Günümüzde, genellikle kağıt süsleme sanatı olarak bilinen Ebru, en eski Türk sanatlarından biridir. Ebru, en eski Türk sanatlarından biridir. Nerede ve ne zaman başladığı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Sırlar aleminden bizlere gizli güzellikler sunan aşk dolu bir sanattır Ebru.Ebru genellikle çok renklidir. Türkçe’mizde, Ebruli sözcüğü rengârenk anlamında kullanılan bir kelimedir. Bu çokluktan kurtulup, tekliğe ulaşmak; yani “kesretten vahdete” giden yolculuğu, ilahi güzelliği arayan hak yolcularına ebru sanatı ile hatırlatmak niyeti ile bu katolog hazırlandı. Bu eserler renkli ebruların siyah-beyaz baskıları değildir. Sadece bir tek, siyah boya (is) kullanılarak yapılan ebrular, beyaz kağıtlara alınarak oluşturulmuştur.
***
SİYAH BEYAZ EBRU
Günümüzde, genellikle kağıt süsleme sanatı olarak bilinen Ebru, en eski Türk sanatlarından biridir. Nerede ve ne zaman başladığı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Sırlar aleminden bizlere gizli güzellikler sunan aşk dolu bir sanattır EBRU.
Ebru tarihçileri, bugün bilinen çok renkli ebruların, birçok medeniyetin merkezi durumunda olan Orta Asya’da, Türkistan’da doğduğunu söylüyorlar. Buhara ve Semerkant’ta başlayan ebrunun Çağatayca’daki bilinen ilk adı EBRE (hare gibi, damarlı) dir. İran’a geldiğinde EBRİ (bulutumsu, bulut gibi) yada ABRU (su yüzü) adını aldı ki bu sanatın en kısa tarifi bu sözcüktedir: “Su Yüzü Resmi”… Hindistan’a ABAR adı ile giden sanat, Anadolu’da EBRU diye anıldı. Eski üstadlarımız, “Ebri”yi sıkça kullandılar. 17. yüzyılın başlarında Türk kağıdı adı ile Avrupa’ya gitti ve tüm dünyaya da buradan yayıldı.
Türkler, sekizinci yüzyılda kağıt yapımına başladılar. İnce ruhları ve mistik şahsiyetleri ile kağıt süsleme sanatlarında çok ilerlediler. Muhtemelen ilk ebru yapımını da o yıllarda gerçekleştirdiler. Ancak elimizdeki tarihi bilinen en eski ebrular Xl. yy.’a aittir. Bu örnekler oldukça olgunlaşmış, mükemmelleşmiştir. Ebru tarihçileri, ebrunun bu seviyeye gelebilmesi için birkaç yüzyıl geçmesi gerektiği kanaatindedir.
Ebru kağıtları ilk zamanlarda resmi devlet belgeleri, çeşitli antlaşmalar ve önemli olayların yazıldığı, özellikle ince desenli kağıtların zemin olarak tercih edildiği bir kullanım alanı bulmuştur. Böylelikle belge üzerinde tahribat önlenmeye çalışılmıştır. Bu, günümüzde kağıt paralar, çek defterleri, senet, bono kağıtları üzerindeki karmaşık desenlerin silinti girişimlerini belli etme mantığına uymaktadır. Ayrıca ticari defterlerin kenarları, sayfa eksiltmeme düşüncesi ile ebrulanmıştır.
Ebru Sanatı, İslam Sanatları içinde önemli bir yer tutmuş, hat ve cilt sanatlarına yardımcı sanat olarak kullanılmıştır. Ayrıca mistik özellikleri, yani “ilahi güzellik arayışı” temeline dayanan tasavvuf düşüncesi ile Osmanlılar döneminde birçok tekke; ustaçırak yöntemiyle öğrenci yetiştiren “sanat atölyeleri” haline gelmiştir. Bunun en yakın ve güzel örneği, Üsküdar Sultantepe’de 19. yy sonunda kurulan Özbekler Tekkesi’dir. Ebru sanatını günümüze getiren zincirin halkaları buradan geçer. Sadık Efendi, Ethem Efendi, Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman, Niyazi Sayın… ve daha nice feyiz alanlar….
Ebru, genellikle çok renklidir. Türkçemizde, ‘Ebruli’ sözcüğü rengârenk anlamında kullanılan bir kelimedir. Bu çokluktan kurtulup, tekliğe ulaşmak; yani “kesretten vahdete” giden yolculuğu, ilahi güzelliği arayan hak yolcularına ebru sanatı ile hatırlatmak niyeti ile bu sergi ve katalog hazırlandı. Bu eserler renkli ebruların siyahbeyaz baskıları değildir. Sadece bir tek renk, siyah boya (is) kullanılarak yapılan ebrular, beyaz kağıtlara alınarak oluşturulmuştur. Bu halin derin tasavvufi ve bilimsel yönlerini, değerli üstatlar Sayın Mustafa Özdamar ve Prof. Dr. Ahmet Ünal Beyefendiler yazdılar. Sayın Jane Louise Kandur Hanımefendi İngilizce’ye tercüme etti. Kendilerine ve tüm emeği geçenlere sonsuz teşekkürlerimi arz ederim. Bu eserimi muhterem sanat ve ebru sever dostlara sunmaktan bahtiyarlık duyarım….
Hikmet Barutçugil
Salacak, Ekim 2004
VARLIKTA YOKLUK
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi murat ettim”
Hadis-î Kudsî
Bizi yaratanı ne zamandan beri biliyoruz ve onu seviyoruz? Akılla ilgili bilmek fiili, his ve duyuşlarla ilgili sevmek fiili ile birleşip bize idrak yada algılamanın doruk noktasını tanımlamaktadır. Acaba ne zaman bilmeye başladık? Çocukluk yaşlarımızı tamamladığımız yıllardan itibaren, bilme becerimizi gittikçe artan gözlemlerle geliştiriyoruz. Yapılan iş o denli basit ve gözleme dayalıdır ki, dikkatli ve birazda istekli bir insan, her an bilme fiilini tekrarlamakta ve geliştirmektedir. Nereye kadar ve ne denli artan yoğunlukta bu olay devam edecektir? Bilmenin bir ölçüsü olmadığına göre sonu tanımlanamayan ve kişiden kişiye değişen kavrayışlarla bilme işlemi devam edecektir. Aslında bilmek ve sevmek, matematikteki gerek ve yeter şart probleminin ilginç bir uygulaması olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bilmeyi sevme ile destekleyip geliştirebilirsek; başlangıcı belirli gibi görünen sonu belirsizliğe yada hiçliğe uzanan bir doğruyu çizmiş oluruz. Acaba nereye kadar sevebiliriz veya ben en çok nasıl sevebilirim? Bu soru sürekli zihnimi meşgul ederken birazda benliğimin verdiği hislerle beni, gizli zevk ve duyuşlara yönlendirmektedir. Aslında daha da öteye, tüylerimi diken diken eden ürperişlere sürüklemektedir.
San’atın türlü türlü tanımı yapılmıştır. Bilmek ve sevmek açısından tanımı ise; kalbî derinlik ve duyuşların eşyaya aksetmesi ve somut (müşahhas) hale gelmesidir. Hangi alanda olursa olsun bütün san’atlar; temelde insan ruhundaki düşünerek bilme ve severek hislenme yeteneklerinin açık bir görünümünden (tezahür) ibarettir. Allah(CC)dan gayri bütün varlıklar, Yüce Rabbimizin Latif sıfatının tecellisiyle, yani daha açık bir anlatımla onun lütfetmesiyle yaratılmıştır. Yaratılmışların (mahlukatın) hiçbiri hak ederek ve bedel ödeyerek varolmuş değillerdir. Böylesine muazzam lütuf ve kerimine karşılık bizden beklenen de; bizi yaratanı bilmek ve sevmektir.
Bilme ve sevme; görüş, duyuş, temas ve tad alma gibi duyularla olmaktadır. Görüş fiilinin gerçekleşmesi için en önemli şart ışıktır. Uzayda bulunan bütün radyasyonlar arasında ışık şüphesiz en önemli olanıdır. Aşağıda verilen çizelgeden görüleceği gibi ışık radyasyonlarını, elektromagnetik tayfın öbür radyasyonlarından ayıran sadece dalga boyu olmaktadır.
DALGA TİPİ | DALGA BOYU |
Radyo, alçak frekans | 30 000 – 600 m. |
Radyo, yayın frekansı | 600 – 200 m |
Radyo, yüksek frekans | 200 – 0,3 m. |
Radyo, mikrodalgalar | 30 – 0,08 cm. |
İnfra kızıl ışık (Kızılötesi) | 0,08 – 7,5*10-5 cm. |
Görünür ışık | 7,5*10-5 – 3,8*10-5 cm |
Ultraviyole ışık (Morötesi) | 3,8*10-5 – 0,1*10-5 cm |
X-ışınları | 10-6 – 10-10 cm |
γ-ışınları | 3*10-9 – 5*10-11 cm |
Işık terimi genelde göze etkiyen bir dalga boyu menzili için kullanılır. Ancak görünür menzili sınırlayan, daha uzun kızıl ötesi dalgalarını ve daha kısa mor ötesi dalgalarını da içine alır. Çeşitli radyo frekansları, kızılötesi ve morötesi ışık ile x ve γ ışınlarını birbirinden ayıran sadece dalga boylarıdır. Bizi yaratanın bize verdiği algılama yeteneği sayesinde kızılötesi ve morötesi ışınların arasında kalan ve dalga boyu 7,5*10-5 – 3,8*10-5 cm olan ışınları görmekteyiz. Demek ki bilmemiz ve bildiğimizle sevmemiz, algılayabilme sınırlarımıza bağlıdır. Daha açık bir deyimle verilenle yetinmesini bilmek, bilinmekliğine bize göre bir sınır getirmektedir.
Böylesi geniş bir tayf (spektrum) da, insanoğlunun yegâne ve en büyük ışık kaynağı güneştir. Yaratılmışların tümü hayatını devam ettirmek bakımından en büyük ışık kaynağına doğrudan bağımlıdır. En kolay ve çabuk görünen beyaz ışıktır. Beyaz ışın demeti, birbirine karışmış birçok renkten oluşmaktadır. Bu demet bir prizma yardımıyla kırıldığı zaman; renkler parlak bir şerit halinde açılırlar ve hissedilmeyecek derecede birinden öbürüne geçerek bir tayf oluştururlar. Tayfta her ne kadar birbirinden farklı yüzlerce renk görülsede, kabaca altı esas rengin göründüğü gözlemlenebilir. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor. Dalga boyu kırmızı için en büyük olup, mora doğru gittikçe küçülmektedir. Elde edilen ışın demeti yani tayf ters yönde konulmuş bir prizmadan geçirilirse renkler tamamen birleşip beyaz ışığı verirler. Bir ışığın kendini oluşturan renklere ayrılmasına dispersiyon denir.
Diğer taraftan sürekli tayf veren bir ışık kaynağı difraksiyona uğramadan önce yani prizmadan geçirilip tayf elde edilmeden önce, soğurucu (absorbe edici) bir ortamdan geçirilirse tayfta karanlık bölgeler oluşmaktadır. Burada sadece belirli dalga boyundaki ışınlar soğurulmuş ve gözle algılanamaz duruma gelmiştir. Söz konusu algılanamazlık karanlık görünüm olup, karanlık görünümün rengi de siyahtır.
Renk tanımı iki anlamda kullanılmaktadır. Fizik bakımından renk; ışık demeti içerisinde enerjinin spektral dağılım tarzı, yani çeşitli dalgaların frekansları ve şiddetleri ile bellidir. Fizyolojik olarak renk ise; göze gelen söz konusu bu dalgalar tarafından oluşan etkiye bağlıdır. Rengin üç temel karakteristiği vardır. Renk çeşidi, doymuşluk ve parlaklık. Örneğin doymuşluk, pembe rengin doymuş kırmızı ve beyazın bir karışımı olduğunu göstermektedir.
Daha anlamlı ve açık bir anlatımla ifade etmek gerekirse; beyaz ışınların görünür hali olan beyaz renk; kendini oluşturan kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor ana renkleri ile bunların geçişlerinden oluşmaktadır. Adeta anılan tüm renklerin birleştiği yada cem olduğu bir ışın yada renktir. Karanlık görünümün yani siyahın tanımı da; bir biçimde soğurulmuş yada yansıtılmış ışınların görünmeyen rengidir. Benzetme doğru ise renklerin fark halidir. Cem ve fark tasavvufta oluşum veya yaratanı bilme ve dolayısı ile sevmeyi açıklamak için kullanılan bir yöntemdir. Tasavvuf deyimi ile değişen hallerdir.
“Yok görünen tek var” bizi yaratan Yüce Allah(CC)’dır. “Var görünen yoklar” yani bizler ise aslımıza döndürülecek olmamız bakımından bu dünyanın perdesindeki hayaller gibiyizdir. Hikmet Barutcugil bu ince sırrı anlamanın vermiş olduğu bilgelik ile, beyaz zemin üzerine siyah ebru denemekle “bedii” sıfatının kendindeki tecellisini ifşa etmiş oluyor. Yeteneklerinin karşısında, kendisine bu yetenekleri verenin mükemmeliyeti ile Hikmet redifli aşağıdaki gazeli kaleme alma cesaretini gösterdim.
Su’dur ömr-û hayatımızdaki en büyük servet
Su üstüne raptetmektir sureti işte
Hikmet
Kolay olmuştur suretin tespiti her zeminde
Maksat, hüsn-û sireti tasvir olmalıdır
Hikmet
Her an yeni bir şen’in tezahürüdür sanatın
Ebru teşekkülünde gizlenen sır nedir?
Hikmet
Bilinmez; zaman neyi gösterir, neyi getirir
Elbette vardır zuhurunda anlaşılmaz
Hikmet
Sanki ruh hayat buluyor ellerinin sihrinde
Sabrın sonu selamet, ebru’nun üstadı
Hikmet
Bilmeyi öğrendiğimizi sandığımızı umarak, acaba ne kadar sevebiliyoruz? Sevmeyi hep düşünüp yeterince sevememenin burukluğu içerisinde bugün de hep tarifi mümkün olmayan ürperişler içindeyim. Ama sevenin verdiği aşkla, ışıkla ve renkle sevilenin neler yapabileceğini görmek onu sevenlere gurur vermektedir. Hele mükevvenatın yaratılışındaki ince sırrı kavrayıp; var görünen tek beyazla, yok görünen siyahı buluşturan Barutcugil’in Hikmet’inden sual olmaz. Çünkü gizli hazineyi bilmeyi ve sevmeyi idrak etmiş olmanın verdiği halet-î ruhiye artık aleniyete dökülmüş oluyor.
Ahmet ÜNAL
03.01.2004
SIRLAR BULUTU SİYAH EBRU
Allah’ın ahadiyyet (teklik ve mutlaklık) esrarının tasavvuftaki ifâdesi “amâ”dır. Amâ, yoğun karanlık bulut anlamına geliyor.
Ebrûzenler ve ebrû sevenler iyi bilirler ki ebrû kelimesinin aslı olan ebr de bulut anlamına geliyor.
Kalbin altıncı semâsı olan sevdâ veya süveydâ, gaybın mükâşefe mahallidir.
Gözün de gönlün de görüntü merkezi siyah bir noktadır.
Yeryüzünün kalbi Kâbe. Kâbe’nin sevdâ veya süveydâsi Hacer-i esved… Hacer, taş; esved simsiyah… Hacer-i esved, en siyah, simsiyah taş anlamına geliyor.
Beyaz fincanlarda içilen mâsum keyiflerin telvesi kahve.
Sebeb-i sohbet-i yârân kahve!
Bâis-i cem’-i ârifân kahve!..
Yerinme siyah olduğuna her giz,
Karadır hatt-ı Kur’an kahve!..
Seyyid Seyfullah
Bana kara diyen dilber,
Gözlerin kara değil mi?
Yüzünü sevdiren gelin,
Kaşların kara değil mi?
Güzel ben seni isterim,
Seni koynumda beslerim;
Yüzünü güzel göreyim,
Zülüfün kara değil mi?
Boyun uzun belin ince,
Yanakların olmuş gonca;
Salıverirsin kolunca,
Beliğin kara değil mi?
Utanırın akar terin,
Güzellikte yok benzerin;
En sevgili makbul yerin,
Saçların kara değil mi?
Beni kara diye yerme,
Mevlâ’m yaratmış hor görme;
Elâ göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi?
Hind’den Yemen’den çekilir,
İner Bağdad’a dökülür,
Türlü taâma ekilir
Biber de kara değil mi?
Göllerde kuğular olur,
Göğüs ak, kara benlidir;
Mısır’da çok zengin vardır,
Kölesi kara değil mi?
Pınara konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun,
Çöldeki Arab Beyinin
Çadırı kara değil mi?
İllerde konup göçerler,
Lâle sünbülü biçerler,
Ağalar Beyler içerler;
Kahve de kara değil mi?
Evlerinde sular akar,
Güzelleri göze bakar,
Hublar yanağına sokar,
Sünbül de kara değil mi?
Karacoğlan der inşallah,
Görenler desin maşallah;
Kara donlu o beytullah
Örtüsü kara değil mi?
Karacoğlan
Siyah sırdır. Sırrın rengi siyahtır.
Görüntüsünün sonsuzluğunda görünmezliğe bürünen Yüce Allah, pek çok şeyi siyahla sırlamıştır.
Siyah, kara, karanlık, koynunda ak aydınlıkları barındıran sırlar örtüsü.
Koynunda pek çok sırlar barındıran gecenin rengi siyahtır.
Gece ve gündüzün rengi siyah beyaz.
Yanık aşkların rengi kara sevdâ, ak sevgilerin anasıdır.
Halkın ezâ ve cefâsına katlanma olgunluğunun tasavvuftaki adı, kara ölümdür. Başarının doruğu olan kara ölüm, ak mutlulukların anasıdır.
Bu tür bir ölüm, gerçek diriliğin, ölümsüzlüğün başlangıcıdır.
Prof. Dr. Süleyman Uludağ’ın “Tasavvuf Terimleri Sözlüğü”nde siyah için özetle şunlar söylenir: “Siyah. Kara. (Tas) Siyâhî: Zât-ı Hakk. Karanlıkta hiçbir şey birbirinden ayırt edilemediği gibi Hakk’ın zâtında da hiç bir şey diğer şeylerden ayırt edilemez.”
Fenâ fi’l ebrû, ebrû yoğun bir sanatkâr olan Hikmet-i Hüdâ Hikmet Barutcugil Hoca’nın siyah beyaz ebrûları, bu gizemin kul boyutundaki tecelli örgüleridir.
Evvel, Ahir, Zâhir ve Bâtın olan Yüce Allah, kevn ve sun’unu, yapma çatma donatma sanatını kullarında icrâ eder.
Geleneği yenilikle besleyip büyütmeye özen gösteren Hikmet Hoca’nın eserleri karşısında “Fetebârakâllahu ahsen’ül haalıkîn”(*) âyetinin esrarı içinde ayılıp bayılmamak mümkün değildir.
(*) “Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir.” (K.K.23/14)
Mustafa Özdamar
TASAVVUFTA RENK ŞEMA VE TEMALARI ÜZERİNE
Her konuyu ve her konumu içine alan, tek hedefli fakat çok yöntemli bir arınma ve arıtma sistemi olan İslam tasavvufunda, insanın iç ve dış ilişkiler ağının odağındaki kendine, özüne, gerçeğine yönelen iç fetih ve seyirde her bölgenin bir sancağı ve her kapının bir şifresi vardır. Her sancağın rengi ve her kapının anahtar kelimesi farklıdır.
Yaşadığı devrin Kutbu olan Halvetî Sinanî Bayramî Melâmî İbrahim Aksarayî Hazretlerine göre, kendini fethe yönelen insanın, nefsin emâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziye ve sâfiye bölgelerinde, basamaklarında, tavırlarında izlediği ana şema şöyledir:
Bu mertebelerde beş ölümle dirilen şehid olur ve vahdet lezzetine ulaşır. İnsanı dirilten beş ölüm şunlardır:
a. Kızıl Ölüm: Nefse Muhâlefet! Levvâme, Mülhime.
b. Yeşil Ölüm: Kıyâfet cakasından âzâd olmak! Mutmainne.
c. Ak Ölüm: Az yemek, az uyumak, az konuşmak! Açlığa tahammül. Râziye.
d. Kara Ölüm: Ezâya cefâya katlanmak. Marziye.
e. Renksiz Ölüm: Ölmeden önce ölme diriliği, ölümsüzlük. Sâfiye.
Nefs mertebeleri seyir şemasındaki renksizlik vahdeti (varlık birliği ve bütünlüğünü), renkler ise kesreti (çokluğu, birliğin bütünlüğün açılımlarını) temsil ediyor.
Renklerin kaynağı renksizliktir! Aslında mânâ da, madde de tamâmen renksizdir! Tasavvuf dilinde buna nûr denir. Nûr, görüntüsünün sonsuzluğunda görünmezliğe, renginin sonsuzluğunda renksizliğe bürünen Kâdir Mevlâ’nın sıfat isimlerindendir. “Allah göklerin ve yerin nûrudur” (KK 24/35) âyetindeki nûr kavramının pozitif bilimlerdeki karşılığı enerjidir. Enerji doğrudan nûr değildir; nûrun nûrunun nûrudur!
Her şeyin bir öte (metafizik), bir de beri (fizik) boyutu vardır. Tasavvufta varlığın fizik boyutuna zâhir (görünen), metafizik boyutuna bâtın (görünmeyen) denir. Her şeylere Kâdir olan Yüce Allah’ın sıfat ismi olan Nûr’un fizik boyutundaki yansımalarına enerji denilebilir.
Cisim, eşyâ veya madde, fiziğe göre enerjinin yoğunlaşmasının neticesidir. Bunun tasavvuftaki karşılığı, letafetin kesâfete bürünmesidir.
Bu yoğunlaşmaları sağlayan devirler ve dönüşümler sırasında açığa çıkan dalga boylarına tasavvufta tecelli (belirme) denir. Renklerin kaynağı olan ışık ve ışınımlar, Nûr’un tecellilerindendir.
Aslında renk diye bir şey yoktur; renk olgusu, ışığın yayılma biçimine bağlı bağıl (izâfî) bir etkidir! Tasavvufça bir söyleyişle, her an ayrı bir şanda olan Nûr’un mekri…
Bu mekir veya cilve içinde sürekli yansımalar yapan “ışığın uzantısı olan ışınımların dalga boyları kendi aralarında büyük farkılıklar gösterir. Bütün renklerin kaynağı olduğu halde kendisi renksiz olan güneşin ışığı, dalga boyları ve kırılma indisleri sonsuz farklı sayıda ışınımlar içerir. Güneş ışığını bir prizmadan geçirerek elde edilen güneş tayfında yedi ana yada basit renk elde edilir: Mor, lâcivert, mâvi, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı. Bu basit renkler ikinci bir prizmadan geçerken yeniden ayrışmazlar; birbirleriyle bileşik renkleri oluştururlar.”
Görünmezliği görüntüye getiren renkler ve elementler, “evvel âhir, zâhir ve bâtın” (önsüz sonsuz, görünen ve görünmeyen) Yüce Allah’ın sıfat ve isimlerinin tecelli terkibleridir.
Her şeye Kâdir olan Yüce Mevlâ’ya nasıl sınır koyamazsanız, onun tecellilerine de sınır koyamazsınız. İlim, bilim, teknoloji ve terakki alanlarında ulaştığımız sonuçları son kabul edersek, kendi kendimizi sınırlamış, durdurmuş ve dondurmuş oluruz. Bizim ulaştığımız sonuçlar bizi bağlar, hayatın seyrini ve sırlarını bağlamaz. Ulaşılan her sonuç, o alanda çalışıp çırpınanların kendi deney ve gözlemlerini yansıtır; bütünü yansıtmaz. Allah’ın “kün” (ol) emri yürürlükten kaldırılmış değildir, “kevn” (oluş) devam ediyor.
Hazreti Mevlânâ’nın yaklaşımıyla bizler, her şeylere kâdir olan Yüce Mevlâ’nın “ol” komutu karşısında, mekânda ve mekânsızlıkta, çevgânın önündeki top gibi dönüp duruyoruz.
Ak da kara da, yaş da kuru da, her şey ve herkes bu renkler âleminde, renksizlik âleminden getirdiği yetenekleri görüntüye getirir.
Allah’ın yaratması bizim yapmamız gibi şartlara bağlı değildir; O bir şey murad ettiği zaman ona “ol” der, o da hemen anında olur, oluyor.
Nefsin yedi tavrının yedi rengi:
a. Bayramî Melâmîlere göre; emmâre mâvi, levvâme kırmızı, mülhime sarı, mutmainne yeşil, râziye beyaz, marziye siyah, sâfiye renksizdir.
b. Halvetilere göre; emmâre mâvi, levvâme sarı, mülhime kırmızı, mutmainne siyah, râziye yeşil, marziye beyaz, sâfiye renksizdir.
c. Nakşîlere göre; emmâre mâvi, levvâme kırmızı, mülhime sarı, mutmainne beyaz, râzıye yeşil, marziye siyah, sâfiye renksizdir.
Nakşîlikte beş lâtîfe beş renk:
1. Kalb. Hazreti Adem’in ayak izini temsil eden kalbin rengi altın sarısıdır. Yeri, sol memenin altıdır.
2. Ruh. Hazreti İbrahim’in ayak izini temsil eden ruhun rengi kırmızıdır. Merkezi, sağ memenin altıdır.
3. Sır. Hazreti Mûsâ’nın ayak izini temsil eden sırrın rengi beyazdır. Yeri, sol memenin üstüdür.
4. Hafî. Hazreti İsâ’nın ayak izini temsil eden hafînin rengi siyahtır. Yeri, sağ memenin üstüdür.
5. Ahfâ. Alemlere rahmet Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın ayak izini temsil eden ahfânın rengi yeşildir. Yeri sırla hafînin ortasında, üsttedir.
Tasavvufdaki renk temalarının çokluğu ve çeşitliliği, iç sonsuzluğumuzdaki ebrûların şemâ ve şifreleridir.
Yüce Allah’ın hüviyet mertebesinde renk yoktur, ama sonsuz açılımı olan bütün renkler o renksizlikten zuhûr eder.
Renkten ve cenkten arınarak renksizliğe ve cenksizliğe ulaşan kâmil insan su ve güneş gibidir, gerektiği zaman gerektiği kadar her renge bürünebilir ve her cengi yapabilir!
Madde âlemindeki “renk tonları muhtelif dalga boyundaki ışınların karışımına bağlı olarak değişir. Muhtelif dalga boyundaki ışınların tamamını yutan madde siyah gözükür. Işınlar hiç emilmeden geri dönerse beyaz renk meydana gelir.” (Rehber 14)
Mânâ âlemindeki renkler de muhtelif sıfat ve esmâ tecellilerinin akışım ve bakışımlarına, birbirlerini etkilemelerine, birbirleriyle birleşim veya ayrşımlarına bağlı olarak değişir ve gelişir. Madde âlemindeki oluşumlar mânâ âlemindeki bu değişim ve gelişimlerin uzantısıdır. Eşya da renkler de “evvel âhir, zâhir ve bâtın” olan Kâdir Mevlâ’nın sıfatlarının ve isimlerinin cevelânından, şandan şana açılımından, bu açılımların yansımalarından ibârettir. Bu açılımların her birinin farklı bir renk tonu vardır. Renksizlikten çok renkliliğe yada çok renklilikten renksizliğe akan bu açılımlara tasavvufta temkin ve telvin denir. Temkin, renksizliğin, telvin veya televvün çok renkliliğin ifâdesidir.
Nefsin emmâre, levvâme, mülhime ve mutmainne boyutlarında arındıktan sonra, “Ey tatmin olan nefs, O senden sen de ondan râzı olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve cennetime buyur!” (KK 89/27-30) emrine “Lebbeyk, Allahumme lebbeyk! Buyur Allahım buyur!” âriflik ve zarifliği içinde, Râziye ve Marziye tavırlarında, Hay ve Kayyûm esmâlarıyla seyr fillâh ve seyr anillâh’da (Allah’da ve Allah’dan seyir) zevk ve aşk âlemlerinde, sırrın sırrı ve hafi mahallinde, fenâ ve bekâ hâli içinde, velâyet ve sıddıkıyet makamlarında, Budelâ ve Evtâd mertebelerinde, önce beyaz, sonra siyah sancak açarak, renksizliğe ulaşan kâmil (olgun, bilge, usta), kendi alanında kutubluğa erişen adamdır.
Tasavvuf bir “bir”leşme, “pir”leşme ve bilgeleşme hareketinin disiplinidir.
Allah’ın sıfatı olan hayatın her alanının “bir”leri, “pir”leri ve bilgeliğin merkez şahsiyeti olan “Kutub”ları vardır. Bunlar, sıradanlığı aşmanın yüceliklerinde sıradanlığın sâdeliğini, sâdeliğin ihtişâmını yaşayan biriciklerdir.
Kendi alanında ictihad yaparak, o alanda geleneğe yeni açılımlar kazandıran ilim, irfan ve sanat adamına müctehid veya pir; kendi alanındaki açılımların merkez şahsiyeti olan zâta da Kutub denir. Kutub, zâhirle bâtın arasında odak şahsiyettir.
Kendi alanında geleneğe yeni açılımlar kazandıran ve bu alanının açılımlarının zevk ve aşkında gark olan Hikmet-i Hüda Hikmet Barutçugil Hoca’nın içtihadı ile ortaya çıkan Barut Ebrûlarıyla birlikte siyah beyaz ebrûlarını, tasavvuftaki renk tema ve şemâsında değerlendirmeye aldığımız zaman, Hikmet Hoca’nın ebrûda ve ebrûzenlikte hem pîr, hem de Kutub olduğunu söyleyebiliriz, zirâ, siyahtan sonra gelen renksizlik Kutubluğun rengidir.
Alanında tekleşen bir sanat adamının bâtını zâhirde resmetmesi, varlığın sır, hafi ve ahfâ mertebelerindeki renk ve renksizlik armonisini görüntüye getirmesi, o sanat adamının o alanın Kutbu olduğunu gösterir.
Hikmet Hoca, zâhir-bâtın bütünlüğünü çok yoğun yaşayan ve zâhirle bâtın arasındaki bakışımı çok iyi yakalayan bir sanat adamıdır. Kendi alanının odağına ulaşan yada daha isâbetli bir ifade ile ulaştırılan usta, o alanın Kutbudur, Kutubun Kutubluğa ulaştırıldığını ilk anda bilmesi illâ da şart değildir.
Renklerin doruğunda renksizliği yaşayan Hikmet Hoca, ebrûda, zamanın odak şahsiyetidir. Mübarek olsun!
Arz-ı merâm eyledik, âh, sürç-i lisân olmasın!
Mustafa Özdamar
Kaynaklar:
1. İbrahim Aksarayî, Müfid ü Muhtasar
2. M. Sadık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye, Halvetiyye
3. Carl Vett, Kelâmî Dergâhından Hatıralar
4. Safer Baba, Tasavvuf Terimleri
5. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Türk El Sanatları
- Kitap AdıSiyah Beyaz Ebru
- Sayfa Sayısı111
- YazarHikmet Ahmet Barutçugil
- ISBN9789759363844
- Boyutlar, Kapak23x33, Karton Kapak
- YayıneviEbristan Yayınları / 2005