Zihninizde saklı olan sırları yok edin, çünkü onları çalabiliyorum!
Başka zihinlerde uyanabilmek bir hediye mi yoksa bir lanet mi?
Sylvia, ani uyku nöbetleri geçiren bir narkolepsi hastasıdır. Ancak işin aslı hiç de sanıldığı gibi değildir, çünkü genç kız nöbet geçirdiği anlarda başka insanların zihnine geçiş yapabilmektedir…
Bu özelliği onu bir gün cani bir katilin zihnine sürüklediğinde ise Sylvia için hayat tam bir kâbusa dönüşür. Artık kurtarması gereken insanlar, önlemesi gereken cinayetler vardır. Bir de koruması gereken kız kardeşi…
Gizli kapaklı olaylar, yalanlar ve büyük bir tehlike arasında sıkışıp kalan Sylvia, tüm bu karmaşayla mücadele ederken hiç beklemediği bir gerçekle yüzleşir. Bu gerçeğin ucunda büyük bir sır vardır, Sylvia’nın hayatını değiştirecek ve onu yıkacak kadar büyük bir sır…
“Jill Hathaway oldukça sürükleyici bir paranormal kurguyu ’empati’ kavramıyla birleştirerek yeni bir üslup yaratmış. Duygusal derinliği olan, gizemli ve akıllardan çıkmayacak bu gerilim romanını beğenmemek ne mümkün!”
-Publishers Weekly-
“Doğaüstü güçlerin yanında bir o kadar da gerçekçi bir kurguyla anlatılan bu roman, merak uyandıran karakterleriyle uzun süre sizi etkisi altında tutacak.”
-Booklist-
“Yürek burkan, unutamayacağınız bir roman okumaya hazır olun!”
-The New York Times-
“Hafızalara kazınacak yepyeni bir roman türü! Yazar çok başarılı bir iş çıkarmış…”
-Library Journal-
***
Birinci Bölüm
Gözlerimi açık tutmak için savaşırken sıramın üzerine yığıldım. Sırtımdan aşağı bir ter damlası aktı. Henüz ekim ayı olmasına rağmen içerisi otuz sekiz derece olmalıydı. Ne zaman bu konuda şikâyet etsek, Bayan Winger tamircinin gelip termostatı tamir etmesiyle ilgili bir şeyler geveliyordu.
Yanımda oturan Icky Ferris, Julias Caesar kitabının üzerine eğilmişti. Eşli okuma yapmamız gerekiyordu. Ama Shakespeare’in tüm İngilizce öğretmenlerinin sinirini bozan anlaşılması zor diliyle Icky’nin monoton ses tonu birleşince dayanılmaz şekilde uykum geliyordu.
Sıcak ve görünüşe göre Shakespeare tetikleyiciler dendi. Sıcaklık omurgama bir yılan gibi süzülüyordu. Aklıma ağustos ayında babamın arabasındaki ısıtıcının açık kaldığı zaman geldi.
Kitaptaki tüm kelimeler birbirine girdi. Bilincimi kaybetmemin çok sürmeyeceğini biliyordum. Oda dönmeye başladı. Her şey birbirinden kopuyordu. Odaklanacak bir şey seçerek gözlerimi yavru bir kedinin ağaç dalında asılı kaldığı bir postere diktim. Posterin altındaki yazıda, Orada kal, bebek! yazıyordu. Ben bakarken, kedinin yüzü yok oldu. Sandalyemden aşağı kaydım.
Kendimden geçişimin belli bazı işaretleri var: Gözkapaklarımın ağırlaşması, kaslarımın makarna gibi yumuşaması, yüzümde boş bir ifade belirmesi. Sınıf arkadaşlarım neler olduğunu anlayacak kadar çok görmüşlerdi bu durumu.
“Sylvia,” diye fısıldadı Icky ve gözümün önünde el çırptı. “Kendine gel.”
Gözlerimi kırpıp ona odaklandım. Icky’nin tekir balığı ve silahlara karşı takıntısı vardı ama onu severdim. Okulumdaki çocukların çoğundan daha merhametliydi “iyi misin?” diye sordu.
Herkes bize bakmaya başlamıştı bile. Sınıfın ortasında bayılmam artık büyük bir olay değildi, ama bu sıkıcı ekim gününü dağıtacak türdendi. Narkotik köpekleri, Jimmy Pine’ ın çantasında bir torba esrar bulduğundan beri okulda yeni bir dedikodu yoktu. O da geçen hafta gerçekleşmişti. Elimde olsa, bu akbabaların önünde asla bayılmazdım.
Sandalyemden kalkıp İngilizce öğretmenim Bayan Winger’ın yanına gittim. Bilgisayarda bir şeyle meşguldü, muhtemelen fal bakıyordu. Nerdeyse kendimden geçmek üzere olduğumu tek fark etmeyen oydu. Kocaman masası sınıfın çok gerisindeydi. Böylece bizimle ilgilenmesi gerekmiyordu. Sınıf arkadaşlarım birer birer gözlerini benden ayırıp geri çevirdiler.
“Tuvalete gidebilir miyim?” Kelimeleri kısık sesle ve tane tane söylemiştim.
Gözlerini bilgisayar ekranından kaldırmaya bile zahmet etmedi. Eğer baksaydı, benim narkolepsi hastası Sylvia Bell olduğumu görür ve ihtiyaç duyduğumda sınıftan çıkmama izin vermesi gerektiğini hatırlardı.
Hadi. Bırak gideyim. BIRAK BENİ.
Oda dönüyor, dizlerim titriyordu.
“Ders bitene kadar bekleyemez mi?” Bayan Winger’ın ters sesi beni bin parçaya böldü. Bilgisayann faresiyle bir kart kümesinin yerini değiştirdi.
“Oyununuz ders bitene kadar bekleyemez mi?” Pembe bir saç buklesini elimle geri ittim. Böyle bir şey söylemenin uygunsuz olduğunu biliyordum ama umurumda değildi. Onun dikkatini çekmemin tek yolu buydu.
Sonunda başını kaldırıp bana baktı. Sinirden göz kenarındaki çizgiler daha da derinleşmişti. “İyi. Git bakalım. Beş dakika.”
Cevap veremedim çünkü çoktan kapıdan çıkmıştım. Hemşireye gitmeliydim ama onun tüm olayı babama anlatması gerekiyordu. Ve benim sorularla uğraşacak halim yoktu. En azından bugünlük çok yorgundum. Uyku tüm gün peşimde dolaşıyordu, ama geceleri benden kaçıyordu. Dün gece toplamda dört saat uyumuştum.
Tuvalete giderken, tuvaletin boş olması için dua ettim.O kadar şanslı değildim tabii. Kapıyı itince, sondaki klozete eğilmiş, bir yandan öğürüp, bir yandan ağlayan bir kız gördüm. Gümüş rengi, parmak arası terliklerini fark ettim.
Sophie Jacobs’tu. Kız kardeşimin tahammül edebildiğim tek arkadaşı. En azından o, kimseye nöbetimden bahsetmezdi. Zaten onun saklaması gereken kendi sırları vardı. Çıkarmaya çalıştığı kahvaltı gibi.
Duvara yaslanıp kapüşonlu tişörtümün ceplerini karıştırdım. Provigil denen küçük turuncu şişeyi arıyordum. Doktorum bu ilacı beni uyanık tutması için vermişti. Ama bir işe yaradığı yoktu. Provigil’i boşaltıp kutuyu ucuz kafein haplarıyla doldurmuştum. Bende işe yarayan tek şey bunlardı. Tabii eğer bir seferde altı tane alırsam. Provigil içtiğimde, bir sisin içinde yolumu arıyormuş gibi hissediyordum. Ama kafein odaklanmamı sağlıyordu. Birkaç hapı avucuma döküp ağzıma atarken ellerim titriyordu. İçimde çok geç olduğuna dair bir his vardı.
Sifon sesi duyuldu ve arkamdaki kapı açıldı. Sophie dışarı çıktı. Bakışları donuktu. Titreyen elinin tersiyle ağzını siliyordu. Parlak siyah saçlarının arasında sarı bir şey vardı. Başımı çevirdim.
“Hah, sen olmana sevindim,” dedi. İleri geçip lavabonun musluğunu açtı. Okulumuzda çok fazla sıcak ya da ılık su akmazdı. Su genelde Kuzey Kutbu’ndan gelmiş kadar soğuk olurdu. Sophie eline biraz su alıp yüzüne çarptı.
“Son zamanlarda kendimi rahatsız hissediyorum,” dedi.
Cevap vermek için ağzımı açtım, ama sadece garip bir ses çıkarabildim. Başım ağrıyordu. Oda karardı. Avuçlarımı alnıma bastırarak yere çöktüm.
Başka birinin gözlerinden bakmaya hiç alışamayacaktım. Sanki her insan dünyayı farklı bir tonda görüyordu. Zor olan, o insanın kim olduğunu bulmaktı. Bulmaca gibiydi bu iş; ne duyuyorum, ne görüyorum, ne kokuyor? Her şey bir ipucuydu.
O sırada küf ve saç spreyi kokusu alıyordum.
Kızların soyunma odasındaydım. Her iki yanımda kocaman pembe dolaplar sıralanmıştı. Yerine geçtiğim kız, yapay şekilde bronzlaştırılmış ayaklarına siyah düz ayakkabılarını geçiriyordu. Ayak parmakları maviydi ve ortalarında çiçekler vardı.
Jimnastik dersi bitmiş olmalıydı. Etrafla yarı çıplak kızlar vardı. Ekim ayı için biraz uygunsuz kaçan kısa şortlarıyla koşturuyor, saçlarını tarıyor, pudralı deodorantlarını birbirlerine veriyorlardı.
Biraz ötede, dar bir kot pantolonu giymekte olan sarışın kızı fark ettim. Kalçasında Playboy tavşanına benzeyen, küçük, beyaz bir leke vardı.
Bronzlaştığı zaman o kısma bir şeyler yapıştırırdı. Gördüğüm kişi kız kardeşim Mattie’ydı ve benim her anlamda tam zıttımdı. O, Sevgililer Günü’nde kart yazmak için kullandığınız pembe ve parlak kalemdi. Bense yıllığınızda öğretmenlerinizin yüzüne bıyık çizdiğiniz karakalem.
Ağzımı açtım ve bu evrende en az sevdiğim insan olan Amber Prescott’un sesi çıktı. “Ah. Başım çatlayacak. Bir anda başladı, ilacı olan var mı?”
Aklım çalışmaya devam ediyordu. Ben nasıl Amber’ın zihnine girmiştim? Ona dokunmuyordum. Yoksa dokunuyor muydum?
Mattie, ipek gibi at kuyruğunu bir lastik bantla tutturdu, “Maalesef yok. Neyse, Sophie, Scotch’la takılıyorsa takılsın. Eğer isterse bir sürtük gibi dolaşabilir etrafta.”
“Bence çocuğun üstüne bu şekilde atlaması çok iğrenç. Yani, arkadaşlar bunu yapmaz. Senin ondan hoşlandığını biliyordu.”
Scotch mu? Scotch Becker’daki Scotch mu? Bizim dönemdeki en ahmak çocuk olan Scotch mu? Adının geçmesi bile midemi bulandırıyordu. Mattie ne zaman Amerikan futbolu takımın oyun kurucusu, sıra dışı Scotch’dan hoşlanmaya başlamıştı?
Mattie, yüzünü bir kutu limonlu şeker yemiş gibi buruşturmuştu. Bir şey ilgisini çekmiyormuş gibi davrandığında hep bu ifadeyi takınırdı.
“Ne yapayım yani? Çocuğu benden hoşlanması için zorlayamam. Hem, yani neden Sophie’den hoşlanmasın ki? O… çok… güzel biri.” Mattie banka çöküp elleriyle yüzünü kapadı.
Amber, Mattie’nin yanına giderek sırtını sıvazladı. “Bana bu saçmalıkları anlatma, Mattie. Scotch onun yerine seni seçmek için çıldırıyor. Sophie parmağını boğazına sokmadan beş dakika gezemez. Kilosunun yarısının gitmiş olması, içinin hâlâ şişman olduğu gerçeğini değiştirmez. Erkekler unutmaz. O hâlâ altıncı sınıftaki Tombul Köfte.”
Tombul Köfte. Sophie’nin takma adı, bana hiç de hoş olmayan şeyler hatırlattı. Çocuklar otobüste ona yulaf ezmeli kekler atmışlardı. Bilgisayar laboratuvarında sözlük sitesine giren Scotch Becker, Sophie için o robotik sese “Su Aygın” dedirtmişti. Scotch’un ortaokulda yaptığı onca şeyden sonra,
Sophie’nin onunla konuşuyor olmasına bile şaşırmıştım. Aslında, Mattie ve Amber’la konuşmasına da şaşırıyordum. İkisi de ancak Sophie kilo verdikten sonra onunla arkadaşlık etmeye başlamışlardı. Şimdi bile Amber boş zamanlarını Sophie’ye eziyet etmenin yeni yollarını arayarak geçiriyordu.
Sürekli olarak Sophie’ye (aslında olmayan) poposunun şişman göründüğünü söylüyor, gerçekten o kadar pizza yiyip yemediğini soruyordu. Mattie ve Sophie’nin yakın arkadaş olmalarını kıskandığı açıktı, bu fırsatı ikisini birbirinden ayırmak için kullanıyordu.
Mattie parmaklarının arasından Amber’a baktı. “Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?”
“Merak etme,” dedi Amber, pembe cep telefonunu çıkararak. “Onu ait olduğu yere geri gönderecek bir planım var.”
“Sylvia? İyi misin? Hemşireyi çağırayım mı?” Sophie üzerimde çırpınıyor, ellerini korkuyla sallıyordu.
Yanağıma değen banyo fayansı soğuktu. Orayı en son ne zaman sildiklerini merak ettim. Kendimi zorlayarak oturur hale geldim ve mikroplarla ilgili fikirlerimi unutmaya çalıştım.
“Ah, hayır. Ben iyiyim.”
“Aman Tanrım. Alnın!”
Elimi uzatıp alnıma dokunduğumda koca bir şişlik hissettim.
Sophie birkaç tane kâğıt havlu koparıp musluğun altına tuttu. Soğuk ve ıslak havluyu yavaşça alnıma bastırdı. Feci halde anaçtı. Geçen sonbaharda,
Mattie’yle doğum günlerini beraber kutlamışlardı. Sophie pastayı tamamen kendi elleriyle yapıp çikolatalı krema ile kaplamış ve üzerine şekerlemelerle
“Mattie” yazmıştı. Mattie ise ona kâğıda sarılı hazır kek vermişti.
O partiyi düşünmek bile beni üzüyordu. Arkadaşlarının aksine kız kardeşim de dahil Sophie çok iyi bir kızdı. Mattie de eskiden masum ve kibardı ama son senesinde tam bir sürtüğe dönüşmüştü. Bence bu, Amber’ın suçuydu.
Zavallı Sophie. O anda, “en iyi arkadaşlarım” dediği iki kızın onun hakkında ne kadar adice konuştuklarını bilmiyordu. Ona yerini gösterecek bir plan yapıyorlardı. Onu ikisi konusunda uyarmak istedim, ama kız kardeşim hakkında kötü konuşmam nasıl karşılanırdı? Ayrıca, bana inanır mıydı ki?
Sophie beni ayağa kaldırdı. Lavaboya yaslanıp alnımı görmek için kâğıt havluyu kaldırdım. O kadar da kötü durumda değildi, şişliği fazla hissetmiyordum. Küçük bir yaraydı. Belki babam fark etmezdi.
Sophie aynadan bana baktı, “iyi olduğundan emin misin?”
Dönüp ona baktım. Omuzları çökmüş, başı öne eğilmişti. Amigo eteğinin altındaki bacakları iki tahta gibiydi. Biraz daha kilo vermesi imkânsızdı.
“Ben iyiyim. Gerçekten. Sen nasılsın?”
Yüzünde yine o komik ifade belirdi. Kahkaha mı atacak yoksa bağıracak mı, anlayamıyordum.
“Bugün benim doğum günüm,” dedi sonunda omuzlarını silkerek. “Mattie hiçbir şey söylemedi. Bunu kardeşine verir misin? Ben yaptım.” Sophie yaz kamplarında yapılan, örgülü dostluk bilekliği uzattı. Bileklik amigo kıyafetlerine uyan kırmızı ve altın renklerindeydi.
Mattie’nin, doğum günü için Sophie’ye özel bir şey yapmadığından neredeyse emindim. İçimden yine Sophie’ye kendine daha iyi arkadaşlar bulmasını söylemek geldi. Sözcükleri nasıl seçeceğimi düşünürken, bilekliği kaybetmeyeyim diye bileğime sardım.
“Sophie..dedim ona doğru bir adım atarak. Ama ben yanına giderken Sophie gözlerinde yaşlarla koridora kaçtı. Elimdeki kâğıt havluyu öfkeyle buruşturdum ve çöp kovasına fırlattım. Yakınından bile geçmedi. Kâğıdı almak için eğildim.
O sırada cebimden bir dolarlık kâğıt para düştü. Islanmış ve neredeyse yırtılmıştı.
Kahretsin. Bu yüzden Amber’a geçiş yapmış olmalıyım.
Bir anda hatırladım. İlk dersten önce, Amber elinde bu…
“Sırçalan” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSırçalan
- Sayfa Sayısı304
- YazarJill Hathaway
- ÇevirmenCeren Taştan
- ISBN9786053480617
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendini Aşka Bırak ~ Sophie Jordan
Kendini Aşka Bırak
Sophie Jordan
TUTKULAR MI DAHA GÜÇLÜDÜR YOKSA HAYALLER Mİ? Portia Derring, büyükannesinin bütün ısrarlarına rağmen evlilik fikrine bir türlü ısınamamıştır; annesi gibi, yolculuklara çıkarak dünyayı keşfetmenin...
- Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü ~ Leila Sebbar
Şehrazat – 17 Yaşında, Esmer, Kıvırcık Saçlı, Yeşil Gözlü
Leila Sebbar
Leila Sebbar, Paris’te yaşayıp Parisli olamayanların, devrimcilerin, dandy’lerin, motorcuların, uyuşturucu bağımlılarının bir işgal evinde kesişen ve evden kaçan Şehrazat’ın etrafında dönen hikâyesini anlatıyor. 1980’ler...
- Mucizeler ~ Elena Medel
Mucizeler
Elena Medel
María, Carmen ve Alicia’nın hikâyesi, 1969’da, yeni doğan kızı Carmen’i geride bırakarak çalışıp eve para yollama umuduyla Madrid’e taşınan María ile başlar. Fakat umutları...
Muhteşem surukleyici bir kitap herkese içtenlikle tavsiye ederim cok ciddiyim its perfect! Zihninizdeki sakli olan sirlari yok edin cunku onlari calabiliyorum!!…