Genç bir adam, tanımadığı bir geminin ve mürettebatın kaptanı olarak ilk yolculuğuna çıkacaktır. Esrarengiz bir ziyaretçi gemiye geldiğinde kaptanın hem yabancısı olduğu gemiyi idare etmesi hem de sırrını saklaması gerekir. Joseph Conrad ikiz motifini kullandığı bu novellada okuyucuya kimlik ve yabancılaşma üzerine kısa ama unutulmaz bir hikâye anlatmayı başarıyor.
I
Sağ yanımda, gizemli bir biçimde yarısına kadar suya gömülmüş bambu çitlerini anımsatan, balıkçılık alanını belirleyen kazıklardan dikiliydi; tropikal balık âleminin sınırlarını nasıl ayırt ettiklerini anlamak ise imkânsızdı, sanki okyanusun öbür ucuna çekip gitmiş göçebe bir balıkçı kabilesi tarafından sonsuza kadar terk edilmişlerdi, ne de olsa göz alabildiğince uzanan bir mesafede insanlıktan herhangi bir iz yoktu. Sol yanımda ise bir zamanlar temelleri, kendisi dahi sağlam görünen mavi denize atılmış kule, duvar ve gözetleme binası kalıntılarını andıran bir dizi boş adacık vardı; deniz ayaklarımın altında öylesine durgun ve durağan uzanıyordu ki batıya kayan güneşin sudaki yansıması bile o belli belirsiz dalgalanmayı açık eden hareketli parıltılardan yoksun, pürüzsüzdü. Bizi sığlığın üzerinden aşıran şilebe son bir kez bakmak için kafamı çevirdim; yayvan kıyının sabit denizle, bir yarısı kahverengi diğer yarısı mavi, kusursuz ve kesintisiz bir yakınlıkla, uçsuz bucaksız gök kubbenin altında bir uçtan diğer uca birleştiği yerdeki dümdüz çizgiyi görebiliyordum. Bu mükemmel birleşimdeki tek kusur, adacıklara kıyasla dikkati çekmeyecek biçimde ufacık kalan ağaç kümelerinin iki yanından birden yükselerek yerini belli ettiği Meinam nehrinin ağzıydı, eve dönüş yolculuğumuzun başlangıç safhası sırasında geride bırakmıştık; daha da geride, iç kısımda kalan bölgedeyse yüce Paknam pagodasının1 etrafını saran daha büyük ve daha yüksekte kalan koru görülebiliyordu, bir uçtan bir uca tekdüze uzayıp giden ufku beyhude taradığınızda gözünüzü dinlendiren tek şey buydu. Kıvrıla kıvrıla ilerleyen muazzam nehirde ara ara gümüşi parıltılar seçiliyordu; sığlığın hemen kıyısında bulunan en yakındakinde, arkasında buharını bırakan şilep, bacası ve direkleriyle karanın içine girerek gözden kayboldu, sanki ruhsuz toprak hiç zorlanmadan, sarsılmadan kolaylıkla tekneyi yutmuştu. Gözlerimle şilebin soluk dumanını takip ettim, bir orada, bir burada, akıntının dolambaçlı dönemeçlerine tabi kalarak ovanın üzerinden gittikçe hep daha uzaklardan yükselmeye devam etti, ta ki yüce pagodanın taç şeklini andıran tepesinin arkasında görüntü gözden kaybolana kadar. Sonunda Siyam Körfezi’nin uç noktasına demirlemiş gemimle baş başa kalmıştım. Gemi, uzun yolculuğunun başlangıç noktasında, engin bir durgunluğun ortasında hiç kıpırdamadan suyun üstünde süzülüyor, batmakta olan güneş, direklerinin gölgesini uzun uzadıya doğuya yatırıyordu. O anda güvertesinde yalnızdım. Tek bir çıt bile çıkarmıyordu ve etrafımızda hiçbir şey hareket etmiyor, hiçbir şey yaşamıyordu; ne suda bir kano ne havada bir kuş ne gökte bir bulut. Uzun rotamıza koyulmadan önceki bu soluk kesici duraklama anında, önümüzdeki uzun ve zorlu teşebbüse yeltenmeden önce buna ne kadar hazır olduğumuzu tartıyor gibiydik; ikimiz de var olma vazifemizi yürütürken tüm insan gözlerinden uzakta, bizi yargılayabilecek ve izleyebilecek sadece gökyüzü ve deniz vardı. Havada insanın gözlerini alan bir şeyler olmalıydı, çünkü tam da güneş bizi terk etmeden önce etrafı kolaçan eden gözlerim adacıkların en büyüğünün, en yüksek noktasının ardında bu kusursuz ıssızlığın ihtişamını ortadan kaldıracak bir şeyler yakaladı. Karanlık dalgası hızla üzerimizi örttü ve tropikal kuşaklara has bir anilikle gölgelerle dolu dünyanın üzerinde yıldızlar belirdi; elimi güvendiğim bir dostumun omzuna dayar gibi geminin korkuluklarına dayamış hâlâ oyalanmaktaydım. Ancak sayısız gök cismi yukarıdan bizim gezegeni gözlerken bu sessiz birlikteliğin huzuru da tümüyle kaçmıştı. Üstelik bazı rahatsız edici sesler de belirmişti şimdi: Fısıltılar, adım sesleri; vızır vızır, alakadar bir mizaca sahip kamarot ana güvertede çabuk çabuk yürüyordu; kıç kasarasının altında biri aceleyle el çanını çalıyordu… Yardımcılarımı aydınlatılmış salonda, akşam yemeği sofrasının yakınlarında beni beklerlerken buldum. Derhal oturduk ve ikinci kaptana yemeğini uzatırken şöyle dedim: “Adaların ortasına bir geminin demirlediğinin farkında mısın? Güneş batarken bayırın üstünden direklerinin tepesini gördüm.” Pek çirkin uzamış bıyığının fazlasıyla doldurduğu basit suratını hızla kaldırdı ve ağzından her zamanki saçmalıklar boşaldı: “Üstüme iyilik sağlık, efendim! Öyle mi diyorsunuz!” Üçüncü kaptan tombul yanaklı, sessiz bir genç adamdı, yaşından çok daha ciddi davrandığını düşünürdüm, ancak gözlerimiz kesişince dudaklarında hafif bir titreme tespit ettim. Hemen gözlerimi yere çevirdim. Gemimde alaycılığı teşvik etmek işimin bir parçası değil. Üstelik astlarım hakkında çok az şey bildiğimi de belirtmeliyim. Ben hariç kimsenin üzerinde durmasına değmeyecek çeşitli olaylar sonucunda, yalnızca iki hafta önce geminin komutasına atanmıştım. Keza mürettebatın geri kalanını da pek tanımıyordum. Tüm bu insanlar yaklaşık on sekiz aydır birlikteydiler ve ben de gemideki tek yabancıydım. Bundan bahsetmemin nedeni birazdan yaşanacakların üzerinde belli bir etkisinin olması. Oysa tüm bunlardan da öte, kendimi gemiye yabancı hissediyordum, ayrıca açık konuşmak gerekirse kendime de yabancılaşmıştım. Gemideki (üçüncü kaptan haricinde) en genç adamdım ve daha önce böylesine sorumluluk gerektiren bir görevde sınanmamıştım, dolayısıyla diğerlerinin belli bir yeterliliğe sahip olduklarını fazla irdelemeden kabullenmeye hazırdım.
Sırf görevlerini yerine getirebilmeleri yeterliydi, oysa ben her insanın gizliden gizliye, o kendisine biçtiği üstün kişi imajına ne kadar sadık kalabileceğimi merak ediyordum. Bu esnada ikinci kaptan, yuvarlak gözlerinin ve ürkünç bıyıklarının neredeyse gözle görülür bir iş birliğiyle, adalara demirlemiş gemiyle ilgili bir teori oluşturmaya çalışıyordu. En baskın özelliği her şeyi samimiyetle değerlendirmesine katmaktı. Aklı insanı yoran bir biçimde çalışıyordu. Sık sık belirttiği gibi önüne çıkan bilfiil her şeyin “hesabını vermeyi seviyor”du, bunların arasında bir hafta önce kabininde bulduğu sefil bir akrep de vardı. Akrebin ne için ve ne sebepten burada olduğuna, gemiye nasıl çıktığına, kiler yerine neden onun odasını tercih ettiğine (çünkü kiler akrebin daha hoşuna gidecek şekilde karanlık bir yerdi) ve nasıl olup da masasındaki mürekkep hokkasının içine düştüğüne hiç durmadan kafa yorup durmuştu. Adaların ortasındaki geminin gizemini çözmek çok daha kolaydı, daha sofradan kalkmak üzereyken nihai fikrini beyan etti. Hiç şüphesi yoktu ki bu, memleketten gelişi gecikmiş bir gemiydi. Belki de en yüksek gelgit esnasında, sığlığı aşmaya çalışırken çok fazla su çekmişti. Bu yüzden de limanın açığında beklemektense birkaç günlüğüne doğal bir limana sığınmıştı. “Öyle zaten,” diye onayladı aniden üçüncü kaptan hafiften boğuk sesiyle. “Altı metreden fazla su çeker. Kömür taşıyan Liverpool menşeli Sephora gemisi. Cardiff’ten çıkalı yüz yirmi üç gün olmuş.” Şaşkınlıkla ona döndük. “Şilep kaptanı mektuplarınızı iletmek için gemiye çıktığında anlattı bana efendim,” diye açıkladı genç adam. “Yarın değil bir sonraki gün gemiyi nehre sokmayı planlıyor.” Bizi bu kapsamlı bilgiyle şaşkına çevirdikten sonra kabinden dışarı çıktı. İkinci kaptan üzülerek “genç arkadaşın fevri hareketlerinin” hesabını veremeyeceğini bildirdi. Tüm bunları en baştan tek seferde niye anlatmadığını bilmek istiyordu. Tam çıkacakken onu bir süre daha tuttum. Son iki gündür mürettebat çok yoğun çalışmış ve bir önceki gece çok az uyumuştu. Benim gibi gemiye yabancı birisinin, tüm mürettebatın güverteye nöbetçi bile bırakmadan yatmasını istememin oldukça tuhaf göründüğünü daha yaptığım esnada acıyla fark ettim. Gece bir civarına kadar güvertede kalmayı teklif ettim. O saatte nöbeti üçüncü kaptana devredecektim. “O da saat dörtte aşçı ve kamarotu uyandırır,” diye karar verdim, “sonra da seni çağırır. Elbette en ufak bir rüzgâr bile tespit edilirse hepimiz uyanır ve bir an önce yola koyuluruz.” Şaşkınlığını gizledi. “Pekâlâ efendim.” Salonun dışında kafasını üçüncü kaptanın odasına uzatarak benim alışılmadık beş saatliğine nöbeti devralma hevesimi ona bildirdiğini duydum. Diğerinin sesinden duyduklarına inanamadığını anlayabiliyordum: “Ne? Kaptanın kendisi mi?” Birkaç mırıldanma daha duyuldu, önce bir kapı kapandı, sonra bir diğeri daha. Birkaç dakika sonra güverteye çıktım. Beni uykusuz bırakan tuhaf hissiyatım, bu alışılmadık düzenlemeye yol açmıştı, sanki gecenin bu ıssız saatlerinde, haklarında çok az şey bildiğim bir tayfayla dolu, hakkında hiçbir şey bilmediğim bu gemiye aşinalık kazanacağımı umuyordum. Limanın kenarında bağlıyken ve limandaki her gemi gibi bir sürü alakasız şeyle güvertesi doldurulmuş, kıyı insanları tarafından istilaya uğramış haldeyken gemiyi henüz doğru düzgün görememiştim bile. Şimdi, yolculuğa hazır beklerken ana güvertesi yıldızların altında gözüme pek bir hoş görünmüştü. Boyutuna göre pek büyük, pek düzgün, pek davetkârdı. Kıç güvertesinden inip geminin ortasına yürüdüm, Malezya Takımadaları’nı aşıp, Hint Okyanusu’ndan aşağıya ve Atlantik Okyanusu’ndan yukarıya devam edecek yolculuğu hayal ettim. Tüm bu aşamalara, özel durumlara, açık denizde karşımıza çıkabilecek olasılıklara, yalnızca kaptana ait sorumluluklar haricindeki her şeye yeterince aşinaydım! Yine de mantıklı bir biçimde bu geminin de diğer tüm gemilere benzediğini düşünerek kendimi teselli ettim, hem deniz de bilhassa beni bozguna uğratmak için özel bir sürpriz yapacak gibi görünmüyordu. Bu huzur veren sonuca ulaşınca bir puroyu hak ettiğimi düşündüm ve aşağıya inip bir tane aldım. Aşağıda her şey durgundu. Geminin arka kamaralarında herkes derin bir uykuya dalmıştı. Yeniden kıç kasarasına çıktım, bu sıcak, esintisiz gecede geceliğimle gayet rahattım, dişlerimin arasına yerleştirdiğim ucu yanık puromla çıplak ayak geminin ön tarafına doğru yürürken beni geminin bu ucundaki katıksız sessizlik karşılamıştı. Ancak baş kasarasını geçerken içeride uyuyan birisinin derinden gelen, güvende hissettiğini belli eden sakin iç çekişini duydum. Karanın kargaşasının aksine muazzam bir güvenlik sunuyordu deniz; mutlak sadeliğinin çekiciliği ve gayesinin yegâneliğiyle en temelinden ahlaki bir güzellikle kutsanmış, endişe verici sorunlardan uzak, insanın aklını çelmeyen bu hayatı tercih edişim aniden beni neşeyle doldurdu. Ön halatlara iliştirilmiş seyir feneri berrak, sanki gecenin gizemli karaltılarında özgüvenini ve parlaklığını koruyan sembolik bir sorunsuzlukla yanıyordu. Buradan geçerken geminin öbür yanından sarkıtılmış ip merdivene gözüm takıldı; belli ki mektuplarımızı getirmeye geldiğinde şilep kaptanının çıkabilmesi için aşağı atılmış, sonrasında da yukarı çekilmemişti. Duruma sinirlendim, ne de olsa ufak detaylara gösterilecek özen düzenin ruhudur. Ardından benim de yardımcılarımı vaktinden evvel görevden çekmiş olduğumu fark ettim, bu hareketimle de nöbet yerinin usulünce hazırlanmasına ve etrafa çekidüzen verilmesine engel olmuştum. Kendi kendime işleyen bir düzenin rutinine müdahale etmenin, en iyi niyetlerle gerçekleştirilmiş bile olsa akıllıca bir hareket olup olmadığını sorguladım. Yaptıklarım beni garip bir kişi gibi göstermiş olabilirdi. Saçma bıyıklı ikinci kaptanın davranışımın “hesabını” nasıl vereceğini ve gemideki herkesin kaptanlarının gayriresmî tavrı konusunda neler düşüneceğini Tanrı bilir. Kendime kızmıştım. Şüphesiz pişmanlıktan değil de alışkanlık icabı merdiveni kendim çekmeye gittim. Bu tip yandan sallandırılan merdivenler hafiftir ve kolaylıkla kaldırılabilir, oysa havalanarak güverteye fırlamasını gerektiren bir sertlikle merdivene asılmama rağmen vücudum beklenmeyen bir geri tepmeyle sarsıldı. Bu da neydi!.. Merdivenin sarsılmazlığı beni öyle şaşırtmıştı ki donakaldım, tıpkı budala ikinci kaptanım gibi hesabını vermeye çalıştım. Nihayetinde kafamı uzatıp korkulukların öbür yanına baktım. Geminin yanı denizin donuk parıltısına yarı saydam bir gölge bırakmıştı. Ancak aynı anda merdivenin yakınlarında yüzen, uzun ve soluk bir şey de fark ettim. Daha bir tahmin yürütemeden adeta çıplak bir vücuttan çıkıyormuş gibi görünen zayıf bir parıltı karanlıkta ışıldamış, yaz gecesi belli belirsiz çakıp kaybolan sessiz bir şimşek misali uyku halindeki suda titreşmişti. Gözlerimin önünde bir çift ayak, uzun bacaklar ve boyun kısmı kadavra misali şişmiş, yeşilimsi geniş bir sırt belirince nefesim tutuldu. Suların içinden çıkan bir el merdivenin son basamağını kavradı. Kafası haricinde vücut tamamlanmıştı. Kafasız bir ceset! Dudaklarımın arasındaki puro açık kalan ağzımdan, göğün altında uzanan her şeyin mutlak sessizliğinde rahatlıkla duyulabilen bir şıpırtı ve sönme sesi çıkararak suya düştü. Sanırım bu sesi duyunca kafasını yukarı kaldırdı; geminin kenarındaki karanlıkta belli belirsiz soluk yuvarlak bir yüz. O zaman bile siyah saçlı kafasının şeklini zar zor seçtim. Neyse ki bu kadarı bile göğsümün üzerine çöken korkunç, donakalmama sebep olan duygunun geçmesine yetti. Faydasız nidaların da vakti geçmişti. Bunun yerine yedek direğin üzerine basıp korkuluğun üzerinden elimden geldiğince sarktım ve geminin kenarında süzülen gizeme gözlerimi yaklaştırdım. Nefesini toplayan bir yüzücü gibi merdivene tutunmuştu, denizin ışıltısı her çalkantıda uzuvlarının üzerinde dolaşıyor; hayaletimsi, gümüşi, balık gibi görünüyordu. Bir balık kadar sessizdi de. Sudan çıkmak için bir harekette de bulunmuyordu. Güverteye çıkmayı denememesini anlamak mümkün değildi, üstelik bunu belki de istemeyeceğinden şüphelenmem ise tuhaf biçimde huzursuz ediciydi. Ağzımdan çıkan ilk sözler de bu huzursuz kafa karışıklığımın eseriydi. “Sorun nedir?” diye sordum sıradan bir biçimde, tam altımda yukarı kaldırılmış surata seslenerek. “Kramp,” diye cevapladı aynı tonda. Ardından hafif endişeli bir biçimde ekledi: “Kimseyi yardıma çağırmaya gerek yok.” “Çağırmayacaktım,” dedim. “Güvertede yalnız mısın?” “Evet.” Her nasılsa merdiveni bırakıp görüş alanımın dışına yüzecekmiş gibi bir izlenime kapıldım, geldiği gizemle gidecekti. Oysa denizin dibinden (kesinlikle gemiye en yakın kara parçası burasıydı) çıkıp gelmiş gibi görünen bu varlık, şimdilik yalnızca saati öğrenmek istiyordu. Söyledim. O da aşağıdan çekinerek sordu: “Zannediyorum ki kaptanın çoktan yattı?” “Yatmadığına eminim,” dedim. Alçak sesli, pişman, kuşkulu bir mırıldanma duydum. “Neye yarar ki?” Ne yapacağına karar vermekte zorlanıyor görünüyordu. Ardından söyledikleri de tereddütlü çıkmıştı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSır Ortağı
- Sayfa Sayısı65
- YazarJoseph Conrad
- ISBN9786058050075
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnci ~ John Steinbeck
İnci
John Steinbeck
Bir Meksika halk hikâyesinden esinlenmiş İnci, bir zamanlar İspanya Kralı’na büyük zenginlikler getiren bir koyda yaşayan fakir bir inci avcısının, Kino’nun ve ailesinin hikâyesini...
- Puding Poli Karıştırıyor ~ Christine Nöstlinger
Puding Poli Karıştırıyor
Christine Nöstlinger
İddia ediyoruz: Okurken Ağzınız Sulanacak! Dünya çocuk ve gençlik edebiyatının klasikleşen yazarı Christine Nöstlinger’den heyecan dolu bir çocuk romanı: Puding Poli Karıştırıyor Olağan bir okul...
- Araf ~ Sofi Oksanen
Araf
Sofi Oksanen
GERÇEK BİR BAŞYAPIT, BİR MUCİZE! Aliiede Truu, bahçesinde yaralı bir kız bulur. Kızla ilgili şüpheleri olsa da bunları görmezden gelir ve onu evine alır....