Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Siyah Beyaz ve Gri
Siyah Beyaz ve Gri

Siyah Beyaz ve Gri

Yusuf Şaşmaz

Sadece mesajlarla muhatabına duyurulma imkânı bulan büyük bir aşkın; Aşkla sevginin kesiştiği, birbirine karıştığı ve birbirinden ayrıldığı noktaları dikkatli gözlere sunan samimi duyuşların; Hızla…

Sadece mesajlarla muhatabına duyurulma imkânı bulan büyük bir aşkın;
Aşkla sevginin kesiştiği, birbirine karıştığı ve birbirinden ayrıldığı noktaları dikkatli gözlere sunan samimi duyuşların;
Hızla tüketilen aşklara isyan biriktirmiş bir kalbin ve doğrulara çevrilmiş bir işaret parmağının;
Hayatın ve olayların baş döndürücü, yorucu, ezici hızından koruyan güvenli bir sevda limanının;
İdeallerin, sevginin, acının, korkunun, mutluluğun, ümidin ve geleceğin romanı;
SİYAH BEYAZ VE GRİ.

SİYAH BEYAZ ve GRİ

BÖLÜM 1

İçimde derin bir sıkıntı…

Gece görülen korkunç bir rüyanın, ertesi gün veya

onu takip eden günlerde, genellikle aslından uzak hatta tam tersi durumlara yorulması…

Bu yaşıma kadar korktuğum soyut gerçeklerden

birisi; hislerim, hissettiklerim…Öleceğini bilen ve ölümü

bekleyen bir insan gibi…

İç çatışmalarım doruğa ulaşmış, kendimi teselli etmeye

çalışıyor, içimdeki sıkıntının kötü bir olayla tekerrüründen

korkuyordum. Çünkü çoğu kez şahit olup, birebir

yaşadığım bu hislerim kötü bir olayla sonuçlanmıştı.

İçim daralıyor, bulutlarla kavgalı güneşin, yeryüzüne

yersiz ulaşma çabasıyla, basık, karanlık,bir o kadar

bunaltıcı; kimi insanın ruhunu daraltan, benimse, ilk

damlanın düşmesini sabırsızlıkla bekleyen; küçük bir çocuk

gibi kendimden geçtiğim, evrenin mistik tabiat olayları,

yersiz ve anlamsızdı.

Çevreden gelecek herhangi bir tehlikeye karşı, bütün

almaçlarımı açmış ve gardımı almış bir durumda, yakın

dostum Eren ile birlikte, uzun koridorda ikinci derse

girmek için yürüyorduk.

“Bir şey mi oldu? Geldiğinden beri yüzün sapsarı!”

“Bilmiyorum. İçimde bir sıkıntı var, ondan herhalde.”

“Nasıl yani?”

Omuzlarımı silkerek, “Sebepsiz bir sıkıntı işte…”

“İstersen elini yüzünü yıka.”

Ne olduğu belli olmayan bir durumla ve henüz ortada

bir şey yokken, insanları galeyana getirmek istemiyordum.

İçinde bulunduğum karamsarlıktan, biraz daha

sıyrılmış gibi davranarak, “Hayır! Ben iyiyim.” dedim ve

hazır bahaneyle Eren’i geçiştirdim. “Hem derse geç kalıyoruz.”

Eren de fazla üstelemedi, “Ders arasında yoktun!”

diyerek konuyu değiştirdi. “Kantine baktım nereye gittin?”

Konuşmak istemiyordum ama sorusunu yanıtladım.

“Biraz işim vardı, Kenan Hoca’nın yanına uğradım.”

Saat altı kırkı gösterdiğinde, kendi aralarında kaynaşan

öğrencilerle birlikte yansıtımdan çıkan görüntünün,

daha rahat görünebilmesi için, yarı aydınlanmış sınıfta

Yusuf Hoca yerini almıştı.

“Omurgalı ve Omurgasız Hayvanlar Sistematiği”

dersimizi veren ve aynı zamanda fakültemizin dekanlığını

yürüten Prof. Dr. Yusuf Ayvaz, yoklamayı her zaman

kendisi yapar ve buna özen gösterirdi. Onun için, dersin

devamlı bir şekilde takip edilmesi; “Ders derste öğrenilir.”

mantığını destekleyen bir görüştü. Nitekim bu görüş

benim de aklıma yatmıyor değildi, fakat her derse de katılmak

pek hoşuma gitmiyordu. Sezon boyunca derse devam

edenler, hiç kaçırmayanlar ara sınav notuna on puan

eklenerek ödüllendirilirdi. Hocamızın bu taktiği sayesinde,

“Omurgalı ve Omurgasız Hayvanlar Sistematiği” dersine

katılmayan öğrenci sayısı çok az olur; yüzde beş veya

yüzde onla sınırlı kalırdı. Bu tarz yoklama; herkesin isminin

tek tek okunması, bazı sınıflarda hocalar ve öğrenciler

için ayrı bir sıkıntıydı. Yetmiş kişinin ismi tek tek okunuyor;

dakikalar birbirini izliyordu. Bizim sınıfımızda ise

mevcudun azlığı, bu sorunu ortadan kaldırmıştı.

Arkadaşlarım için yoklama esnasında, benim bilgisayar

ve yansıtımı hazırlamam alışılagelmiş bir durumdu.

Bazen ders başlamadan önce hazırlar, bazense hocamız

yoklama yaparken bu görevi yerine getirirdim.

O gün, on sekiz kişilik sınıfta yine herkes yerini almış,

bir tek yakın arkadaşım Hakan yoktu.

“Yusuf!”

“Burada!”

Yoklama bittiğinde Yusuf Hoca kısa bir konuşma

yapar; eğer varsa, bizlerin görüş ve düşünceleri alırdı. Bir

sıkıntımızın olup olmadığını sorar, yoğun rutini arasında

o hafta enteresan bir olay olmuşsa o konuşulurdu. Hiçbir

zaman on dakikayı geçmeyen bu konuşma, genelde tatlı

bir sohbet havasında geçer, bazen; bizim çok yorgun olduğumuz günlerde dersi kaynatmaya yönelik girişimlerimizle

sonuçlanırdı. Tabi yılların vermiş olduğu tecrübe,

bunu ustalıkla geri püskürterek; “Bu kadar gevezelik yeter.

Nerede kalmıştık?” deyip derse geçerdi. “Kuşların genel özellikleri.”

“Evet, kuşların genel özellikleri bitmişti. Morfolojilerine

bakacak olursak: Vücut, baş, boyun, kuyruk olmak

üzere dört kısımdan meydana gelmiştir. Ağız ileriye

doğru uzanmış ve keratin bir örtü ile kaplı olan gaganın

ucundadır…” Yusuf Hoca konuyu bu şekilde anlatır, hiç

beklemediğimiz anda sorularıyla bizleri yoklardı.

Üniversiteye başladığım yıldan bu güne kadar,

derste ve dışarıda telefonumu hep açık konumda; titreşimde

bırakırdım. Evde ise üzerimden ayırdığım zaman

sesi açık konumda olurdu.

Esin’in yollamış olduğu mesaj beni şaşırtmıştı. Çünkü

bu tür konuları telefonda konuşmaz, baş başa kaldığımız

sakin bir zamanda, dertleşerek dile getirirdik. Asıl şaşırtıcı

olan ise ilgi duyduğum insanın ismini biliyor ve soy

ismini sormuş olmasıydı.

Yusuf Hoca hâlâ ders anlatıyordu, bense bütün dikkatimi

yitirmiştim. Şaşkınlık ve merakla birlikte; hocaya

çaktırmamaya gayret ederek Esin’in mesajına karşılık verdim.

“Kuzen, neden sorduğunu anlamadım ama…”

Mesajı yollarken kapı iki kez vuruldu, arkasından

Hakan kapıyı açarak “Girebilir miyim hocam?” dedi. Geç

kalmanın verdiği telaş ve utançla, yüzü kızarmış, biraz da

olsa terlemişti. Yusuf Hoca konuşmasını bölmeden, kafasını

“Girebilirsin!” der gibi salladı.

Hakan, yerine geçip oturduktan biraz sonra ikinci

mesajı aldım. Mesajın iki güncelleme sonunda açılmasını

beklerken, içimden “Bu kadar uzun ne yazdın?” diye geçiriyordum.

“Kuzen! Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama şu an

elimde bir kan örneği var. Barkodu, bilgisayara okutmaya

çalışırken fark ettim ve doğru mu hatırlıyorum yoksa

yanlış mı diye sana sordum; Pınar şu an burada.”

Mesajı okuduktan sonra içime bir korku düşmüş,

bununla birlikte merakım da doruğa ulaşmıştı. Artık sınıfta

değil başka bir âlemde geziyordum. Vakit kaybetmeden

hemen karşılık verdim.

“Esin, neden orada olduğunu benim için öğrenebilir

misin? Merak ettim!”

Hiç beklemeden, bir mesaj daha yazdım; “Pınar şu

an hastanedeymiş.” canım kadar sevdiğim, iki sıra arkamda

olan Eren’le Hakan’a yolladım. Pınar konusunda her

şeyi bilen ve sıkılmadan, usanmadan beni her zaman dinleyen

iki dostuma…

Bir şeylerle uğraşıyor olmamdan, fark edilmiş olmalıyım

ki hemen soru geldi. Yusuf Hoca; “Adaş, sürüngenler

ve kuşların derilerindeki farklılıklar nelerdir?” Benim

için bu kadar basit bir soruyu bile anlayamamıştım ve

gevelemeye başladım.

“Kuşların derilerinde…”

Bizleri, küçük düşürme zihniyetiyle değil de dikkatimizi

tekrar toplamak için sorulan bu sorunun yanıtını,

iki üç saniye içinde Yusuf Hoca kendisi verdi. Her zaman

da böyle yapardı zaten. Ama yine de merakımın önüne

geçemezken; telefona bir kez daha baktım. Eren ve Hakan,

ikisi de “Ne olmuş?” diye soruyorlardı. Bu kez, cevap

yerine Esin’den gelecek mesajı beklemek daha mantıklı

olandı ve cevabı beklemeye başladım.

Elimde telefon, ayaklarım istemsiz sallanıyordu ki

beklediğim mesaj çok geçmeden geldi. Okurken gözlerim

karardı, yanlış mı okuyorum diye defalarca okudum.

Ama maalesef doğru okuduğumu fark ettiğimde, kaç dakika

öylece donup kaldığımı hatırlamıyorum. İçimdeki sıkıntı

bir kez daha beni yanıltmamış ve olan olmuştu.

“Yusuf! Şimdi öğrendim: Pınar silahla yaralanmış

ve şu an durumu çok ağır.”

Bütün gardım bir anda düştü ve birisi dokunsa neredeyse

ağlayacaktım. Her zaman güvendiğim reflekslerim

yavaş yavaş köreliyor, hastalık haricinde çok nadir titrediğini

gördüğüm ellerim ise titriyordu. Zaten kendimce

sorunlarımın yanında gelen bu haber, beni iyice doldurmuş;

patlama noktasına getirmişti. Saniyeler işlerken toparlanacağım

yerde daha da çıkmaza giriyor, ama bir türlü

hiçbir şeye odaklanamıyordum. Yarı aydınlanmış sınıf

iyiden iyiye kararmaya başladı. Duvarlar üstüme üstüme

geliyordu, sıralar işkence aleti olmuştu. Vücuduma temas

ettiği her noktada canım yanıyor; sanki avucumun içinde

kör bir bıçak, olabildiğince yavaş; ileri geri kayıyordu.

Fiziksel acıydı elbet! Gelir geçerdi… Fakat oracıkta mengeneye

sıkışmış yüreğim bu acıyla nasıl başa çıkardı? Sonunda

telefonu elimden yere düşürdüm. Sınıfta olduğumu

bile unutmuştum. Uzanıp yerden telefonu aldıktan

sonra, kafamı kaldırıp karşımdaki Yusuf Hoca’ya baktım;

gömleğindeki çizgiler birbiri içine girmiş renkler ise allak

bullak olmuştu. Beş on saniye sonra ancak göz göze gelebildik.

