Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sista Patina Labirenti
Sista Patina Labirenti

Sista Patina Labirenti

Asuman Portakal

Zor olsa bile dene! Resim ve edebiyat alanındaki çalışmalarıyla tanınan Asuman Portakal’ın kaleme aldığı Sista Patina Labirenti, ilkgençlik çağının ruhsal gelgitlerinde var olma savaşı veren…

Zor olsa bile dene!

Resim ve edebiyat alanındaki çalışmalarıyla tanınan Asuman Portakal’ın kaleme aldığı Sista Patina Labirenti, ilkgençlik çağının ruhsal gelgitlerinde var olma savaşı veren iki kızın kendini bulma hikâyesini anlatıyor.

Sosyal medya mecralarından Emo kültürüne, gençliği etkisi altına alan pek çok akıma, eğilime ve yaşam tarzına değinen bu sürükleyici roman, aralarında arkadaşlığın a’sı bile olmamasına rağmen sıkı bir rekabet yaşayan Eylül ve Ziba’nın acı, öfke ve intikamla sınanan ilişkisini konu ediniyor.

Sarsıcı bir kimlik arayışı mücadelesini, heyecan verici bir “kaçış evi” deneyimiyle harmanlayan Sista Patina Labirenti, önyargıların ve rekabetin arkadaşlık ve kardeşlik bağlarını ne denli zayıflatabileceğini gözler önüne seriyor.

Öyle yaralar vardır ki karanlık bir labirente hapseder insanı. Çıkışı bulmak için sessiz çığlıklar atan Ziba, namı diğer Sista Patina da, işte o yaralılardan biridir. Çocukluğundan miras kalan acılar Ziba’yı yalnız, sevgisiz ve biraz da acımasız bir gence dönüştürür zamanla. Hayata onu bağlı tutan tek şey rekabet tutkusudur. Her daim balıklama daldığı yarış parkurundaki en dişli rakibi ise hırslı karakteriyle dikkat çeken Eylül’dür. Ne var ki o bile duymakta güçlük çeker Ziba’nın sessiz çığlıklarını. Ve en kötüsü, öyle bir hata yapar ki Eylül de yuvarlanır Ziba’nın labirentine…

Resim sanatına yön veren klasik yapıtları özgün bir roman kurgusunda buluşturarak okurlarının ufkunu genişleten Asuman Portakal, bu kitabıyla, tepkisizlik, yalnızlık, tükenmişlik gibi duygulardan nasibini alan gençlerin dünyasına dikkat çekiyor.

Sıradışı kahramanlarıyla, kendi çıkmazında var olma mücadelesi veren ruhların sesi, ümidi olan Sista Patina Labirenti; kavga yerine barışı, düşmanlık yerine kardeşliği, nefret yerine sevgiyi koymayı önererek, “zor olsa bile dene” diyor!..

Sista Patina 

Esneyerek kalktım masadan. Uzun uzun gerindikten sonra perdeleri açıp pencereyi araladım. Başımı dışarı uzatıp derin bir soluk alınca uykum açılır gibi oldu. Peşimden koşturan Üzüm’le birlikte banyoya gittik. Yerdeki paspasın püskülleriyle oynamaya koyulan kediyi kendi haline bırakıp musluğu açtım. Suyun soğumasını beklerken aynaya takıldı gözüm; berbat görünüyordum. Lavaboya eğilip buz gibi suyu yüzüme çarptım. Sersemliğim geçene kadar soğuk suya bıraktım kendimi. Doğrulduğumda biraz olsun kendime gelmiştim. Kurulanıp banyodan çıktım. Sabahın köründe çenesi düşen Üzüm de takıldı peşime. Kedinin sesini kesmek için mama kabına biraz daha mama koydum. Kuru mamaya burun kıvıran şımarık şey, bu kez ayaklarıma dolanarak miyavlayamaya başladı. Onu kucakladığım gibi odama döndüm. Biraz okşadıktan sonra yere bıraktığımda yine başladı.

“Derdin ne?” dedim yorgun bir sesle. “İşim var şimdi, seninle uğraşamam.” Patisini yatağımın altına sokmaya çalışarak bana bakıp içli içli miyavladı. “Yine mi?” diye ofladım. Yatağın bazasını yana çekip oyuncağına bakındım. Fosfor mavisi, minik topu bulunduğu yerden alıp kedinin önüne yuvarladım. O, topun peşinde koştururken çabucak giyindim. Dizüstü bilgisayarımı kapatıp kapatmadığımı kontrol ettim; kapalıydı. Cep telefonumu, tabletimi şarj kablolarıyla birlikte sırt çantama yerleştirdim. Unuttuğum bir şey var mı diye etrafıma bakınırken, gözüme çarpan ilk şey gözlüğüm oldu. Çalışma masasının üzerinde duran güneş gözlüğünü alıp başıma taktım.

Odayı tekrar incelerken kitaplarımın üstünde duran küçük paketi gördüm. “Sersem kafa,” diye söylendim kendi kendime, “az kalsın en önemli şeyi unutuyordun.” Gizmo’nun doğum günü hediyesini de çantama atıp odadan çıktım. Üzüm de takıldı peşime. Yine pis pis miyavlıyor. Beni niye bırakıp gidiyorsun miyavı bu. Eğilip biraz daha sevdim. “Sus artık,” dedim, “yoksa annem uyanacak.” Biri diğerinin üzerinde duran, rengi atmış baba terlikleri portmantonun önünde duruyordu. Babam her zaman olduğu gibi yine erken gitti işe. O saatte beni ayakta görmesini istemediğim için hiç ses etmemiştim ona. Babamın terlikleriyle günaydınlaşıp ayakkabılarımı geçirdim ayağıma. Doğrulduğumda portmantonun aynasına takıldı gözüm. Yüzü gözü şişmiş, saçı başı dağınık bir Eylül vardı aynada.

Oflayarak ayakkabılarımı çıkarıp tekrar odama yollandım. Hadi oynayalım miyavıyla koşturan Üzüm de geldi peşimden. Birkaç fırça darbesiyle toparladığım saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yaptım. Paçalarıma sürtünen Üzüm, beni yine sev diye miyavlıyordu bu kez. Yerdeki dambıllardan birini alıp kedinin önüne bıraktım. Evdeki her şeyi oyuncağı zanneden Üzüm, kol kaslarımı çalıştırdığım ağırlığın üstünde taklalar atarken odadan çıktım. Her sabah olduğu gibi babamın terliklerine, “Hoşça kal,” diyerek ayrıldım evden. Şansıma, asansör bizim kattaymış, bindiğim gibi sıfır düğmesine bastım.

Matrix gözlüğümü takıp aynaya bakınca görüntü hoşuma gitti. Gizmo’nun dediğine göre bu gözlüklerle Matrix filmindeki Trinity’ye benziyormuşum. Filmin heyecanlı sahneleri zihnimden akarken, gürültüyle durdu asansör. Aynaya son kez bakıp dışarı çıktığım an, ayaklarım yerden kesildi. N’oluyor demeye kalmadan kendimi, yerde iki seksen uzanırken buldum. “Günaydın Eylül!” Vücudumda hissettiğim ıslaklık… Yerdeki süt lekeleri… Ve Can’ın sesi… Olanları kavradığımda nevrim döndü. O sinirle ayağımın dibinde duran kutuya okkalı bir tekme savurdum. Süt damlaları eşliğinde havalanan kutu, Can’ın tepesinden uçup yere düştü. Yanıma gelen oğlan, hiçbir şey olmamış gibi sırıttı. “Az kalsın kafama yiyordum kutuyu!” Çocuğun yüzünde en ufak bir suçluluk belirtisi yoktu. “Canın acıdı mı Eylül?” Kızgın bakışlarımdan gram etkilenmeyen Can, koluma asıldı. “Hadi kalk!” diyerek hırkamı çekiştirdi. “İki kıta arasında yüzüyordum ya!” diye açıkladı sakarlığını. “Hem yüzüp hem süt içemem ki! Bil bakalım, nerede yüzüyordum?” Çilekli süte bulanmış ellerimin üzerinde zorlukla doğrulup ayağa kalktım. Burnumdan soluyarak baktım oğlana. “Bil bakalım hayalci Sütüpüt, bir daha yere süt dökersen seni nereye şutlayacağım?”

Kızgınlığımı umursamadı, “Ama Eylül!” diyerek gözlerini kocaman açtı. “İzlanda’ya gitmeliyiz! Su püskürten dev gayzerler var orada.” Yerdeki kutuyu gösterip var gücümle çemkirdim belgesel canavarına. “Sen önce süt içmeyi ve kutuları yere atmamayı öğren!” “O kolay canım, İzlanda’ya gitmek zor. Hem ben atmadım ki kutuyu, o düştü elimden.” “Laf ebeliğini bırak Can!” dedim dişlerimi sıkarak. “Elinde tuttuğun şeye sahip olamazsan hiçbir yere gidemezsin.”

“Ne yani,” diye burnunu çekti oğlan. “Elinden süt kutusu düşürenlere pasaport vermiyorlar mı?” “Beni delirtme Can!” “Sen de annem gibi konuşmaya başladın Eylül. Hani benim en iyi arkadaşımdın? Dün gece beni eve postaladın ya, ben de internette İzlanda belgeseli izledim ve oraya gitmek istiyorum.” “Dikkatsizliğin yüzünden az kalsın iyi arkadaşın hastanelik olacaktı ama. Ya kolum bacağım kırılsaydı? Eline koluna sahip ol artık!” “Avrupa’nın en büyük buzulu oradaymış Eylül.” “Ben şimdi sana buzulu göstereceğim!” Çocuğu gülme tuttu. Sanki ona değil de başkasına söyleniyordum. “Gözlüğün Eylül!” Oğlanın işaret ettiği tarafa bakınca süte bulanmış gözlüğümü gördüm. Hemen yerden alıp camlarını kontrol ettim. “Kırılmış mı?” “Kırılsaydı yanmıştın!”

“Soroyun oynayalım mı Eylül?” Susmak bilmeyen zekâ turşusu, kim bilir neler yumurtlayacaktı bu saatte. Homurdanarak asansörün kapısına uzandım. “Oyun oynayacak halim yok, yukarı çıkıp üstümü değiştireceğim.” Kapı kapanmak üzereyken yine sesini duydum. “Dinle beni!” diye bağırıyordu arkamdan. “Hangi sorunun sonuna gelmek ister bir soru işareti?” “Soruya gel,” diye mırıldanıp altıncı katın düğmesine bastım. Akıl uçuran sorularıyla hepimizin ağzını açık bırakan Can, acayip bir çocuk. O parlak zekâsıyla bir kutu sütü döküp saçmadan içmeyi becerememesi gerçekten tuhaf. Oysa bazı konularda yaşından beklenmeyecek kadar iyi. Matematik, satranç bunların başında geliyor. Üstelik sık sık oynadığımız soroyunda harikalar yaratıyor.

* * *

Can’ın dudak uçuklatan sorgulama özelliğini fark ettiğimde henüz beş yaşındaydı. Bir gün Üzüm’e bakıp, “Kediler rüyalarında ne görür Eylül?” diye sormuştu. Arkasından “Bir uçurtma rüyasında ne görür? Ispanakların rüyaları da yeşil midir?” gibi sorularla devam etmişti. “Rüyalar da rüya görür mü? Bulutlar birbiriyle kavga ettiği için mi şimşek çakar?” soruları ise artık beni hiç şaşırtmıyordu. Can büyüdükçe soruları da büyüdü: “Uzay istasyonundaki astronotlar güneşin doğuşunu bir günde kaç kere görürler? Voyager’ın taşıdığı altın plakta biz de var mıyız? Kutup ayıları neden ikiz olarak doğar? Uzayda yerçekimi olmadığı için astronotların boyu kaç santim uzar?”

Can’ın sorularına cevap verebilmek için arama motoru olmak bile yetmez. Önceleri beni bunaltan bu sorular, bir süre sonra eğlenceli olmaya başladı. Çocuktan aldığım ilhamla ben de ona soru sormaya başladım. Böylece aramızda soroyun adını verdiğimiz yepyeni bir oyun geliştirdik. Çoğu zaman şakayı da içinde barındıran sorularımız ne kadar uçuk kaçık olursa o kadar çok eğleniyoruz. Ama bazen de işkence oluyor bu oyun. “Yapay zekâ dost mu, düşman mı?” diye günlerce başımın etini yiyen Can, hâlâ bunu sormaya devam ediyor. Yalnız bana sorsa iyi, önüne gelene soruyor. Annem söyledi; bu yüzden annesinden terlik yemiş geçenlerde.

Oğlunun sorularına dayanamayan kadın, onu doktora götürecekmiş. “Hadi ya!” dedim bunu duyunca. “Doktorluk nesi var ki çocuğun? Bence çok zeki ve meraklı bir oğlan.” Üst katımızda oturan Can da benim gibi tek çocuk. Zamanla abla kardeş gibi olduk onunla. Küçükken yanakları öyle tombişti ki öpmeye doyamazdım; yanaklarına yumulduğumda çocuk mocuk kalmazdı geriye. Aklına estikçe bize damlayan Can, doğruca benim odama geliyor. Dün akşam da yanımdaydı. “Çalışıyorum ama,” desem de susmak bilmedi. “Bak, ne yaptım,” diyerek cep telefonunu gösterdi bana. Bulunduğu yeri gösteren GPS uygulamasını kapamış. Artık annesi onu takip edemeyecekmiş. “Sen akıllı telefon mu kullanıyorsun?” dedim şaşkınlıkla. “Aptalını kim ister ki,” demez mi. Ardından yine soroyuna başladı. “Harfler rüyasında ne görür Eylül?” “Harfine göre değişir.”

“Büyük ya da küçük harf yani?”
“Hayır canım, boyutlarla işimiz yok.”
“Anladım, ruhsal durumlu harflerden söz ediyoruz.”
“Ruhsal durumlu harfler mi?”
“Hı hıı…” 

Ciddi bir ifadeyle söylediği sözler beni yine şaşkınlığa uğrattı. “Hadi ama!” diye sabırsızlanan çocuğun başını okşayıp oyuna devam ettim. “Eğer sanatçı ruhlu harfler ise güzel bir şiire dönüştüklerini görürler rüyalarında. Ama korku dolu harfler, İMDAT kelimesinden başka bir şey olamazlar.” Verdiğim cevabı beğenmedi, kararlı bir sesle konuştu: “Fena halde yanılıyorsun Eylül, ruhsal durumlu harfler karışık tost olur rüyalarında.” “Karışık tost mu?” diye bir kahkaha attım. “Nerden uyduruyorsun bunları!” Parmağıyla kafasını gösterdi, “Bir tane daha uydurayım mı?” diye sırıttı. “Yok, bu kadar yeter. Artık beni yalnız bırak, çalışmam lazım.” Kös kös odadan çıkan çocuk, yarım saatin içinde beş kere mesaj gönderdi bana. İlkinde arka arkaya sıraladığı tehditçi şeytan emojileriyle, gelip başına bela olacağım, demek istiyordu. İkincisinde üç tane yaratık emojisi düştü ekrana. Üçüncü mesajında ise iki palyaçonun arasında altı tane ağlamaklı surat vardı. Dördüncüsü, gözlerinden sevgi fışkıran emojilerdi. Beşinci mesaj ise çikolatalı dondurma mı, yoksa kaka mı olduğu belli olmayan şu meşhur emojiydi. Tabii ki bunların hiçbirine yanıt vermedim. Bu mesajlar yüzünden ööö! diyesim var zaten.

Zihnimden geçenleri öteleyip hangi sorunun sonuna gelmek ister bir soru işareti, diye düşündüm. “Henüz yanıtı bilinmeyen ve hâlâ kafa yorulan bir sorunun…” diye mırıldandığımda asansör dördüncü katı geçiyordu. Dönüp aynaya baktım; pantolonumun kirlendiği yetmezmiş gibi hırkam da berbat olmuş. Yine bir sürü çamaşır çıktı başıma. Annemi uyandırmamak için sessizce eve girip doğruca banyoya gittim. Ellerimi, gözlüğümü yıkayıp hırkamı, pantolonumu çıkardım. Giysilerimi kirli sepetine atarken giymeyi düşündüğüm kot pantolonumun da sepette olduğunu gördüm. Kahretsin, bir bu eksikti! On dört yaşıma girdiğim gün, yani bundan üç ay önce, annem bir karar aldı. Bundan sonra çamaşırlarımı yıkamak ve ütülemek benim görevimmiş. Buna havlularım, yatağımın çarşafları, nevresim takımları da dâhil. Hayatımı zorlaştıran bu karara uymak hiç kolay değil. Çünkü çamaşır yıkamak, aklıma gelen en son şey.

Bu yüzden bazen giyecek temiz tişört bulamıyorum. Böyle durumlarda giysilerimi kirli sepetinden alıp tekrar giyiyorum. Bir keresinde bunu fark eden annem, beni bir hafta harçlıksız bıraktı. Aynı şeyi tekrarlarsam ya da çamaşır yıkama işini savsaklarsam, on beş gün parasız dolaşacağımı söyledi. İşin içine ekonomik yaptırımların girmesi hiç hoşuma gitmedi tabii. O gün bugündür çamaşırlarımı düzenli yıkamaya gayret ediyorum ama arada unuttuğum da oluyor. Banyoda işimi bitirip usulca odama giderken Üzüm’le karşılaştım. Defol git dercesine pis pis miyavladı. Ruh hâli sık sık değişen kedi, yine psikopata bağladı galiba. “Ağzını topla,” diye tısladım kediye. Bu kez dişlerini göstererek trip attı bana, hırlayarak geçip gitti yanımdan. Böyle zamanlarda çekilmez oluyor bu kedi.

Zor bela bulduğum kargo pantolonumu, polar hırkamı çabucak giydim. Çantamı açıp tabletimi, telefonumu çıkardım. Yere düştüğümde zarar görüp görmediklerinden emin olmak için kontrol ettim. Neyse ki ikisi de sapasağlamdı. Babamın terliklerine bir kez daha hoşça kal dedikten sonra evden çıktım.

* * *

Asansörün kapısı açıldığında Azmi amcayla burun buruna geldik. Hâlâ okul servisini bekleyen Can, yeri paspaslayan adama İzlanda’yı anlatıyordu. “Biliyor musun Abzi Amca, yerin altından sıcak su fışkırıyor gökyüzüne.” “Kaplıcalar gibi mi?” diye sordu adam saf saf. “Onca yola ne gerek var oğlum, memleketin her yeri kaynar su!” “Günaydın Azmi Amca, kolay gelsin.” Başıyla çocuğu göstererek gülümsedi. “Senin Sütüpüt her yeri batırmış yine. İyi ki haber verdi de kimse kayıp düşmeden temizliyorum.” “On dakika önce beni görseydin halime acırdın.” “Yoksa düştün mü?” diye telaşlandı adam. “Hı hıı,” dedim Can’a sitemle bakarak. “Bizim Sütüpüt İzlanda’da yüzerken, sütleri de asansörün önünde tsunami yaratmış.” “Hay Allah, geçmiş olsun kızım.” “Teşekkür ederim. Neyse ki bu sefer ucuz atlattık.” Paspası kovanın içine bırakan Azmi amca, “Yahu Can,” diyerek çocuğa baktı, “bir kutu sütü döküp saçmadan içmeyi beceremiyorsun ama şakır şakır İngilizce konuşuyorsun. Satranç turnuvalarına katılıyorsun. Aklım almıyor oğlum, şu kutuyu sıkı sıkı tutsana!” “Söz veremem Abzi Amca, kutulara güven olmuyor!” “Bak şunun ettiği lafa!” diye güldü adam. “Yahu Can,” diye devam etti sonra, “bana Abzi demesen artık, Azmi’nin suyu mu çıktı?” Olmaz dercesine başını geriye attı.

“Abzi daha güzel.” O sırada okul servisinin kornasını duyduk. Apartmanın kapısını açtığı gibi dışarı fırlayan çocuk, sırt çantasından düşen su matarasını fark etmedi bile. “Dur!” diye bağırdım arkasından. Yerdeki matarayı kaptığım gibi okul aracına koşturdum. Hareket etmek üzere olan minibüsün camına vurarak elimdekini gösterdim. “Can’a verin bunu!” dedim camı açan görevli kıza. Oturduğu yerden parmaklarıyla bana kalp işareti yapan çocuğa da bir öpücük yolladım. Sütüpüt sözünü Can’dan ilk duyduğumda dört yaşındaydı.

Bunun İngilizce stupid kelimesi olduğunu anlayana kadar akla karayı seçmiştim. O günlerde kime kızsa sütüpüt diye atarlanan çocuğun takma adı oldu sonra bu. Derin bir soluk alıp kafamdaki güneş gözlüğümü yüzüme indirdim. Martılar yine çığlık çığlığa… Bir omuz hareketiyle sırt çantamı düzeltip kuşlara baktım. Bu sabah pek öfkeli uçuyorlar. Apartman çatılarındaki yuvalarına dadanan kargaları amansızca kovalayan martıları seyrettim bir süre. Yıllar önce buraları denizmiş, şimdiyse dolgu zemin. Ne yazık ki sahile yakın oturmanın keyfini süren insanlar bunu hatırlamıyor. Ama kuşlar hiç unutmuyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Picasso’nun Gözleri ~ Asuman PortakalPicasso’nun Gözleri

    Picasso’nun Gözleri

    Asuman Portakal

    Hayata, Picasso’nun gözleriyle bakmak… Asuman Portakal’ın imzasını taşıyan Picasso’nun Gözleri, çok yönlü sanatçı kişiliği ile adını sonsuzluğa yazdıran “dâhi” ressam Pablo Picasso’nun yaşamından ve başyapıtlarından...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Esir Şehrin Mahpusu ~ Kemal TahirEsir Şehrin Mahpusu

    Esir Şehrin Mahpusu

    Kemal Tahir

    “Büyük tarih romanları, bizi milletimizin ve toplumumuzun gelişmesindeki belli çatışma çağlarının doğrularında ve gerçeklerinde yeniden yaşatma gücünü taşıyan eserlerdir.” İnsanın esareti ve toplumun esareti...

  2. Çamaşırcının Kızı Küçücük ~ Orhan Kemal Çamaşırcının Kızı Küçücük

    Çamaşırcının Kızı Küçücük

    Orhan Kemal

    Yoksulluğu ve yoksunluğu en iyi anlatan yazarlarımızdan biri olan Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı'nda yer alan öykülerinde, yaşadıkları kıstırılmışlık ve imkânsızlığa karşın, gerçeğin acımasız soğuğundan, tükenmeyen hayalleriyle umutlarını diri tutma uğraşı vererek korunmaya çalışan insanların içinden sesleniyor. Önümüze serilen panorama, bir kez daha, ne denli büyük bir yazarla karşı karşıya olduğumuzun önemli bir kanıtı...

  3. Yediçınar Yaylası ~ Kemal TahirYediçınar Yaylası

    Yediçınar Yaylası

    Kemal Tahir

    Ben romanlarımda çok sert realitelere dokundum.” Bir imparatorluk, yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmeye başladı mı sadece siyasi haritalar değişmez. Bozulan devlet yapısı, toplumsal dinamikleri...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur