Prag’ın batısında, eskiden soyluların bölgesi diye bilinen Siřem köyünde, rahibeler, çeşitli ülkelerden gelip yolları kesişmiş, terk edilmiş ve öksüz kalmış çocuklara ilgileniyorlardı. Aralarında 12 yaşında ki Ilja’da vardı. Anlatılanlara göre o ve engelli küçük kardeşi, ebeveynleri yurt dışına kaçarken terk edilmişlerdi.
Çocukların günlük yaşantıları, halk milislerinin çocukların barındığı yurt binasını basmaları, rahibeleri sürgüne göndermeleri ve bir kumandan liderliğinde askeri tatbikatlara tabi tutulmalarıyla birlikte değişmişti. Tüm kitaplar yakılmış, geçmiş temizlenmiş ve Ilja bir sabotajcı olarak yetiştirilmişti.
Varşova paktının yakın sürede başlatacağı işgal söylentileriyle birlikte kimsesizler yurdunda diğerlerinden yaşça büyük olan çocuklar, ‘Sirem Özerk Bölgesi’nin isyancıları olmaya karar verdiler.
Ilja işgalci Sovyet tanklarının üzerinde, babası olabileceğine inandığı bir adamla tanıştı: Yüzbaşı Jegorow. İşgalcilere, tercüman ve harita okuyucusu vasfıyla, harap olmuş ve üzerinde bir süre sonra cücelere, ölü zürafalara ve develere rastladıkları ülke topraklarında kılavuzluk ediyordu. Bunlar Demokratik Almanya Cumhuriyeti sosyalist sirkine ait dağılmış parçalardı. Sonunda Çek birliklerinin Bavyeraya girmesi ve Sirk bölgesini yok etmeye yönelik 3. Dünya savaşını başlatmak istemeleri, tarihsel bir kurgu olan bu hikayeyi, karnavaldan ve hiciv sanatından çok daha öteye götürmektedir. Mitolojik bir geçmişle karşı karşıya olan düşsel bir geleceğin hikayesi…
Ilja’nın maceralarıyla başlayan hikaye, 1945 çıkarmasından Prag ilkbaharına kadar uzanan, Çeklerin savaş sonrası dönemine ait bir tasfiridir…
***
yurdum evim
bana ilja derlerdi
Bana İlja derlerdi. Siřem’de bize göz kulak olan tüm rahibeler böyle söylerdi. Küçük bir çocukken insanların önünde iah! iah! diye bağırmam ve iah’nın Çekçe’deki anlamının eşek olması sebebiyle bana Ilja ismini vermişlerdi.
Bağırma ve insanların ardından seslenme alışkanlığım, gölgeler ülkesinden gelen derin düşlerimde, yurt rahibelerinin seslerini ve yüzlerini gördükten sonra uykularımın bölünmesiyle başaldı.
Gölgeler ülkesi, çocukluğumun ilk zamanlarına aitti. Bazen o diyarın içine dalardım. Rahibeler gelmeden önce mutfakta yaşıyordum.
Atmosferi Tanrı ve dua etmekle çevrelenmiş yurtta hızla büyüyordum ve Çekçe’yi çok iyi konuşuyordum. Bobo ise aksine hiç konuşmuyordu.
Rahibeler sinirlerini kaybetmeden çok önce bana ‘Ilja’ diyorlardı.
Hatta ben küçükken bazen bana ‘Ilja, sabırlı eşekciğimiz’ bile derlerdi! Söylediklerine göre, uslu uslu erkek kardeşimi yanımdan ayırmamam ve kılına zarar gelmemesine özen göstermem hoşlarına gidiyordu.
Mutfaktan sonra Bobo ve ben yurtta büyüdük çünkü gerçek ebeveynlerimiz bizi umursamıyor, azarlıyor ve dövüyordu. Burada bu son derece sık rastlanan bir durumdu.
Bohemya’dan kaçarken bizi bir aracın içine bırakıp gittiklerini söylüyorlardı.