İşaret ettim ve yanıma geldi.

“Hocam çıkabilir miyim? Bir arkadaşımı hastaneye

kaldırmışlar.”

Boğuk sesimle birlikte görüntümden olmalı ki hiçbir

şey söylemeden sadece başını salladı. “Yalnız Eren’le

Hakan’ı da yanıma alabilir miyim?”

“Ne oldu önemli bir şey mi?”

Bu son soru neredeyse beynime balyoz gibi indi

ama “Bilmiyorum hocam öğrenince haber veririm.” demekle

yetindim.

“Tamam, çıkabilirsiniz.”

Kafamı çevirip sınıfa döndüğümde, bütün sınıf sessiz

geçen bu konuşma ile birlikte merakla bizi izliyordu.

Eren ve Hakan’la göz göze gelerek kafamla “Hadi gidiyoruz.”

der gibi işaret ettim.

Eşyalarımı toplamak için elimdeki metal kalemi bıraktığımda

fark ettim ten rengimi. Kalemi sıkmaktan

bembeyaz olmuştu avucum ve bölük pörçük bir harita

gibi yavaş yavaş eski halini almak için çabalıyordu. Sınıftan

çıkarken, Yusuf Hoca arkadaşlarımın dikkatini toplamak

için tekrar konuşmaya başladı.

Koridora çıkınca ikisi birlikte sordu; “Ne oldu, nereye

gidiyoruz?”

“Tam olarak ben de bilmiyorum ama Pınar yaralanmış,

hastaneye gidiyoruz. Başka da soru sormayın konuşacak

durumda değilim. Benim de bildiklerim ancak bu

kadar. Esin hastanede nöbetçiymiş. O da tesadüfen fark

edip bana haber verdi.”

Üçümüz birlikte, koridorda koşar adımlarla ilerlerken,

kafamda milyonlarca soru vardı.

“Nasıl, neden ve durumu nasıldı?”

Bütün bunların yanında ise içime en çok dert olan;

âşık olduğum insanla henüz bir tanışma fırsatına erişemeyişim,

onun şu an yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide

gelip gidiyor oluşu, benim ise pişmanlık denizinde boğuluyor

oluşumdu.

Eklendi: Yayım tarihi

“Siyah Beyaz ve Gri” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıSiyah Beyaz ve Gri
  • Sayfa Sayısı416
  • YazarYusuf Şaşmaz
  • ISBN6056154560
  • Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviKaNeS Yayınları / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Bir Çırağın Öyküsü ~ Kemalettin TuğcuBir Çırağın Öyküsü

    Bir Çırağın Öyküsü

    Kemalettin Tuğcu

    Yılmaz’ın hayatı, ilkokul üçüncü sınıfta, babasının geçirdiği kazadan sonra tepetaklak olur. Okulu bırakıp bir marangozhanede çalışmaya başlayan Yılmaz, sabahın alacakaranlığında, sıcak soğuk demeden atölyeye...

  2. Felatun Bey İle Rakım Efendi ~ Ahmet Mithat EfendiFelatun Bey İle Rakım Efendi

    Felatun Bey İle Rakım Efendi

    Ahmet Mithat Efendi

    Felatun Bey ile Rakım Efendi bir İstanbul romanıdır. Felatun Bey’in kişiliğinde Batı hayranı bir mirasyedi canlandırılmıştır. Rakım Efendi, kendini yetiştirmesini bilen, hem Doğu hem...

  3. Sabah Uykum ~ Ahmet BatmanSabah Uykum

    Sabah Uykum

    Ahmet Batman

    Belki bir kitabın aynı sayfasında ağlamışızdır. İşte bu haberimiz olmadığı halde dünyanın en güzel karşılaşması olabilir. Ben anlam veremiyorum yani neden bittiğine değil madem...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur