Ödüllü yazar Miyase Sertbarut’un, yüz binden fazla okura ulaşan Sisin Sakladıkları kitabının baş kahramanları İlay ve Mavi Karga, Ortak Ruh’ta yeniden bir araya geliyor.
Hayvanlara yapılan kötü muameleyi merkezine taşıyan Ortak Ruh, insanın doğayı diğer canlılarla paylaşmadaki bencilliğini açığa çıkararak herkesin içindeki vicdana ve adalet duygusuna sesleniyor.
10 yaş ve üzeri okurları, zulüm gören hayvanlar üzerine düşünmeye davet eden Ortak Ruh, yeryüzündeki güçsüzlerin yanında yer alarak insanın sömürgeci vahşetine mistik bir çare arıyor.
Bazen dünya öyle adaletsiz görünür ki gözüne yeni baştan inşa edilsin istersin. Sözün bittiği yerde yaşanan dehşet verici olaylar bir an önce dinsin, kötüler yaptıklarının cezasını alsın diye ümit edersin. İşte tam da o anda Ortak Ruh’un sisli ve gizemli gücü gösterir kendisini. İnsanlar tarafından sömürülen, yok edilen, sürgün edilen hayvanlardan bazıları ölmeden önce son soluklarıyla gökyüzüne ruhlarından bir parça gönderirler. Bir süre sonra, bu ruh molekülleri düzeni bozanlardan intikam almak için Ortak Ruh altında güçlerini birleştirirler. Balıkçıların ateş ettiği yunusların, ömrü kafeste geçen kobayların, ormana terk edilen köpeklerin, gece gündüz faytona koşulup telef olan atların hesabı sorulmalıdır. Üstelik bir an önce…
Her yapıtında okurlarını şaşırtmadaki ustalığıyla tanınan Miyase Sertbarut’un, klasikleşmiş romanı Sisin Sakladıkları’nın devamı niteliğindeki Ortak Ruh, zekice tasarlanmış kurgusu ve şaşırtıcı anlatım tekniğiyle ilk kitaptan bağımsız olarak da okunabilecek sürükleyici bir macera sunuyor.
Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatımızda özel bir yeri bulunan İlay ve Mavi Karga karakterlerini, sis bulutlarının ardında yepyeni bir serüvende buluşturan Ortak Ruh, hepimizin içindeki adalet duygusunu uyandırmaya geliyor…
“Eşkıyalar eşkıya olmadan önce nasıl başka bir şeydilerse köpekler de ormana atılmadan önce başka bir şeydiler aslında.”
Bölümler
1 Fırtına………………………………………………………………………………..7
2 Orman Köpekleri ……………………………………………………….14
3 İlk İntikam…………………………………………………………………….27
4 Nakil Gelen Öğrenci…………………………………………………32
5 Alfa ve Mavi Karga……………………………………………………39
6 Kilitli Oda……………………………………………………………………..44
7 Yunuslardan Yükselen Ruh Molekülleri……………50
8 Mavi Karga ve İlay …………………………………………………….54
9 Kayıp Köpekler……………………………………………………………62
10 Ortak Ruh ……………………………………………………………………..68
11 Farmakolog…………………………………………………………………..72
12 İki Balıkçı………………………………………………………………………79
13 Gece Avı ………………………………………………………………………..82
14 Mavi Karga’yı Aklamak……………………………………………86
15 Köpek Dövüşü …………………………………………………………….93
16 Hastanede…………………………………………………………………..100
17 Manolya Ağacındaki Mavilik……………………………..104
18 Kobayın Vedası …………………………………………………………110
19 Mistik Tedavi……………………………………………………………..114
20 Erkenci Bulut……………………………………………………………..119
21 Diğerleri……………………………………………………………………….124
22 Özür Dileme Seansı…………………………………………………134
23 Ödül Töreni ………………………………………………………………..148
“Doğayla savaş halindeyiz; kazanırsak kaybederiz!”
Hubert Reeves
1
FIRTINA
İlay bir saattir ekrandaki sayfaya bakıyordu; yalnızca iki paragraf yazmış, devamı konusunda kararsızlığa düşmüştü. Acaba hangi olayla devam etmeliydi? Öykü yarışmasının son katılım tarihine daha iki ay vardı. Bunu düşününce rahatladı, bu süre içinde değil üç dört sayfa, kitap bile yazılabilirdi. Yazının başlığına baktı: Sisbağı İstasyonu. Beğenmedi, değiştirmeliydi, daha çekici bir başlık bulabilirdi. Parmakları klavyede gezindi, bu kez büyük harflerle yazdığı yeni başlığa baktı. MAVİ KARGA’NIN ÇIĞLIĞI. İşte bu heyecan vericiydi, hem yazan hem okuyan için.
Var ettiği coşkuyla üçüncü paragrafı yazmaya girişti. Klavyenin tıkırtıları tavana yükselirken kapının aralandığını duymadı. Odaya giren annesiydi; elindeki bardakta içinde buz küpleri olan bir limonata vardı. Kızının tam arkasında duran Nilgün Hanım ekrandaki başlığı okudu, gülümsedi. “Galiba fantastik bir şey yazıyorsun.” İlay, annesinin sesiyle irkildi, hemen ekrandaki sayfayı kapadı. “Anne! Neden casus gibi giriyorsun odama!” Nilgün Hanım limonata bardağını klavyenin yanına koydu. “Casuslukla ne ilgisi var, yazdıkların devlet sırrı mı? Mavi Karga’nın Çığlığı diye bir savaş planı falan mı var?”
“Alay etme!”
“Öykü yarışması için değil mi bu yazdıkların?”
“Evet.”
“Mavi Karga da fantastik bir karakter sanırım.”
İlay içinden, Sen öyle san,’ dedi ama annesine verdiği yanıt başka türlüydü. “Evet, fantastik bir kuş. Konuşuyor ve yaklaşık üç yüz yaşında.” Nilgün Hanım yüzünü buruşturdu. “Aslında gerçekçi şeyler yazsan daha iyi olmaz mı? Bak mesela, bu yaz teyzenin köyünde yaşadıklarını, maden ocağında yapılan genetik deneyleri falan.” İlay içinden güldü, o olayın çözülmesinde zaten Mavi Karga başroldeydi. Yazacağı öyküde ise bu olaylara girmeyi hiç düşünmüyordu. Kafasında başka bir macera hayal etmişti. Zaten Mavi Karga’nın varlığından ne annesi ne de bir başkası haberdar olmalıydı. Teyzesi de öyle dememiş miydi? “Benden sonra o, sana emanet; yalnızca seninle konuşacak, kimsenin haberi olmayacak. Eğer öğrenirlerse Mavi Karga yeteneklerini kaybeder.”
“Gerçekleri yazdığında gazete haberi gibi oluyor anne, fantastik daha heyecan verici.” İlay limonatasını yudumlarken Nilgün Hanım kızının yatağına oturdu. Gençlerin kendisinden farklı düşünmesini normal karşılasa da bazen onları anlamakta zorluk çekiyordu. “Jüri, öğrencilerden mi oluşuyor?” “Hayır, hepsi öğretmen, edebiyat öğretmenleri.” “Bence fantastik konular onların da hoşuna gitmez. Dereceye girmek istiyorsan ayakları yere basan şeyler yazmalısın, konuşan bir karga değil.” İlay dudak büktü. “Jürinin beğenisi umurumda değil, beğenmezlerse kendileri kaybeder.
Nilgün Hanım kahkahasını tutamadı. “Ooo, şu özgüvene bakın!” “Anne böyle alay edip durursan tek kelime bile yazamam!” Annesi oturduğu yataktan kalkıp kapıya yöneldi. “Tamam tamam, canın ne istiyorsa onu yaz. Bu arada sabah orman beslemesine gideceğiz; geç yatma, uyanamıyorsun sonra.” “Biliyorum anne, erken yatarım, merak etme.” Nilgün Hanım odadan çıktı ama İlay’ın yazma hevesi de azalmıştı. Bir kere annesi kafasını karıştırmıştı. Gerçekten jüridekiler fantastik hikâyelerden hoşlanmayan tiplerse kendi kendine boşuna eziyet etmiş olacaktı.
