiyordu. Her görüşüşümüzde yalnız bundan şikâyet eder. Halbuki bunu ben nasıl ispat edebilirdim değil mi? İşte bütün rahatımı, her şeyimi kendisine feda ettim; bundan daha başka ne isteyebilirdi… Halbuki o, ‘Beni sevsen!’ diye inledikçe çıldıracağım geliyor, ne vakit mümkünse hemen her tehlikeyi göze alıp kendine koştuğumu anlamıyor, kâfi bulmuyor, istesem her gün kendini görebilirim zannediyor. ‘Kim bilir daha ne düşündüklerin vardır!’ diyor. Yemin ediyorum, elimden gelen fedakârlığı yapıyorum. O ise daima kırgın, daima, daima… Ah, insan bir kere birbirine darılmaya başladı mı artık her şey bitiyor… Bazı görüşmelerimiz devamlı dargınlıkla, hırıltıyla geçiyordu. O köşede şikâyetli şikâyetli durur, ben kalkıp yalvararak, ‘Lakin senin için ölüyorum!’ demeye utanırım… Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın bilmem ki? Benim vaktim yokken alıkoymak ister, ‘Sen de sevsen sen de beni alıkoymak isterdin!’ der… Daha neler neler! Ah Lütfiyeciğim, iki aydır ne çektiğimi bir bilsen…”

Sustu. Gözleri şimdi artık kurumak isteyen yaşlarla bakıyordu. Lütfiye yarı gülümseyen bir merhametle bakıyor, bırakmadığı ellerini sıkıyordu. ‘Lakin anlatsan, her şeyi kendisine söylesen daha iyi olmaz mı?’ dedi; öteki başını sallayarak bunun mümkün olmadığını, onun söz anlamadığını anlatmak istiyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıSon Emel
  • Sayfa Sayısı152
  • YazarMehmet Rauf
  • ISBN9789750757488
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Serap ~ Mehmet RaufSerap

    Serap

    Mehmet Rauf

    “O zaman boynunu bükerek bütün bu parlak hülyaları, bütün muhteşem emelleri doğuran gençliğin sırf bir yalandan ibaret olduğunu tasdik ediyordu: serap, serap… Bütün gençlik...

  2. İhtizar ~ Mehmet Raufİhtizar

    İhtizar

    Mehmet Rauf

    Zaten hayatın zevkinde, eleminde o başka ne bulmuştu ve ne bulacaktı? Eziyet, daima eziyet, sonsuza kadar eziyet değil mi? Herkeste böyle miydi, diye merak...

  3. Kurtuluş-Halas ~ Mehmet RaufKurtuluş-Halas

    Kurtuluş-Halas

    Mehmet Rauf

    Bir İstiklal Harbi romanı olan Kurtuluş (Halâs), Mehmet Raufun savaş sonrasında, aralarında Halide Edipin de bulunduğu, birkaç arkadaşıyla beraber çıktığı İzmir yolculuğunda tanıklık ettiği...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Oyunun Sonu ~ Julio CortázarOyunun Sonu

    Oyunun Sonu

    Julio Cortázar

    Bir işadamı, okuduğu romanın sonunda nasıl öldürüleceğinin anlatıldığını fark eder. Gittiği akvaryumda aksolotlları ziyaret eden bir adam, kendini bu hayvanlardan birine dönüşmüş bulur. Motosiklet...

  2. Son Kişot ~ Cem AkaşSon Kişot

    Son Kişot

    Cem Akaş

    Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de. Birbirine benzemez öykülerden oluşuyor...

  3. O Sonbahar, O Kış ~ Kâmil ErdemO Sonbahar, O Kış

    O Sonbahar, O Kış

    Kâmil Erdem

    Varışsız yollar, yok yolcular, yarım kalan yarınlar, kırık segâhlar, acı ve kahır dolu bir geçmişten süzülerek gelen zamanın ağır aktığı deltalar… Kâmil Erdem her...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur