İnsanoğlu kendi içinde olan biteni anlamadan evrenin sırlarını gerçekten anlayabilir mi? Psikolog Kris Kelvin araştırma yapmak için Solaris gezegenindeki istasyona gelir. Biliminsanları yıllar boyunca gezegenin yüzeyini kaplayan okyanusu canlı ve bilinçli bir varlık kabul etmiş ve iletişim kurmaya çabalamıştır ama bu çabaları okyanusun yaratılarını sınflandırmaktan öteye gidememiştir. Önceden yapılan izinsiz bir deneye okyanus beklenmedik bir tepki verince araştırmacılar okyanustan gelen ziyaretçilerin karşısında bastırılmış anılarıyla ve kendi insan doğalarıyla yüzleşmek zorunda kalır. “Kutsal Bağlantı’nın şövalyeleri sayıyoruz kendimizi. Bu da ikinci sahtelik. İnsandan başka bir şey aramıyoruz biz. Başka dünyalara ihtiyacımız yok. Ayna lazım bize.”
Uzay gemisi saatiyle on dokuzda kuyunun etrafında dikilen adamların yanından geçip metal basamaklardan kapsülün içine indim.İçinde sadece dirsekleri kaldırabilecek kadar yer vardı. Uzay giysimin üzerindeki valfi duvardan çıkmış kabloya bağladıktan sonra giysim şişti ve o andan itibaren en ufak bir hareket bile yapamaz oldum. Metal gövdeyle bütünleşmiş halde, şişme giysimin içinde öylece dikildim, daha doğrusu havada asılı kaldım.
Gözlerimi yukarı çevirip dışbükey camdan kuyunun duvarlarını ve daha yukarıda Moddard’ın kuyunun üzerine eğilmiş yüzünü gördüm. Yüzü gözden kayboldu ve bir karanlık çöktü, yukarıda koruyucu ağı koni yerine sürülmüştü.Vidalan çeviren elektrik motorlarının sekiz kez anladığını, sonra da amortisörlerin tısladığını duydum. Gözlerim karanlığa alışıyordu. Yegane göstergenin soluk yeşil renkteki dış hattını artık görebiliyordum.
“Hazırmısın Kelvin?” diye bir ses yankılandı kulaklıklarımda.
“Hazırım Muddard,” diye yanıtladım.
“Hiç merak etme. İstasyon seni alacak. İyi yolculuklar” dedi.
Ben daha yanıt vermeden yukarıda bir şey gıcırdadı ve kapsul yerinden kıpırdadı. Kaslanım gayri muhtiyarı geldi, ama başka bir şey olmadı.
“Kalkış ne zaman?” diye sordum ve sanki minicik kum tanecikleri bir zarın üzerine dökülüyormuş gibi bir hışırtı duydum.
“Hadi bakalım, uçuyorsun artık Kelvin. Kendine dikkat et!” diye yanıtladı Moddard’ın az önceki kadar yakından gelen sesi.
Ben daha buna inanmaya fırsat bulamadan, doğnidan goz hizamda yıldızlanı gördüğüm geniş bir yank açıldı. Prometheus Kova takımyıldızının alfasına yönelmişti. ama gözlerim alfayı boş yere anıyordu. Galaksinin bu taraflanındaki göğe yabancıydım, tek bir takımyıldızı bile bilmiyordum, küçük dar pencerenin önünden ışıldayan bir toz akıp gidiyordu. fik belirgin yıldızı görmeyi bekliyordum, ama onu goremedim. Yıldızlar kızıllaşan arka planda dağıhp sönükleşmek gözden kaybolmaya başladı. Artık atmosferin yüzey katmanlarında olduğumu anlamıştım. Bedenimi pnömatik yastıklar sardığı için hiç kıpırdayamıyor, sadece önüme bakabiliyordum.
Ufuk görünmüyordu hala. Boşlukta ağır ağır süzülüyordum sanki, vücudumu bir sıcaklık sanıyordu. Islak cam üzerinde hareket eden bir metalden geliyormuş gibi alçak tonda, tiz bir cızırtı vardı dışında. Göstergede beliren rakamlar olmasaydı, düşüşün şiddetini anlamazdım. Etrafta yıldızlar yoktu artık. Lombozun ardını sonsuzluğun kızıl parlaklığı doldurmuştu. Nabzımın ağır ağır attığını duyuyordum, yüzüm yanıyordu, ensemde klimanın soğuk esintisini hissediyordum, Prometheus’u görmeyi başaramadığım için üzülüyordum, otomatik kumanda lombozu açtığı sırada görüş menzili dışında kalmış olmalıydı.
Kapsül iki kez sarsıldı, dayanilmaz derecede titreşmeye başladı, bu titreşim tüm yalıtım katmanlaлnı ve hava yastıklarını aşıp vücudumun derinliklerine hücum etti, göstergenin soluk yeşil dış hattı bulanıklaştı. Buna korkmadan bakıyordur. Onca yol kat edip gelmiştim, hedefe tam ulaşmışken ölmek olmazdı.
“Solaris İstasyonu,” diye seslendim. “Solaris İstasyonu, Solaris İstasyonu! Bir şeyler yapın. Sanırım uçuş rotamdan çıkıyorum. Solaris İstasyonu, Prometheus kapsülü konuşuyor. Tamam.”Gezegenin ilk kez göründüğü o önemli anı kaçırmıştım. Şimdiyse gözlerimin önüne devasa ve dümdüz seriliyordu, yüzeyindeki toz katmanlarının boyutundan hâlâ uzağında olduğumu kavrayabildim. Daha doğrusu yukarısında olduğumu, çünkü mavi gövdesinden uzaklığın yüksekliğe dönüştüğü o algılanamaz sınıf çoktan geçmiştim. Düşüyordum. Sürekli düşüyordum. Gözlerimi kapattığımda bile hissediyordum bunu. Gözlerim hemen açtım, çünkü olabildiğince çok şey görmek istiyordum.
Otuz kırk saniye sessizce bekleyip çağrımı tekrarladım. Yine yanıt alamadım. Kulaklarımda atmosferik boşalma çatırtıların salvolar halinde tek. rarlıyordu. Bu çatırtıların ardında, sanki bu gezegenin sesiymiş gibi alçak tonda ve derinden gelen bir hışırtı sesi vardı. Lombozdan görünen turuncu gök beyazlaştı. Lombozun camı karardı, otomatik yastıklar izin verdiğince büzüldüm istemsizce, bir saniye sonra da gördüklerimin bulut olduğunu algıladım. Bulut kümesi emiyormuş gibi yukarı uçtu. Kah güneş ışınları altında kȧh gölgede ileriye doğru süzülüyordum, kapsül dikey ekseni boyunca dönüp duruyor ve güneşin sanki şişirilmiş devasa diski yüzümün önünde düzenli olarak sol tarafta belirip sağ tarafta batarak kayıp gidiyordu. Aynı anda uzaktan gelen bir ses, uğultu ve cızırtılarla doğrudan kulağıma çarptı:
“Solaris İstasyonu’ndan ziyaretçiye, Solaris İstasyonu’ndan ziyaretçiye. Her şey yolunda. Ziyaretçi, istasyonun kontrolü altında. Solaris İstasyonu’ndan ziyaretçiye, sıfır dendiğinde iniş tamamlanmış olacak, tekrar ediyorum, sıfır dendiğinde iniş tamamlanmış olacak, dikkat, geri sayıma başlıyorum. İki yüz elli, iki yüz kırk dokuz, iki yüz kırk sekiz…”
Kesik kesik söylenen her bir sözcük konuşamayan bir insan olmadığına işaret eden bölük pörçük bir gıcırtıdan ibaretti. En azından tuhaftı bu. Uzay istasyonlarındaki insanlar yeni biri geldiğinde, hele ki doğrudan Dünya’dan biri geldiğinde, onu karşılamak için iniş yerine koşardı normalde. Ama bunun üzerine daha fazla kafa yoracak durumda değildim, çünkü o ana dek etrafımda dönüp durmuş güneşin düz yüzeyi önümde şahlanmıştı ve ben ona doğru uçuyordum, kapsül bir o yana bir bu yana eğildi: dev bir sarkaç gibi sallanıp duruyordum ve bir baş dönmesiyle boğuşurken gezegenin karşımda bir duvar gibi dikilen, kirli eflatun ve siyahımsı çizgilerle yol yol olmuş geniş düzlüğünde beyaz-yeşil noktacıklardan oluşan ufacık bir dama tahtası İstasyonun yönlendirme işaretini gördüm.
Tam o sırada bir şey, şiddetle par pir eden halka paraşütün uzun halatı kapsülün yüzeyinden ayrıldı; yeryüzüne ait tarifsiz bir şey vardı bu seste onca aydan sonra işittiğim ilk gerçek rüzgâr uğultusuydu bu. Sonra her şey çabucak oldu. O ana dek, düştüğümü biliyordum sadece. Şimdiyse görüyordum bunu. Beyaz-yeşil dama tahtası gözlerimin önünde hızla büyüyordu, kenarlarında iğne gibi duran radar antenleri ve sıra sıra dizilmiş koyu pencere delikleri vardı; gümüş renginde parıldayan, balinamsı, uzunlamasına bir gövde üzerine boyanmışlardı ve bu dev metal gövde gezegenin yüzeyine sabitlenmiş değildi, çok daha koyu ve elips bir leke biçimindeki gölgesini okyanusun lacivert-siyah yüzeyine düşürerek havada asılı duruyordu. O sırada okyanusun zayıf bir hareketle devinen mor mor kabarmış dalgalarını fark ettim, bulutlar birden yükseldi, etraflarını gözleri kör eden bir kızıllık sarmıştı, bulutların arasından görünen boz-turuncu renkli gökyüzü uzaklaşıp düzleşti ve her şey bulanıklaştı: Döne döne düşüyordum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıSolaris
- Sayfa Sayısı264
- YazarStanislaw Lem
- ISBN9786254496455
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviAlfa Yayınları / 2023