Birilerini sevmek, onları tanımak istemektir. Birbirimizi öğrenip tanıdığımız ölçüde, bugüne değin bizleri ayırmak için kullanılmış binlerce ayrımı algılayabilir, giderek kendi düşsel yaşamımızla kaynaştırabiliriz. Böylelikle dört bucaktaki kadınların deneyimi, hepimizin ortak malı olur, hepimize aktarılan miras olur ve bu erkekler dünyasında kadın olmanın ne demek olduğunu iyice anlarız.
-Kate Millett-
Sunuş
SOKAK Kadınlarıyaşamımın en hareketli dönemi olan 1970 yazında yazıldı. Temmuz’da Cinsel Politika yayımlanmış. Ağustos ve Eylül’de “en çok satılan” kitap olmuş ve o güne değin kendi halinde süren gözden uzak yaşantımı Amerikanvari “başarı” roketiyle darmadağın etmişti. İşin en yabancılaştırıcı yanı, kitap vitrinlerde sergilenmeye başladığı anda, artık onun yazarı olmaktan çıkışımdı. Daha doğrusu, başka bir anlatımla farklı konuları işleyen değişik bir yazar olma yolundaydım.
Sokak Kadınları. yazarlığımın başlangıcındaki kopuk, çetrefil, tepeden bakan akademik tavırdan kurtulmamda önemli rol oynadı. Cinsel Politika Şubat’ta baskıya girdi. Ondan sonraki aylarda sürekli olarak Kadın özgürlüğü eyleminde çalıştım. 1970 ilkbaharında Kamboçya savaşı başlayınca, ulusal öğrenci boykotu yapıldı ve benim bulunduğum Colombia Üniversitesi Deneysel Araştırmalar Fakültesi de, öğrencilerinin barış gösterilerine katılmalarını sağlamak için dağıldı. Bundan yararlanarak Kuzeydoğu, Güney ve Ortabatı’daki çeşitli üniversiteleri dolaştım, kız öğrencileri kendilerini eyleme adamış birer feminist olarak boykota katılmaya teşvik ettim.
Columbia’daki Kadın özgürlüğü eylemine katılan arkadaşlarımla birlikte, savaşın bir toplumsal olgu olarak feminist açıdan incelenmesini, militarist düşünce yapısının cins ayrımı temeline dayanan eğitimin sonucu olduğu çözümlemesini yapıyordum, ileri sürdüğümüz görüşleri, kuramları sınamaya sokmanın zamanı gelmişti. Kadınlar askere alınmadığı için bu konuda söz hakları olamaz görüşünün egemen olduğu ortamda, bizim çok sınırlı eylemimiz, erkeklerden oluşan “Sol”un yeni militarizmi ve şiddet eylemlerine karşı tutkusuyla nasıl baş edecekti? Ne var ki, o ilkbahar çok şeyin olanaklı görüldüğü yüce günler yaşıyorduk. Smith Koleji toplantı salonunda dörtbin kadının “Boykot” diye haykırışını, sözlerin duvardan duvara çarparak yankılanışını, bir kasırganın ortasında vurulan davul sesleri gibi yinelenişini dinlerken, örgütçülüğün doyumunu tadıyordum.
Etkim ne denli önemsiz, dolaylı ya da kuruntu olmuş olursa olsun, yine de bütün bunları yaşıyordum. Artık politikada yer almak, benim için kişisel bir olay olmuştu. İş artık kuramdan çıkmış pratiğe dökülmüş; New York’taki apartmanda toplanan, kendilerini bu düşünceye adamış beş on aydının tartışması olmaktan çıkmış, rektörün evi önünde yağmur altında yapılan gösterilere, öğrencilerin işgal ettiği bir fakültedeki oturumlara, Columbia Üniversitesi bahçesindeki polis saldırısının terörüne dönüşmüştü. Ve bu olayları, hemen hemen rastlantısal olarak yazdığım zaman (bir seferinde yol masraflarımı ödedikleri için Change Magazine’e, bir seferinde de yazıişleri müdürü arkadaşımın ricasıyla Red Clay Reader’z yazmıştım), olayların içinde yaşayan biri olarak yazıyordum, öğrenimimden gelen çetrefillikten pek kurtulamamışsam da, doktora adaylarından beklenilen sözüm ona nesnelliği bırakmıştım artık. Ağır, uzun cümleler, doğal uzunluklarına, giderek biz Amerikalıların özgül düşünme ve konuşma tarzımız olan kopuk cümlelere, cümle kırıntılarına iniyordu. Dilim, gördüklerimi, yaşadıklarımı yansıtmalı, halk ağzıyla, heyecanlı, içten ve tasarlanmamış olmalıydı. Kuzeydoğu üniversitelerindeki boykot çalışmalarının uğultusuyla mı,, yoksa onbir yıl önce son derece mutsuz günler geçirdiğim bir güney kolejine yeniden gitmenin doğurduğu sıla özleminin etkisiyle mi, bilmem yazılarımda kişisel duyarlılığım ağır basmaya başladı. Konuştuğum ve duyduğum biçimde yazmaya koyuldum. Kısacası, gerçekten yazmaya başladım.