Öte yandan, düşündüğü kurgunun da güzel bir öyküye dönüşeceğinden emindi. Hayalindeki öyküde Mavi Karga oradan buradan parlak metaller bulup yuvasına taşıyor olacaktı. Bulduğu son ganimetlerden biri madalyondu ve üzerinde bir martı kabartması vardı. Mavi Karga, o martının kendisi gibi konuşan ve uzun ömürlü bir kuş olduğunu düşünüp onu bulmak için deniz kıyılarında dolaşacaktı. İlay böyle bir öykünün sonunu nasıl bitireceğini tam bilmese de zorlu bir arayış ve mutlu son planlıyordu. Oturduğu sandalyeden kalkıp pencereye yöneldi. “Çocuksu bu yaa!” diye söylendi. “Madalyon falan saçma aslında.” Pencereyi araladı. Dışarıdan gelen havayı kokladı, işe yarar mıydı? İlham denilen şey acaba yazarlara nasıl geliyordu? Dışarıdaki egzoz kokulu havayı koklayarak gelmezdi herhalde. Yatağına uzandı, tavana baktı; beyaz bir zemin… Bu dümdüz yüzeyde Mavi Karga’nın gölgesini görür gibi oldu. Derken, kulağına yoldan geçen bir atın nal sesleri geldi. Bu ritmik sesler İlay’ın üzerinde ilham değil, ninni etkisi yarattı ve gözleri usulca kapandı.
Genç kızın kulaklarına kadar ulaşan o nal sesleri Fırtına’nın ayaklarından gelmişti. Öyküye nasıl devam etsem gibi tatlı kaygılar taşıyan İlay’ın genç hayatına kıyasla Fırtına, ömrünün sonlarındaydı. İki yıl öncesine kadar adının hakkını verirdi, ama artık onun adını duyanlar bu zıtlığa yalnızca gülüyordu. “Bunun neresi Fırtına!” deyip sağrısına alaycı bir tokat atanların sayısı hiç de az değildi. İki yıldır faytona koşuluyordu, her türden yük taşıyordu. Bazen aç, bazen susuz kalıyordu. Faytoncu Mecit merhametli bir adam değildi, ne insan halinden ne hayvan halinden anlardı. Yaz kış faytonuyla sokaklarda, caddelerdeydi. Nostalji olsun diye bu arabaya binmek isteyenler çoktu.
Bazen sünnet çocukları, bazen gelin ve damatlar, bazen dışarıdan gelen yabancılar… Bu şehirde Fırtına’nın ayaklarının değmediği sokak ve cadde neredeyse kalmamıştı. Hayvanları çoğu zaman ekranlarda görebilen kent çocukları, onunla karşılaştıklarında dinozor görmüş gibi, gözlerini kocaman açarlardı. Fırtına, milyonlarca yıl önce Dünya’ya çarpan gök taşının, dinozorların sonunu getirdiğini bilseydi, keşke o gök taşı şimdi de çarpsa, diyebilecek haldeydi. Ne jeoloji ne zooloji bilirdi ama bir şeyden emindi, kendi sonu gelmişti. Sonun ne demek olduğunu yalnızca insan değil, diğer omurgalılar da sezerdi. Atın gözlerinde işte bu yüzden hem keder hem Mecit’in faytonundan kurtulacağı için sevinç de var gibiydi. Mecit, elinde kırbacı, ağzında küfrü, ayağında tekmeyi hazır tutanlardandı. Hayat şartları mı onu böyle yapmıştı? Doğrusu böyle düşünmek gerçeklerden kaçmak sayılabilirdi. Zor hayatlar yaşadıkları halde içlerindeki sevgi ve merhameti kaybetmeyenler de vardı. Fırtına’nın tüyleri uzun zamandır parlaklığını yitirmişti. İçindeki yaşama sevinci korna sesleriyle, koklamak zorunda kaldığı egzoz gazlarıyla, Mecit’in öfkeli tavırlarıyla gün gün eksilmişti.
Adam, onun bu hayattan bezmiş halini gizleyebilmek için alnına boncuklar dizmiş, boynundan püsküller sarkıtmış, sağına soluna ziller takmış olsa da bunlar Fırtına’ya neşe vermemişti. O, çayırları özlemişti; toprağa basmak istiyordu, asfalta değil. Başını kaldırdığında dağları görmek istiyordu; plazaları, apartmanları değil. Bütün bu süsler, ancak bir sünnet çocuğunu sevindirebilirdi ya da gelin ve damat için eğlenceli olabilirdi ama Fırtına bu çılgınlığın parçası değildi. Yokuşun başındaydılar. Otelden çağrılmışlardı, gezdirilecek Arap turistler vardı. Mecit bunu öğrendiğinde çok sevinmişti, alacağı bahşişle cebinin fazlasıyla dolacağını hayal etmişti. Fırtına, önünde yükselen yokuşa baktı. Kaldırdığı sağ bacağını ileri atacaktı, vazgeçti, aynı yere koydu. Mecit dizginleri oynattı. “Hadi kıpırda, kıpırda!” Fırtına yeniden kaldırdı bacağını ama yine ileriye atamadı, sanki bir boşluğa doğru kayıyor gibi hissetti.
Mecit’in dediklerini duymuyordu, kulağında başka uğultular vardı. “Uyu artık, uyu bitsin!” Fırtına bu uykunun sonsuz olacağından emindi. Eklemlerini serbest bıraktı. Hissettiği o boşluğa yuvarlanmak üzereydi. Mecit, atın devrileceğini anladığı an kendini arabadan aşağıya attı. At, kaldırıma doğru arabayla birlikte devrilip kaldı. İki yıldır süren köleliğe, ölerek karşı çıktı. Dükkânını kapamakta olan terzi, çöp poşetini dışarı çıkaran kahveci, duydukları küfürlerin nedenini anlamak için yokuşun başına doğru baktılar. Sokak lambasının ölgün ışığında devrilmiş vaziyetteki atı fark ettiler ve yardıma koştular. Fırtına’ya artık kimse yardım edemezdi. Zaten Mecit de bunu anladığı için bağırıp çağırıyordu: Ölecek zaman mıydı? Otelde bekleyen Arap müşteriyi şimdi başkası kapacaktı.
Terzi, ata şöyle bir baktı ve sonra gözlerini Mecit’e çevirdi. “Hayvana hiç iyi bakmamışsın!” “Hee, iyi bakmamışım, nereden anladın!” “Baksana, kemikleri sayılıyor zavallının.” “Git işine arkadaş, akşam akşam bir de seninle uğraşamam!” Sonra eğildi, atın koşumlarını sökmeye uğraştı; Fırtına’nın gövdesi sıcaklığını kaybetmeye başlamıştı. İşlerinden çıkmış evlerine dönen insanlar, üzüntüyle bakıyordu yerde yatan ata; bazıları yaklaşıyor, “Ölmüş mü?” diye soruyordu. Fırtına’nın son soluğu hâlâ havadaydı. Kaldırıma başını dayamış bu iri gövdeden ayrılmak istemiyormuş gibi bir hali vardı. Sonra kararlılıkla yukarı yükseldi. Ağaçları, balkonları, çatıları geçti. Biraz dikkatli bakanlar, yukarıya doğru yükselen bir su buharı olduğunu düşünebilir ve yanılmazlardı. Ama bu su buharının içinde oksijen ve karbondioksitten farklı bir de ruh molekülü vardı. Bu molekül bir süre sonra oksijen ve karbondioksiti geride bıraktı.
Nereye ve nasıl gideceğini biliyordu, çağrılmıştı. Eklentisi olacağı ana parçaya doğru süzülürken kente baktı; kuş bakışı, belki de gözlüksüz bir at bakışı. İnsanların icatlarını izledi. Yollar, köprüler, binalar, hayvanat bahçeleri, besi çiftlikleri, süt fabrikaları, durmadan hareket eden araçlar, içlerinde yılandan tavşana hayvanların taşındığı kamyonlar… Bu seyir, ruh molekülünün bir göze dönüşmesini sağladı. Kirpikleri, fırlatılmaya hazır mızraklar gibiydi. Göz bebekleri derin, karanlık ve güçlüydü. Faytoncu Mecit çok uzakta kalmış olmasına rağmen bu olağanüstü gözler, onun ağzından çıkan sözleri duydu. “Belediye kaldırsın ölüsünü, ben uğraşamam!” diyordu telefonda konuştuğu birine.
“Ödeteceğiz!” dedi ruh molekülü dünya üzerinde olmayan bir dille. Bu öyle bir dildi ki yalnızca mitolojik çağların efsanevi yaratıkları anlayabilirdi. Kirpiklerindeki zehir biriktikçe birikti. Hedefini bulması uzun sürmeyecekti. İlay bütün bunlardan habersiz iki sokak ötede derin bir uykudaydı. Ertesi gün komşuları, “Yokuşun başında bir at düşüp ölmüş,” diyecekti, ama kimse o atın adının Fırtına olduğunu bilmediği gibi, son soluğuyla gökyüzüne yolladığı ruh molekülünü de bilmeyecekti.
2
ORMAN KÖPEKLERİ
“Sözün bittiği yer İlay! Sözün bittiği yer!” Genç kız yatağında bir sağa bir sola döndü. Ter içindeydi, gözlerini araladı. Ses o kadar gerçekti ki rüya olabileceği aklına bile gelmedi. Gece lambasının ışığında gözleri odanın her tarafını kontrol etti, bununla yetinmedi, tedirginlikle yatağından kalkıp ışığı açtı; karyolasının altına, giysi dolabının içine baktı. Bir şey bulamayınca gördüğünün rüya olduğunu anladı. Telefonun saati beş buçuğu gösteriyordu. Rüyayı hatırlamaya çalıştıysa da zihninde beliren görüntüler çok da anlamlı değildi. Koca bir ormandı galiba, yoksa yeşil bir deniz miydi? Sel suları ağaçların tepesine kadar mı gelmişti? Ya o ses? O ses tonu yalnızca Mavi Karga’ya ait olabilirdi. Sanki az önce bu odadaymış da bir anda yok olmuştu. Acaba kendisiyle bir bağ mı kurmaya çalışıyordu?
İlay onunla arasında telepatik bir bağ olduğundan emindi ama rüyasında duyduğu cümlede alaycı bir üslup yoktu. Oysa alaycılık Mavi Karga’nın en belirgin özelliklerindendi. İlay yeniden yatağa uzanıp yorganı başına çekti. Kendi kendine kızdı, neden rüyasında gerçeklik arıyordu ki? Adı üstünde, rüya işte, insan her türlü saçmalığı görebilirdi uykuya geçtiğinde. Bu sese, bu görüntülere anlam yüklemek, gerçek olduğunu sanmak çok saçmaydı. Belli ki bu sabah orman köpeklerini beslemeye gidecekleri için orman görüntüleri rüyasına sızmıştı. Annesi hep böyle açıklar, rüyaları yorumlamanın yalnızca gevezelik olduğunu söylemez miydi? Bu besleme işine İlay ilk kez dahil olacaktı. Annesi ise iki haftadır pazar sabahlarını bu işe ayırıyordu. Hastanedeki doktor arkadaşlarından duymuş ve bu iyilik hareketinin içinde o da yer almak istemişti. Fazla kalabalık değillermiş. Hepi topu beş kişilik bir ekip.
Dün annesiyle evcil hayvan dükkânlarından birine girip bagajı köpek mamalarıyla doldurmaları da bu yüzdendi. İlay yeniden telefonun saatine baktı. Altı olmuştu, uyumaya çalışmanın anlamı yoktu, annesi de bir saat sonra uyanmış olacaktı. En iyisi telefonda temizlik yapmak, diye düşündü, böylece oyalanmış olurdu. Önce mesaj kutusunu açtı. Tayfun’dan gelenler neredeyse otuzu bulmuştu. Bir iki tanesini okudu, hepsi birbirine benzer cümleler, bazen yalnızca soru işareti, bir yığın nokta ve emojiler… Ne sanıyordu bu çocuk, yeniden onunla yakınlık kurabileceğini mi? Keşke aynı lisede olmasalardı. Ama kötü şans, sınav puanı ikisini aynı liseye denk getirmişti:
Başaran Lisesine. İlay’ı avutan tek şey, çocuğun şubesinin farklı oluşuydu. Tayfun’un bütün mesajlarını seçti, okunmuş okunmamış hepsini sildi. Böylece odasını da, dünyayı da daha genişlemiş hissetti. İlay daha bir haftadır lise öğrencisiydi. Ortaokuldan bazı arkadaşları da kendi sınıfındaydı. Liseli olmanın bu kadar güzel olacağını hayal bile edemezdi. Herkes çok rahattı; şakalar, takılmalar, hocalar hakkında yorumlar gırla gidiyordu. Dersler başladığında ortalığın durulacağını, eğlencenin azalacağını İlay da tahmin ediyordu. Şimdilik tek sorun, Tayfun ve yolladığı mesajlardı. Ona da karşılık vermezse çocuğun bundan vazgeçeceğini umuyordu.
Mesajları temizledikten sonra fotoğraflar klasörüne baktı ve orada da silecek epeyce görüntü buldu. Temizlik işi bittikten sonra aklına yine rüyasındaki cümle geldi. Teyzesini arayıp sorsa mıydı? Mavi Karga’nın kendisiyle bir bağ kurmaya çalışıp çalışmadığını ondan da öğrenebilirdi. Eğer Kunduzlu’da her şey yolundaysa bu olayı boşu boşuna düşünüp durmazdı. Telefon etmek için erken bir saatti ama Kunduzlu’da günün erken başladığını anımsadı. Kutsiye teyze çoktan uyanmış, inekleri Çoban Osman’ın sürüsüne katmış olmalıydı.
Geçen hafta konuşmuştu onunla. Arayan, kayıtlı olmayan bir numaraydı ve İlay bu yüzden açmak istememiş, ısrarla aramaya devam edince önemli olabilir diye açmıştı telefonu. Teyzesi şen bir kahkaha atıp, “Benim ben, teyzen, artık bizim köyde de elektrik var, ilk işim gidip bir telefon almak oldu,” demişti. Sonra da, “Liseye başladın ya, başarılar dilemek istedim,” diye devam etmişti. İlay telefon rehberinden teyzesini bulup arama tuşuna bastı. Beklemediği kadar hızlı açtı karşı taraf. “Alo teyze, uyandırmadım değil mi?” “Ne uyandırması kuzum, ben beşte açarım gözlerimi. Ama sen neden erkencisin, onu anlamadım. Kötü bir şey mi oldu?” “Hayır, hayır kötü bir şey yok da… Mavi Karga’yı merak ettim.” “Aaa şuna bak, benim halimi hatırımı soracağına kargayı soruyorsun.”
İlay güldü. “Senin iyi olduğun sesinden belli teyze, ama bu gece rüyamda bana bir şeyler söyledi. Yani emin değilim ama onun sesiydi sanki.” “Hayırlara gelsin kuzum, rüyaları kötüye yormamak lazım. Ne oldu, neye gerildin sen? Okulu mu sevmedin?” “Benim sorumu cevaplayacağına sen soruyorsun teyze. Söylesene iyi mi o, görüyor musun onu?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıSisin Sakladıkları-2 Ortak Ruh
- Sayfa Sayısı152
- YazarMiyase Sertbarut
- ISBN9786052853474
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Simsiyah ~ Bülent Çallı
Simsiyah
Bülent Çallı
Bana her şeyi anlatmana gerek yok. Beni bu boka bulaştıran Hikmet Usta, bu lağımın nasıl çalıştığını da anlatmıştı. Siyah Paltolu Adam’a doğrudan ulaşılamadığını biliyorum....
- Başka Bir Doğum Hikâyesi ~ Duygu Çağlar Gizli
Başka Bir Doğum Hikâyesi
Duygu Çağlar Gizli
Yüzüme baktı. Donuk bir ifadeyle, “Sie können keine Kinder bekommen” dedi. Anlamadım. Anlayanlar tercüme etti: “Bir daha çocuğun olmayacakmış!” Doktor soğuk, dümdüz, pat diye,...
- Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer ~ Evrim Alataş
Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer
Evrim Alataş
“Büyüyordum… Nenem Xacê’nin eteğinin altında, jandarma baskınları arasında, radyonun dibinde, duydukları haberlerle asılan yüzleri izleyerek, asılanların isimlerini duyarak, toprak yiyip, köpek kovalayarak, telden arabalarla...