Bobo’yu istememelerine şaşırmıyorum ancak beni neden yanlarında götürmediklerine bir türlü anlam veremiyordum.
Yurtta herkesin gerçek ebeveyniyle ilgili değişik bir fikri vardı.
Kesin olan tek şey ortadan kaybolmuş olmalarıydı.
Rahibe Leontỳna, Albrechta, Eulálie, Zdislava, Dolores ve Emiliána’nın ifadesiyle Siřem’de ki ‘erkek yurdunda’ ya da Kumandan Vyžlata’nın tabiriyle ‘Serseri kolonisinde’ çeşitli ülkelerin erkek çocukları ve aynı zamanda da Çek’ler, örneğin Dýha veya Karel, bir arada yaşıyorduk.
Rahibeler bizi uyuza ve bitlere karşı katranlı sabunla yıkardı.
Oğlanların kiri yüzünden grileşmiş katranlı su, rahibelerin siyah elbiseleri ve beyaz başlıklarına sıçrardı. Yıkanırken oluşan titrek sabun baloncukları, Rahibe Dolores’in iç çamaşırlarında ki dantellere benzerdi. Fırçayla üzerimize eğilen genellikle Rahibe Dolores olurdu. Bizi öyle bir istekle keselerdi ki tüm giysisi sırılsıklam olurdu. Küvetin etrafı buhar yüzünden çok sıcak oluyordu. Rahibe Dolores’in alnında biriken küçük ter zerrecikleri küvetin içine damlardı. Bazen sıcaktan o kadar bunalırdı ki giysisini omuzlarını açık bırakacak şekilde gevşetirdi. Küvette iki veya üç kişi otururduk. Rahibe Dolores dantellerini gördüğümüzün farkında değildi. Dantellerinin içinde ki göğüslerini gördüğümüzü bilmiyordu. Bize sigara içmek nasıl yasaksa, rahibelerin de dantel giymesi yasaktı.
Rahibelerde istemediğimiz kadar çok katranlı sabun vardı. Rahibe Albrechta’nın odasında kasaların içine istiflenmişti. Katranlı sabun köpüğü saçımızdaki bitleri öldürüyordu.
Bol miktarda bitimiz vardı. Isırılmış derilerimizden çıkartılmış yada öldürülmüş bir avuç bit için bir karamel alıyorduk. Ağzımızda eriyen karamel dünyanın en harika lezzettiydi. Şekerin harika lezzeti yuttuktan sonra da bir süre ağızda kalıyordu.
Ölü bitleri kibrit kutularına topluyorduk.
Bazen bir grup oluşturup kutuları birlikte doldururduk. O zaman karameli bölüşüyorduk. Rahibe Albrechta karameli en keskin ekmek bıçağıyla mutfak masasının üzerinde bir çırpıda parçalara bölerdi. O diğerleri gibi bir rahibeydi fakat yine de tam olarak onlara benzemiyordu. Kutsal Bakire’yi seviyordu fakat aynı zamanda Čechia’yı da seviyordu, bu mümkündü.
Tek bir bit yakalayan ufak çocuklar dahi karamelden payını alırdı. Bazen ufak sinekler, örümcekler, sivrisinekler ya da yakalayabildikleri her şeyle göz boyamaya çalışıyorlardı. Yine de karamelden yalamalarına izin veriliyordu.
Bitlerle dolu kibrit kutularını birbirimizden çalardık. Hırsızlık yaparken yakalananların eline cetvelle vurulurdu. Bu acı verirdi fakat buna rağmen hafif bir cezaydı.
“Çalmadım” diye yalan söyleyenler sabunlu su ile gargara yapmak zorunda kalırdı. Böylelikle ağzımızda baloncuklar oluşuyordu fakat yakalanmamak çok daha iyiydi.
Katranlı su gargarasını ise başka yalanlardan dolayı yapmak zorunda kalıyorduk. Katran suyu boğazımızı yakardı. Boğaz ve burun arasında yaptığı yolculukta, en ufak baloncuk dahi kaşındıran ve acı veren büyük bir balona dönüşürdü. Oluşan baloncuk kadar yalan söyleyenin acısı da artardı. Yalancı, yalan söyleme isteği duyduğu anda dahi boğazındaki yanmayı hissederdi. Bu kadar acıyı çekmeden önce iyice düşünmek gerekir!
Yurdun yemek odasında, üzerinde İsa’nın bulunduğu bir tablo vardı. Küçükken o tabloda uzun saçlı efsane ata Čech’i ve bakire annesini görürdüm. Sonra kendime gelir, acaba Bobo’yla benim, yani ailemize ait bir portre olabilir mi diye düşünürdüm. Bu rabbime dua ederken geçerliliğini yitiren hatta bundan da öte, saçma gelen bir düşünceydi.
Bu saçma düşünce aklıma saplanıp kalmıştı çünkü Rahibe Dolores, Eulálie, Zdislava, Leontỳa, Emiliána ve Albrechta bize Tanrı’nın çocukları olduğumuzu öğretmişlerdi. Fakat bu doğru değildi ve rahibeler bu yalanın cezasını çekmeliydiler. Biz Tanrı’nın çocukları değildik! Bizler Svoloç, piç, psikopat, bir orospunun ya da bir yabancının çocuklarıydık. Daha sonraları İsa’nın yerini Fedotkin almıştı.
Benim durumum yine iyiydi. Bobo’yla buraya geldiğimizden bu yana hızla büyüdüğüm gibi hızlı koşup konuşabiliyordum.
Bobo ve ben aynı rahimdendik.
Bana ne kadar korkunç gelse de aynı ana ve babanın çocuklarıydık. İşte bu nedenle rahibeler üstüne basa basa dünyanın bir diken vadisi, hayatın ise eziyet yolu olduğunu söylerdi. Tüm bu olanları kısa ve acı çekmeksizin bu şekilde ifade edebiliriz.
Bobo tembel tembel yatağında yatardı. Rahibe Leontỳna ve Albrechta veya Eulálie ve Zdislava ve bazen de Dolores ve Emiliána’nın verdiği yürüme dersleri başladığında, Bobo, rahibelerin ellerinden tutarak yurdun koridorlarında geziniyordu. Bobo en çok Hanka’yla birlikte olmayı seviyordu. Ben de.
Fakat Bobo çoğu zaman yatağında yatardı.
Bazen onun yanına yatardım. O zaman sevinçten kıkırdamaya başlar ve kocaman bir gülümsemeyle yüzüme bakardı. Ben de tıpkı aynanın yansıması gibi ona gülümserdim. Fakat konuşmazdı.
Hanka beni ve Bobo’yu ziyaret edebiliyordu. Yurdun merdivenlerini zıplaya zıplaya tırmanırken saçları havada uçuşurdu. Bobo’yla ilgilenmesi rahibelerin çok hoşuna giderdi. Sağlıklı oğlanlarla uğraşmak zaten vakitlerinin çoğunu alıyordu. Hanka’nın annesi Bayan Kropková yurtta temizlikçiydi. Hanka’nın ona yardım etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kumandan Vyžlata buna kısıtlama getirdi.
Hanka’nın saçları mis gibi kokardı. Yurt gibi kokmuyordu. Yatakta hep beraber oynarken Hanka’ya çok yakınlaşırdım, zaten başka türlü olması mümkün değildi. Hanka Bobo’dan hiç iğrenmiyordu. Evinde de Bobo gibi kardeşleri var mı diye merak ederdim. Ona karşı sevgi besliyordum fakat boşuna.
Siřem bizim yuvamız, evimizdi. Bir katında gecelikli sümüklüler, diğerinde eşofmanlı, yaşça daha büyük erkek çocuklarının bulunduğu iki katlı bir bina. Altı Rahibe’nin dediği gibi, güçlü ellere, yeterli sıcaklığa, yemeğe ve Çekçe öğrenmeye ihtiyacımız vardı.
Kumandan Vyžlata’nın söylediğine göre de bizler ‘Svoloçtuk’ ve adam olabilmemiz için katı kurallı bir okula ihtiyacımız vardı.
Biz her yerden geliyorduk.
Yeni yetme biri geldiğinde, özellikle geceliklilerin yanına, büyükler onu hemen inceleyip değerlendirmeye alırdı. Çingeneler – biz onlara bakelitler derdik – bakelitlerin yanına, çekik gözlüler çekik gözlülerin, Çek’lerse Dỳha’nın yanına sığınırdı ve nereden geldiği belli olmayan, Çekçe bilmeyen, sadece tuhaf bir dille konuşan biri geldiğindeyse bir süre köşede tek başına oturup ağlardı, ta ki rahibeler onunla ilgilenmeye karar verip Çekçe’yi öğretene kadar. O Tanrı’nın çocuğu olurdu, Çek çocuklarının bağışladığı giysilerden giyerdi, bizimle kiliseye gelirdi, yemek yerdi, bit çalardı, büyürdü.
İster gecelikli ister eşofman giyebilecek olgunlukta olsun, gelen her Tanrı çocuğunun yurtta olduğu bilincine varması için kafasına vurulurdu.
Yatak odalarının bulunduğu iki katın üstünde, eskiden kalma başkaca kilitli odalar vardı, altımızda bir bodrum vardı. Bodrumun zemini suyla kaplıydı.
Bodrumdaki hapishaneye beni hiç tıkmadılar. Ceza olarak veya Rahibe Leontýna’nın tabiriyle soğutmak için yaramazları oraya kilitliyorlardı. Çünkü bazen eşofmanlılardan biri delirirdi, öfke krizi geçirip titremeye başlardı. Ne de olsa psikopattık ya!
İhmal edilmiş, kötü bakılmış, sokağa atılımış erkek çocuklarının bulunduğu bir Çek yurduyduk, kimi aile oğlundan vazgeçmişti, kimi çocuk ise ailesini ölmüş sayıyordu. Ailelerinin hapisanelerde çürüdüğü ya da sırra kadem bastığı yabancı uyruklu vatandaşların çocuklarıydık! O nedenle aramızda çok değişik tipler vardı, bakelitler ve çekik gözlüler gibi. Ben bakelit değildim, çekik gözlü de değildim. Bobo da değildi.
Bazı çocuklar, rahibeler yasakladığı halde kendi dillerini konuşurdu. Bunun cezası sabunlu suydu. Çocukların gırtlaklarından gelen yabancı lisanları, acı veren baloncuklara dönüşüyor, içleri Çek diliyle dolduruluyordu. Yurda gelen minik gecelikliler çok çeşitli dillerde konuşuyordu, bunlar barbar lisanlarıydı. Bu dillere bir yığın alfabe gerekir, böyle bir alfabe kitabı hiçbir yerde yoktur diye düşünürdüm. Fakat birkaç hafta, kilisede geçen birkaç Pazar gününden sonra en ufak gecelikli dahi Çekçe konuşurdu çünkü buna mecburdu.
Geldiklerinde tüm o zırlamalar esnasına kendi dillerinde ancak birkaç cümle kurabiliyorlardı çünkü çok küçüktüler. Önce ufak bir dua öğrenirlerdi, iyi günler ve teşekkür ederim diyebildikten sonra gerisi gelirdi.
Sadece bazen, akşam zilinden sonra, oğlanlar uyuduğunda ve konuşma yasağı başladığında, yatakhanelerden değişik dillerde yabancı cümleler yükselirdi. Minikler uykularında konuşuyor, bağırıyorlar, ağlıyorlardı. O zaman, o anda nöbette olan rahibelerden biri hemen gelmek zorunda kalırdı çünkü geceliklilerden biri uykusunda konuştuğunda veya mızmızlandığında hemen diğeri de başlardı. Karanlıktan korkuyorlardı ve hepsi bir anda bağırmaya başlayınca sakinleşmeleri de zor oluyordu. O nedenle ilk huzursuzluk belirtisinde, ilk bağırtı ve haykırışta nöbetteki rahibe hemen koşarak gelir, geceliklileri teselli eder ve ‘Tamam bir şey yok…’ veya ‘Şşş…Şşş…Şşş… Güzel güzel uyuyun…’ diyerek teselli ederdi. Rahibe Eulálie bazen sessiz, sakinleştirici ses tonuyla ninni söylerdi, ‘Uyu çocuğum, meleğim…’
O gece ceza olmazdı, ceza ertesi sabah başlardı, en çok da bakelitler ceza alırdı çünkü onların kendi dilleri vardı ve kimsenin anlamaması için bu dili kullanırlardı. En çok b.k, g.t deliği, kusmuk veya buna benzer kelimeler için ceza alırdık. Bu kelimeleri kullanan, Rahibe Albrechta tarafından bodrumdaki hapishaneye kilitlenir ve geceyi sıçanlarla birlikte geçirmek zorunda kalırdı. Bir keresinde ağzımdan yanlışlıkla çekik gözlü yerine sıçık gözlü kelimesi kaçtı ve Rahibe Leontỳna beni değnek ile cezalandırdı, o zaman bir hayli küçüktüm. Sadece Çekçe konuşurdum. Bobo asla rahibeler tarafından cezalandırılmazdı, bu anlamsız olurdu.
Bobo’nun üstü fileyle kaplı yatağı bir köşede duruyordu. Komşularının zararsız geceliklilerden olması konusuna özen gösterdim ve bu sebeple şarkıcı oğlanlar Šklíba ve Martin’de karar kıldım. Bobo kakasını yaptığında buna tahamül edip lazımlığını dışarıya çıkarmak ve Bobo’yu temizlemek zorunda kalıyorlardı. Poposunu, sümüğünü ve yüzündeki tükürükleri de… Bobo’yla dalga geçilmesini zinhar yasakladım ve Šklíba ve Martin’e bu konuya dikkat etmeleri gerektiğini öğrettim. Ben ufaktım fakat geceliklilerin kaldığı odada en büyük bendim, yine de üst kata gitmek zorunda değildim. Üst kattaki çocuklar mastürbasyon yapıyordu fakat bu beni ilgilendirmiyordu, oraya çıkmak istemiyordum çünkü o zaman Bobo’suz kalırdım bu durumda onunla kim ilgilenirdi?! Geceliklilere, Bobo korktuğunda ya da haykırmaya başladığında nasıl sakinleştirileceğini de öğretmiştim. Şarkı söylemeleri işe yarıyordu. Çünkü bazen vaktim olmuyordu. Örneğin Rahibe Leontỳna odasının tozunu almamı istediği zaman! Bunu sadece benim yapmama izin veriyordu! Rahibe Leontỳna’nın çalışma odasını temizlerken bazen tek başıma kalır, haçın altındaki dua bankına diz çökerdim. Bank dizime güzel, tuhaf bir acı veriyordu. Acıyan dizlerimin üzerinde, gölgeler ülkesi beni ele geçirene kadar öne arkaya sallanırdım, işte dua bankı bu iş için oldukça uygundu. Ardından aşağıya iner Bobo’nun yanına yatağa tırmanırdım. Geceliklilerden hiçbiri bizi rahatsız etmezdi, buna izinleri yoktu. Ve Rahibelerin kurallarına göre eşofmanlıların bizim yatakhanelerimize girmeleri yasaktı. Bobo’nun yanına sadece rahibeler, ben veya Hanka gidebiliyorduk. Fakat Hanka genelde köyde annesinin yanındaydı. Diğerleri Bobo’dan iğreniyordu.
Sanırım gölgeler ülkesini Hanka yüzünden terk ettim. Rahibeler bile oraya uzun süre dayanabilmiş olmama şaşırıyorlardı. Yurt yaşantımın içinden gelip geçen erkek çocukların çeşitlerini ve sayılarını bilmiyordum bile. Gölgeler ülkesinde kaldığım sürece beni rahibeler beslerdi çünkü ağzım hep açıktı. Gölgeler ülkesi yüzünden başım ağrırdı ve orayı terk ettikten uzun bir süre sonra bile kulaklarımda gürültüsünü ve uğultusunu duydum.
Hanka’ya sarılmak gölgeler ülkesinden daha güzeldi. Hanka’ya sarılmak hayattaki en güzel şeydi. Mesela benim Bobo’yla ilgilenmeme izin verildiğinde ve diğer çocuklar derslerine gömüldüklerinde Hanka gelirdi. Benim yanıma, yorganın altına girerdi ve Bobo sakinleştiğinde öylece birbirimize sarılarak yatar ve sadece bir diğerimizin anlattıklarını dinlerdik. Hep birlikte olmamız Bobo’nun hoşuna giderdi. Čechia Hanka’dan daha güzel olamazdı. Bir keresinde Hanka oramı tuttu ve “Seninki sadece işemek için,” dedi. Bunu söylerken gülüyordu, mutluydu. Veya “Sen diğerleri gibi terbiyesiz değilsin o nedenle bunu yapmana izin veriyorum. Buna da!” derdi. Sadece Hanka’yla birlikte yaşamak isterdim. Fakat bu mümkün değildi.
Rahibe Albrechta diğerleri gibi bir rahibeydi ancak aynı zamanda Siřem’den geliyordu. Henüz yurtta değil de çiftlik evinin mutfağında kalırken onun başına kalmıştım, aynı zamanda Bobo ile uğraşmaktan hiçbir şeye vakti kalmıyordu.
Yurt henüz evim değilken bir gün Rahibe Albrechta’nın kapısının önüne komiteden kamyonlar geldi. Yataklar, süpürgeler, çatal bıçak takımları, sayısız erkek eşofman altları ve üstleri, sandıklarda tepsiler, yatak çarşafları ve düzinelerce sabun dolu bir sürü sandık getirdiler. Rahibeler Siřem’e ondan sonra gelmeye başladı. Şarkılarıyla ve haçlarıyla birlikte geldiler, erkek yurdunun sorumlusu olan Rahibe Leontýna’nın komutası altındaydılar. Onlar komünistlerin ele geçirdiği manastırdan geliyorlardı. O komünistler rahibeleri derin dualarından söküp aldılar ve serseri, gerizekalı, piç ve aileleri olmayan yaramaz çocuklarla ilgilenmelerini emrettiler. Rahibeler bizlerle, komünistler buna da bir kısıtlama getirene kadar, ilgilendiler.
Ne kadar zamandır Siřem’de olduğumu bilmiyordum. Anılarımda bastığım karın çıkardığı gıcırtıyı duyuyorum, Bay Cimbura’nın beni Rahibe Albrechta’nın mutfağına taşıdığını biliyorum. Öncesinde ailemle birlikte kavga ve gürültünün olduğu gölgeler ülkesindeydim.
Rahibe Albrechta ve Bay Cimbura tıpkı karı koca gibi birlikte yaşardı. Rahibe Leontýna daha sonraları bu duruma karşı koydu. Rahibe Albrechta Bobo’dan iğrenmezdi. Kendi çocukları toplama kampında kaybolmuş ve bir daha evin yolunu bulamamışlardı. Çocukları Bobo’ya benzemiş olsaydı buna sevinebilirdi bile diye düşünüyordum. Neyse ki rahibe Albrechta çığlık atan ve bezini doldurmuş Bobo’dan rahatsız olmuyordu. Buna karşın Bay Cimbura oluyordu. Hatta benden bile rahatsız oluyordu. Uykuya dalması için Bobo’ya anlatılan masalları, rahibelerin önderliğini yaptığı Katolik Dünya Tarihine gömülmeden çok önce duymuştum. Papaz Bay František’in vaazlarına katılmadan çok önce. Bay Cimbura papaz Bay František’i sevmezdi.
Rahibe Albrechta Krämer Ormanı’na kaçan yetim çocukları yiyen kurtların hikayesini anlatırdı. Çalılıkların arasına pusuya yatıp kaçan çocukları çarçabuk bacaklarından yakalayan perilerden bahsederdi. Kayalıkların eteğinde durup bir erkek çocuğunu yakalayan ve onu dağı kazmaya zorlayan adamları anlatırdı. Ancak Rahibe Albrechta en çok Čechia’yı anlatmayı severdi.
Sabun kasalarından yapılma bir yatakta yatıyordum, karnım toktu ve temizdim. O dönem sadece tek bir kasaya sığabilen Bobo ise keçi gibi meleyip gaz çıkartırdı ve Rahibe Albrechta bize uyumadan önce güzeller güzeli Bohemya Ülkesi’ni düşmanlara karşı koruyan Čechia’nın masalını anlatırdı. Bay Cimbura usulca girer ve Rahibe Albrechta’yla bizim için, mutfak masasının üzerine nefis yiyeceklerle dolu bir paket bırakırdı. Şayet o esnada Rahibe Albrechta, Čechia’nın, büyücülerin başı olan sarı gözlü kurt görünümünde ki şeytanı nasıl yendiğini veya buna benzer bir şeyi anlatıyorsa, dikkatle dinlerdi. Yanında sıklıkla rahibe Albrechta’yla keyifle içtikleri bir şişe getirirdi. Biz uykuya dalan kadar konuşmaya devam ederlerdi, benim gördüklerim ve duyduklarım uykuya dalana kadardı.
Evimiz yurt olduktan sonra da rahibeler Bobo’nun özel bakımı nedeniyle bizim Rahibe Albrechta’yla kalmamıza ve Bay Cimbura’nın mutfağa camdan girmesine müsaade etmişlerdi. Fakat bu çok uzun sürmedi.
Hem de Čechia masalının tam ortasında olmuştu… Bakire Čechia, Bohemya Ülkesi’nin son kahraman savunucusunun canını aldığı ve anavatını kormak için parıldayan silahıyla düşmanın karşısına dikildiği anda, Rahibe Leontýna kapıyı aniden açtı ve masalımızı böldü… “Bir erkek!” diye haykırdı rahibe Leontýna Bay Cimbura’yı gördüğünde ve adam titreyen bacaklarla dışarıya çıkamaya uğraşırken Rahibe Leontýna masanın üzerinde duran şişeyi kapıp koklamaya başladı. “İçki!” diye haykırdı ve Rahibe Albrechta’dan derhal mutfağı boşaltmasını istedi. O gece ilk defa geceliklilerin yatakhanesinde uyudum, elbette Bobo’da! Sandıkta değil. Sanki diğerlerinden farksız bir erkek çocukmuş gibi yatakta uyumuştu. Daha sonra yatağına file taktılar. Başka türlü olması mümkün değildi.
Gece gündüz rahibeler tarafından beslenip büyütüldük. Anlattıklarına göre bizler, korkunç bir zaman diliminde, fırtınanın, bir diken vadisinden farksız olan Siřem’e savurduğu barbar çocuklarıydık fakat bunun bir önemi yoktu çünkü Tanrı ve koruyucu melekler elimizden tutuyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adısirk bölgesi
- Sayfa Sayısı296
- YazarJáchym Topol
- ÇevirmenMünire Turan
- ISBN9786054583041
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖnce Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnez’in Sezgisi ~ Carlos Fuentes
İnez’in Sezgisi
Carlos Fuentes
İki hikâye, iki tutku. İlki, insanlık tarihinde, kadınla erkeğin ilk buluşması ve bu buluşmanın kahramanları Neh-el ile Ah-nel’in tarih öncesi çağlardaki tutkulu hikayesi;ikincisiyse tanınmış...
- Lolita / Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları ~ Vladimir Nabokov
Lolita / Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları
Vladimir Nabokov
“Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-Li-Ta; Dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, Üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-Li-Ta” Lolita’yı...
- Hayatımın Filmi ~ Douglas Kennedy
Hayatımın Filmi
Douglas Kennedy
Her Filmin İyi ya da Kötü Bir Sonu Vardır. Her Hollywood senaristi gibi David Armitage de zengin ve ünlü olmak istemektedir. Geçen on bir...