Sokak Kadınları bu süreçte bir geçiş noktası oldu. Bir başka sesin, daha derin bir duyarlılığın varlığını öğrendim. Olaylara katılan biri gözüyle yazdığım daha önceki yazılarda, akademik anlatım ağırlığını atmış, kişisel röportaj havasına girmiştim. Bu, (*Bunu söylerken; kadınların açıksöziü konuşmalarını hoşgösterme çabası içinde yazılmış gibi görünen önsözden değil, dört kadının konuşmasındaki anlatımdan söz etmek istiyorum.) kolay ve rahatlatıcı, başarılı bir geçiş olmuştu. Sokak Kadınlarî’nı yazarken durum değişti. Başlangıçta umut kırıcı, tüketici bir durumdu bu, çünkü başka kadınların deneyimlerini olduğunca algılayabilmek için dinlemeye başladım. Ve dinlediklerimin içine batıp boğuluyormuşum duygusuna kapıldığım anlar oldu.
Sokak Kadınları’nın kendi ağzımdan anlattığım bir bölümünde, kadınlarla yaptığım konuşmaları daktilo ettikten sonra bir süre bir kenara bıraktığım yazılıdır. Kadınların anlattıkları beni öylesine derinden etkiledi, sarstı, tedirgin etti ki, bunları yaşamın kendisi olarak değil de, yaşamdan alınmış malzemeler olarak işleyip yazabilmek için bir süre beklemem gerekti. Sokak Kadınlarını yazarken başka kadınların yaşantılarına kendimi kaptırmam. Üç Yaşam adlı belgesel filmi hazırlamama yolaçtı. Kitabın yazılışı ile basılışı arasında çektiğim bu film üç kadının özgeçmişini konu ediniyor. Yaşamlarının ağırlığından, etkisinden kendimi yeterince koparabilmem için, çektiğim filmlerin de uzun süre bir kenarda beklemesi gerekti.
Konuşmaların da, filmin de beni derinden etkileyişinin birtakım nedenleri olduğunu sanıyorum. Her şeyden önce, elimdeki malzemenin özgünlüğünün etkisinde kaldım. Çünkü kadınların gerçek yaşamı, son zamanlara değin öteki kadınlardan gizli tutulmuş ataerkil kültürümüzün tarzına ve gerekliliklerine aykırı görülerek dile getirilmemiş, ağza alınmamıştı. Bu gerçeğin açığa vurulması sonunda meydana gelen patlama, bilinçlendirme gruplarının çok sık rastladıklan bir olaydır. Bu tür olayları inceleyen iki insanbilimcinin belirttiğine göre, gerek kişinin dünyadan el etek çekip kendini dine adama sürecinde çektiği acılar, gerekse toplumsal ideolojilerin başına buyruk kişileri zorunlu kıldığı belirli davranışlara ayak uydurmakta çekilen zorluklar birbirleriyle büyük benzerlik içindedir ve her iki sürecin sonunda da, o güne dek yaşamlarındaki kargaşayı tanımlayamamış olan kişilerde belirgin bir değişim meydana gelir. Bilinçlendirme sürecinde, bir kadın, o güne değin salt kendine özgü sandığı korkuların, öfkelerin, kavramların, isteklerin ve yılgınlıkların başkaları tarafından da duyulup dile getirildiğini öğrenir. Bunun sonucu olarak da, kendi deneyiminin, sandığı gibi, sadece kendi başına gelen ve anlamsız bir olay olmayıp, pek çok kişinin paylaştığı ve geçerli bir deneyim olduğunu anlar. Ne var ki, bu denli etkilenmemin öteki nedenleri, hem çok daha kişisel, hem de çok daha genel. Çünkü bu nedenler, bir yandan kendimi başkalarıyla özdeşleştirme çabamdan, öte yandan başkalarının yaşamlarını ele alırken ister istemez gözönünde tutulan ahlâki görüşlerden doğuyor. Başka kadınların acılarına katılırken, kendimi onlara, bir bilimci ya da eleştirici olarak değil, bir yazar ya da filmci olarak tanıtırken, kendimi sadece bir sanatçı olarak değil, bir kadın olarak, bütün kadınların yazgısıyla her gün biraz daha yakından ilgilenen bir kadın olarak ortaya koyuyordum. Kafamda kendimi onların yerine koymadan ve onların acılarım aynen yaşamadan, Mallory ya da Robin’ in filmde aktardıkları karabasan duygusunun, ya da Sokak Kadınlarındaki J’nin umutsuzluğunu algılamak olanaksızdır. Bunu yaşamak ise tüketiciydi. Üstelik bir başkasmın yaşantısı eğer derin ve özgün ise insana büyük yükümlülük doğurduğu için alabildiğine sorumluluk getiriyordu.
İnsan böylesi sorumluluğu nasıl atar omuzlarından. Duyduklarımı yazmak, ilk adım olarak göründü. Hiç değilse bir başlangıç olurdu. Fahişelerin yaşam gerçekleri salt toplumbilimsel istatistiklerin kokuşmuş havasını, Playboy‘un gözboyayıcılığını, pornografik süprüntülerin aldatmacasını bozmak için bile olsa açığa çıkarılabilirse, o zaman kamuoyunun ilgisizliği, duygusuzluğu ve yalan yanlış bildikleri biraz olsun aydınlanabilir. Bunları yazmak bir tartışmayı kıvılcımlandırabilir, ilgi uyandırabilir, bu konuya dikkati çekebilirdi. Üstelik, tek başıma yapabileceğim ancak yazmaktı. Bu önemli değildi. Kendi kendine hiçbir şeyi değiştirmezdi. Oysa benim gerçekleşmesini istediğim, fahişenin yaşamında gerçekten köklü bir değişim olması, durumunun değişmesi, özellikle onu kuşatan istismar çemberinin, belalısı ile patronunun sürüklediği yozlaşmanın, yasaların katı yargısının ve kamuoyunun öfkesinin kırılmasıdır. Bu, bütün kabadayılık taslamalara karşın, sonunda kişinin kendisine dönen bir öfkedir. Toplumdışı sayılanların çok iyi bildikleri bir dinamik kanalıyla, parya durumundaki kişilere dışardan yöneltilen yıkıcı hor bakış, bu bakışın kurbanları bizim ele aldığımız olayda fahişe tarafından içe döndürülür ve kendi kendini hor görmeye dönüşür.
Değişim olması için, elbet belirli yasal reformlar yapılması, fahişeliğin suç sayılmaması, polisin tutumuna başka bir yön verilmesi gerekecektir; ama aynı zamanda kamuoyunda da temel tutum değişikliği yapılması zorunludur. Halkı yeniden eğitmek gibi yaygın ve özen isteyen bir işlem gereklidir. Daha önce kürtaj ve zina davaları konularında olduğu gibi, yasal değişimlerden önce, kamuoyunun görüşlerini belirli bir düzeye getirmek şarttır. Kamuoyunda böyle bir değişim olmasının temel koşulu da, fahişelerden saygınlıklarıyla tarihsel olarak ayrılan “namuslu” kadınların görüş açısını değiştirmektir. Kadınlar arasında yeni bir anlayış, güven, kendine saygı havası, bir ortak cemaat duygusu yaratılmalıdır. Her şeyden daha elle tutulur, gerçekleşme umudu hepsinden daha zor, en anlamlı ve önemli değişiklik sokaktaki değişim olacaktır. Sokak kadınının kendine bakışaçısını, belalısı, patronu ve polisle olan ilişkilerini etkileyecek biçimde değiştirmek gereklidir. Çünkü işin düğüm noktası fahişenin kendisidir o katılmadığı takdirde, değişim için yapılacak bütün tartışmalar, skolastisizm olmaktan öteye gidemeyecektir.
Fahişelerle ilgili yazı yazmak, bu yolda bir başlangıç olur diye düşündüm; ama başkaları katılmadıkça, kadın eylemini sürdürenler ya da öteki tutarlı grup ve örgütler fahişeliği, üzerine eğilinmesi gereken bir sorun olarak almadıkça, akademik bir okur kitlesine seslenen aşırı pahalı bir kitapla, sokak dünyasının gerçekliği hiçbir şekilde etkilenemez. Bunu biliyordum, ve ne denli az olasılık bulunduğunu gördükçe umutsuzluğa düşüyordum. Bu umutsuzluk, 1971 Aralık ayında yapılan fahişelik konusundaki ilk feminist konferansa değin sürdü. Bu konferansın yapılmasını anlamsız bir iyimserlik içinde bekliyor, hiç değilse bir hareket başlıyor diyordum. Başka kadınlar da bu konuyla ilgileniyorlardı demek. Çok sayıda kadın katılırsa, onların ortak gücüyle bu hareket sürdürülebilirdi. Ne yazık ki, sonuç benim ütopik saflığımı boşa çıkardı. Toplantı, benim için hem bir aydınlanma, hem de bozgun oldu. Birinci gün genel bilgilerin verilmesiyle uyuşukluk içinde geçti: Kuramsal yazılar, tanımlamalar, istatistikler, tarihçe, yasal değişim ve gelişimler, yasanın keyfi uygulanması (“başı boş azınlık” ya da “masaj salonu” tanımlamalarında olduğu gibi) ve reform önerilen ile ilk gün başladı, öğleden sonra konu açıkoturuma ayrılmıştı ve bu, fahişelerle eylemciler arasında kıyametin kopmasına yolaçtı.
Çünkü, bütün tahminlerin tersine, fahişeler toplantıya katıldılar. Kalabalık değildiler. Belki durumlarını en iyi simgeleyecek olanlar gelmemişti. Yine de, o yaşantının içinden gelmiş bir avuç kadın vardı. Bunlar, geçmişteki yaşam zorlukları ve baskılarıyla bir kez para karşılığında yatmış ya da yatmanın eşiğine gelmiş eylemci kadınların tersine, halen o yaşantıyı sürdüren kadınlardı. Ve bir ordu bozan grubu gibi katıldılar toplantıya. Sözde bizi değil de salt onları ilgilendiren durumlarım tartışmak, o konuda karar vermek yetkisini kendilerinde gören namuslu kadınlara söyleyecek çok sözleri, çok anlatacaktan vardı. Bize anlatacakları, haklı bir öfkeden gelen ilk mesajları, bizim yargılayıcı, işleri karıştırıcı ve bilgisiz olduğumuzu yüzümüze vurmaktı.
Böylesi bir çatışmayı bekliyordum. Çünkü bir yıl önce Sokak Kadınları’nı yazarken, bana yaşantılarını anlatan kadınlarla ilk konuşmalarımda çok daha ılımlı da olsa aynı çatışmayı ben de yaşamıştım. Üstelik toplumdışı sayılanların örgütleşmediklerini biliyordum. Misyoner rolü yüklenmeye kalkışmanın ne denli büyük ve ne denli boşuna bir çaba olduğunu da biliyordum. Ve fahişelik hakkında yapılacak, söylenecek, kararlaştırılacak bir şey varsa böyle bir hareketi başlatmakta eylemcilerin ya da benim gibi eylemci yazarların önemsiz bir rolü olsa bile bunu asıl gerçekleştirecek olanların fahişeler olduğunu biliyordum.
Bu yüzden, fahişelerin saldırısındaki çapraşık düşmanlığı, ve Kadın özgürlüğü eylemcilerinin bunun karşısında kapıldıkları tedirgin edici suçluluk duygusu ile yanıtlarındaki kırık döküklüğü önceden kestirmiştim. Saatlerce süren hareketli ve karman çorman tartışmalar sonunda araya sınır çizgisi çekildi, siperler alındı ve karşılıklı tehditler, suçlamalar savruldu daha doğrusu kendilerini hakaret edebilecekleri, giderek hakaret etmeye teşvik edildikleri bir grup kadının ortasında dikkat merkezi halinde bulan fahişeler, eylemi ve zaman zaman savunmayı bırakıp, fahişelerin kendilerini onaylamasını bekleyerek dinleyen ya da birbiriyle tartışan eylemcileri suçladılar. Bir cinsellik ve para tartışması aldı yürüdü. Asıl sorun olan cinsel özgürlük havası odada canlandı. Cinsellik konusunda…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kadın-Erkek Kadın-Erkek
- Kitap AdıSokak Kadınları
- Sayfa Sayısı128
- YazarKate Millett
- ÇevirmenSeçkin Selvi
- ISBN9789753880862
- Boyutlar, Kapak11 x 18 cm, Karton Kapak
- YayıneviPayel Yayınevi /