Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sınırsız Tutku – Seks ve Güç
Sınırsız Tutku – Seks ve Güç

Sınırsız Tutku – Seks ve Güç

Günseli Önal

Sevgilime her şeye Evet diyeceğim bir hafta geçirip aramızdaki sınırı kaldırmayı önerdiğim anda ok yaydan çıkmıştı. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ciddi olup…

Sevgilime her şeye Evet diyeceğim bir hafta geçirip aramızdaki sınırı kaldırmayı önerdiğim anda ok yaydan çıkmıştı. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ciddi olup olmadığımı anlamak için aklına ilk gelenleri sorduktan ve dediğimi yapacağımı anladıktan sonra, gerçekten istediği şeyi açıkça söylemişti: Canını yakacağım. Seni hazza ve acıya doyurmak istiyorum. Yapacağını söylediği şey beni şaşırtmıştı. Bir erkek olarak, taleplerinin önündeki engel kalktığında, gerçekten yapmak istediğinin bir kadına şiddet uygulamak olduğu açığa çıkmıştı.

Dayanamayıp sormuştum: Acıya doymam gerektiğini nereden çıkarıyorsun? Hemen yanıtlamıştı: Acı ile seksi birleştirmen gerektiğine inanıyorum. Anlayamamıştım. Benim ihtiyacım olduğunu düşündüğü için mi yakacaktı canımı? Peki, ben hazza ve acıya doyduğumda sen neye doymuş olacaksın? demiştim. Bir kadını tatmin etmeye ve güce doyacağını, bunu yaparken bir hayvan gibi duygusuz olacağını yazmıştı.

Sınırları zorlamak, sevişmekten daha fazlasını yaşamak ve yaşatmak istiyorum. Benim öfkemden zevk almanı sağlayacağım demişti.

***

Genleri ile ‘Bende yaşamaya devam eden, zihnim ayırmaya çalışsa da kalbimin birleştirdiği anneme ve babama, sevgiyle…

***

İçindekiler

BAŞLANGIÇ..13
Havuç soslu makarna ile düştüğüm tavşan deliği..13

YOLCULUK..25
Korkutan güzellik..25
Ayna ayna, göster bana güzelliği..38
Rüyamdaki aynadan bakan adamlar..43
Gözlerimdeki pırıltının sırrı..45
Doyuramadığım arzu..47
Kurtarıcının ölümü..50
İçimdeki ‘ben den mektuplar..58
İçimdeki uçurum..62
İçimdeki ben in sırrı..67
Doğamdan kaçış, bedenimden kopuş..73
Cinsel masumiyetin sona erişi..76
İçimde büyüyen öfke..80
Yiyemediğim elma şekeri..82
Hayal dünyamdaki prens..84
Babamın boşluğu..91
Memelerim büyüyünce değişen hayaller..95
Cinsel arzu korkusu..99
Aptal ergen kızlar..102
Utandıran değişim..104
Testosteron hormonunun garip oyunu..107
Açık kızları görünmez yapan örtü..109
Çirkinlik kompleksi..114
Ödümü koparan homucu..120
Karşı cinse duyulan ilgi..125
Erkekler ile aramdaki kobra yılanı..127
Yuvadan ayrılış..129
Yarattığım gölgede kendimi görmek..130
Karanlık ormana giriş..139
İsteklerimin ve arzularımın kaynağı..143
Ağlatan çirkinlik, güldüren gözyaşı ..147
İnsanı Tanrı olduğunu hissettiren masumiyet..148
Rol değişimine ayak uyduran saçlar..151
Babaların gözlerinde kızları..153
Güzellik gözle görünen bir şey mi?..155
Hayal kırıklığı yaşatan beklentiler..161
Kardeş bağı sevgi mi genetik bağımlılık mı?..164
Dondurmayla gelen öfke patlaması..167
Kendi hayatımdan vaz geçmek..170

OLGUNLUK DÖNEMİ..175
İnsanı yakmayan ateş: Merak..175
İlk günah ve ilk heyecan..180
Bedenim ile ruhumun arasındaki duvar..187
Duvardan geçmek..193

BEYNİMDEKİ HAYVAN..197
Bekaretin esareti..197
Bedendeki ahlak bekçisi..204
Mastürbasyon..212
Bencil içgüdüler ve ilk deneyim..216
Buzlar kraliçesi ve yaramaz kız..220
Yaramaz kızı lanetleyen cadı..224
Anahtar gözler..229
Panik Odası..231
İçimdeki vahşi hayvanlar..235
Cinsel masumiyete dönüş..239
Kalbimdeki buz..243
Öfkemin gücü..250
Acıdan kaçış..252
Kabusumun kapısı..255
Kabus odasında uyanış..256
Acı ile haz arasındaki sınır: Ayna..260
Sınırlara meydan okuma..266
Her şeye evet oyunu..27
Erkek penisi, rüyalar ve ölüm korkusu..276
Rüyalarımın erkeği ve fantezilerim..288
Bastırılmış fantezilerim..295
Pumanın pençelerine düşmek..303
Düşen maskeler ve oynanan roller..309
Oyun mu gerçek mi?..313
Patron olmak isteyen köle..316
Egomun lanetinin sonu mu?..321
Erkeğin kalbine giden nereden geçer?..322
Yol ayrımı..330
Hiç bitmesin istediğim an..339
Karanlık mağara kabusu..348
Bir annenin çaresizliği..350
Penis korkusu..354
Penise tapınma..363

BEDENİMDEKİ HAYVAN..373
Avın gözlerinden bakmak..373
Annemin fotoğrafının anlattıkları..377
Köyde parlayan bir yıldız..380
Tenimdeki kız çocuğunu büyütmek..384
Kırık bir aşk hikayesi..390
Tecavüz korkusu..396
içimdeki fettan kızın ayakkabıları..402
Annemin kızı olmak..406
Cinsiyet seçimi..414
Rahimde yazılan kader..417
İçimdeki karanlık dişi..423
Babamın yazdırdığı ve değiştirdiği kader..435
Zevk verebilen kadınlar..440
Erkeğin en sevdiğim özelliği..444
Bedenimde uyuyan güzel..446
Sevişmenin gizemi..456
Sekste O kan grubu gibi kadın..463
Seks kölesi..472
Uyandıran öpücük..481
Öldüren merak..496
İzlemenin delirticiliği..505
Şeytana aşık olma korkusu..521
Cinsel arzunun kırbacı..526
Uyuyan güzeli hayata döndüren orgazm..529
Anne gibi davranan sevgililer..540
Sevgilimin zihnindeki sürtük..548
Aşkın provası..552
Aşk ve güzellik..557

***

BAŞLANGIÇ

Havuç soslu makarna ile düştüğüm tavşan deliği

Havuç soslu makarna ile düştüğüm tavşan deliği Gazeteci olarak çalışırken, akşamları yemek yapmaya zamanım olmadığı, zamanım olduğunda da yemek yaparak geçirmek istemediğim, ayrıca hem kilo aldırmadığı hem de sağlıklı olduğu için akşamları genellikle salata yiyordum. Bazen taze nane, semiz otu, ıspanak gibi farklı yeşillikler denesem, bazen ton balığı, bazen beyaz peynir koysam veya badem, ceviz içi, kuru üzüm, kuru kayısı gibi farklı tadlar katsam, hatta abartıp değişik meyveler eklesem de, salata bir yerden sonra artık tad vermemeye başlıyordu.

İşte o zamanlar, yemek yapmak için zaman yaratıp, canımın o sıralarda en çok istediği şeyi pişirerek kendimi şımartmak istiyordum. Elimde tabağım, sehpanın üzerinde kırmızı şarabım, üzerimde eşofman ve tişört ile kanepeye oturup televizyonun karşısına geçmek veya bir DVD koyup o anki ruh halime uygun bir film izleyerek ev keyfi yapmak fikri çok cazip gelmeye başlıyordu. Kalori hesabı yapmadan tabağımdaki yemeğin lezzetine odaklanmayı, kendime ayırdığım zamanın ve evimin keyfini yaşamayı, kendimle baş başa kalmayı özlüyordum.

Bu fikir zihnimde uyandığında, hemen gerçekleştir­miyordum. Alacağım keyfin olabildiğince artması ve ken­dime ayırdığım zamanın en güzel şekilde geçmesi için, bu isteğimin zihnimde yavaş yavaş serpilip gelişmesine izin veriyordum. O zaman dilimini yaşama isteğimin içimde giderek büyümesi hoşuma gidiyordu. O gün gelene kadar, akşamları yediğim salatalar, aralarda yediğim meyveler giderek bıktırıcı olurken, kendimi hazırladığım ziyafetten alacağım keyfe ilişkin beklentim büyüyordu.

Sonunda o gün, akşam canımın istediği ve tam ola­rak kendi sevdiğim gibi yapacağım yemeği pişirmeye karar verdiğimde gelmiş oluyordu. Önceden karar vermiyordum. Beni içine katarak bir nehir gibi akan rutin hayatımın dışı­na çıkıp zamanın pause düğmesine bastığımda, hayat neh­rinin kıyısına çıkmış ve piknik örtüsünü çimenlerin üze­rine sermiş gibi hissediyordum kendimi. Önce büyük bir markete uğruyordum. Yapacağım yemeğe damağıma güzel gelen lezzeti verecek hiç bir detayın eksik olmasını istemi­yorum böyle bir günde.

Güzel bir nisan günü kendime ziyafet çekmek için marketin yolunu tuttuğumda, günlerdir aklımda olan ye­mek havuç soslu spagetti idi. O gün hafta sonuydu ve o ma­karnayı yeme isteğim tam kıvamındaydı. Bir kaç gün daha ertelemiş olsam, belki çok daha fazla istiyor olacak ve tadına varamayacaktım. Daha erken yapmış olsaydım, muhte­melen canımın o gün istediği kadar istemiyor olacaktım. Bir paket sevdiğim spagettiden aldıktan sonra, sosta kulla­nacağım malzemeleri seçerken arada bir gözlerimi kısıp o sosun pişerkenki halini gözümde canlandırıyordum. Sala­cağı kokuları alıyordum sanki. Acıkmaya başlamıştım.

Eve gidip, üzerime rahat bir şeyler giydikten sonra mutfağa geçmeden önce güzel bir müzik açmıştım. Dışarda akmakta olan hayatın sesleri, kokusu, ışığı açık pence­relerden içeri doluyordu. Rutinimin dışında ama hayatın içindeydim. Makarnayı süzmeden pilav gibi demleyeceğim çelik tenceredeki kaynar suya attıktan sonra sosunu hazır­lamaya başlamıştım.

Sıvı yağ koyduğum tavada önceden rendelediğim havuçlari hafifçe bayılana kadar çevirdikten sonra biraz salça, salçanın çiğliği gittiğinde de kabuklarını soyup küçük kü­çük doğradığım domatesleri eklemiştim. Makarnayı haşla­dığım sudan da bir miktar koyup, havuç, salça ve domates üçlüsü hafif ateşte pişerken, bir kaç defne yaprağı ile ince ince doğradığım birkaç diş sarımsağı da katmıştım sosa. Hazır olmasına yakın, kekik ve karabiber de koyup ateşi kapattığımda, son olarak kıydığım maydonozları da karıştırmış, gerisini sosun buharına bırakmıştım.

Bu sırada tüm suyunu çekmiş olan spagetti tam is­tediğim gibi pişmişti. Ne fazla pişip ezilmişti, ne de benim hoşuma gitmeyecek kadar diriydi. Yiyebileceğim sıcaklığa gelmesini bekledikten sonra hala sıcak olan sosu üzerine döküp karıştırmıştım. Sade olarak servis tabağına konulup, sosun ortasına süs gibi eklendiği makarnaları sevmiyor­dum. Her bir spagettinin bir ucundan diğer ucuna kadar sosa bulanması hoşuma gidiyordu. Spagettim artık hazırdı ve iyice acıkmıştım. Yemeğimi hazırlarken canım istediği halde şarabımı içmeyi sonraya bırakmıştım. Çünkü, önce yemeğin tadını almayı, şarabı o tadın üzerine yudumlamayı seviyordum.

Sıcak spagettiden büyük beyaz porselen tabağıma bolca koyduğumda, kırmızı sosa bulanmış makarnanın beyaz porselen tabaktaki görünümü iştahımı iyice açmış­tı. Son olarak biraz daha karabiber serperken canım kaşar peyniri de isteyince, üşenmeden hemen rendelediğim pey­niri buğusu hala yükselen makarnanın üzerine eklemiştim. Kaşarın sıcak sosun üzerinde eriyerek yayılışı inanılmaz derecede güzeldi.

Canımın günlerdir istediği spagettiyi yiyebilirdim artık. Müziği kapatıp televizyonda sevdiğim bir diziyi aç­tıktan sonra, kanepeme rahatça oturmuştum. Bir parça spagettiyi çatalıma doladığımda, o gün gerçekten iyi iş çı­kardığımı görmüştüm. Makarna tam istediğim gibi pişmiş­ti, sos da tam istediğim kıvamdaydı. Makarnanın çatala do­lanmış hali tam bir göz ziyafetiydi benim için. Ne makarna sarkıyor, ne sos akıyordu. Kokusu, buğusu ve görüntüsüyle, çatalımın ucundaki makarna çok cezbediciydi. Gerçekti, tam olarak benim sevdiğim gibiydi ve yemek üzereydim.

Hayatımın yoğun ve bunaltıcı ritminin dışına çıka­bilmek için kendime verdiğim molanın keyfini çıkarmaya gelmişti sıra. Tadı nefisti. Çatalıma biraz daha makarna dolarken, ağzımdaki spagettinin damağımda bıraktığı ta­dın verdiği haz bütün hücrelerime dağılıyordu. Günlerdir biriken stres, yorgunluk, bıkkınlık, endişelerim, düşüncele­rim ve bütün bunların gerisindeki duygularım yavaş yavaş geriye çekilerek, bu hazza yer açıyordu bedenimde. Kanım sanki şampanyaydı ve minicik haz baloncukları patlayarak akıyordu içimde. Beni mutlu ediyor olmasa bile alışageldi­ğim bir düzenin tanıdık olan ve bu nedenle rahatlık hissi veren rutininin dışındaydım artık.

Ama, her gün hissettiğim olağan duyguların dışına kaçabilmek için arada bir tekrarladığım keyif rutinimin de dışına çıkmıştım bu kez. Tabağımdaki makarna bitmek üzereyken, tadına baktığım o ilk çataldan o ana kadar olan zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımın farkına vardığım­da, tarif edilemez bir dinginlik kaplamıştı içimi. Aradan kaç dakika geçtiğini bilmiyorum ama yemeğime ara verip ne olduğunun farkına varmak için etrafıma baktığımda, her şey mükemmeldi. Kendimi havada bir tüy gibi süzülüyormuşçasına hafif, akışkan ve iyi hissettiren bir şey vardı o anın içinde.

Arkamdaki pencereden kanepeden aşağı sarkıttığım ayağımı aşarak yerdeki yeşil halının tüylerini parlatan ve salonumu aydınlatan güneş, güneş ışığında belirginleşen havadaki zerrecikler, sehpanın üzerindeki leke, ekrandan akan ama bir süredir izlemediğim görüntü, dışardan ge­len insan sesleri, kuş sesleri, epeyce yürüdüğüm ve ayakta kaldığım için şişmiş olan ayağım, içinde az makarna kalan sosa bulanmış tabağım, o sırada bütün duyularımdan bana ulaşan görüntü, ses, koku, tat, her şey mükemmeldi. Bu mükemmelliğin karşısında afallamış bir halde öylece du­rurken, duyduğum tüm seslerin içindeki sessizliği, gördü güm her şeyin içindeki boşluğu algılayabiliyordum.

Gördüğüm görüntüler, damağımdaki tat, işittiğim sesler, burnuma gelen kokular, oturduğum kanepenin be­denime verdiği his hakkında bir yorum yapmamı ve bir kanıya varmamı gerektirecek hiç bir veri yoktu zihnimde. Algımdaki mükemmelliği yaratan bu boşluktu. Zaman durmuştu.

Ayak parmaklarımın şişmiş görüntüsü bana bir şey ifade etmiyordu, o an oldukları halleriyle benim parmaklarımdı sadece. Kuşların sesi güzel veya kötü değildi, sadece bahçede ötmekte’olan kuşların sesiydi. Ben de, kendimi iyi veya kötü, gergin veya huzurlu hissetmiyordum. Sadece, ayağımın birini popomun altına büküp diğerini aşağıya uzatmış şekilde kanepede oturmuş, elinde her yerine ma­karna sosu bulaşmış kirli porselen tabağı tutmakta olan varlığımı deneyimliyordum öylece. “Ben” diyebileceğim ve beni herkesten farklı kılan kişiliğim boşalmıştı sanki içim­den. Varlığım, içimdeki ve dışımdaki her şeyle uyum için­de, öylece, orada, o anın içindeydi.

Sonra, düşüncelerim, alışkanlıklarım, neredeyse oto­matikleşen davranışlarım, yargılarım, duygularım yeniden zihnime akmaya ve bir süreliğine boş bir kap gibi kalan benliğimi doldurmaya başlamıştı. Kişiliğimin benliğime yüklenmesi tamamlandığında, yine “ben” olmuştum. Şiş­miş ayak parmaklarımın görüntüsü hoşuma gitmemişti. Güneş ışığının, üzerine düştüğü halımın benim çok hoşu­ma giden yeşil rengini solduracağı fikri aklımdan geçtiğin­de rahatsız olmuştum. Yine de, akşam güneşinin keyfini çıkarma fikri, perdeyi kapatma düşünceme ağır basmıştı.

Beynim bir makine gibi çalışmaya, düşüncelerim birbirini izlemeye ve zaman akmaya başlamıştı.

Beni dünya üzerindeki milyarlarca insandan ayıran, tek bir insanın bile her hangi bir şeye benim gözümden bakmasını, benim kalbimden hissetmesini, benimla aynı şeyi düşünmesini engelleyen kişiliğimdi. Kişiliğim ve onu taşıyarak görünür kılan bedenim, kendi seçimlerimle ya­rattığım eserimdi benim.

Ama, öyle bir eserdi ki, kendimle başbaşa olduğum bir anda, bir tabak havuç soslu spagettinin yaşattığı haz karşısında erimiş, mükemmel bir anın içinde kaybolmuş­tu. Yaşamayı seçerek ard arda tecrübe ettiklerimin biriktiği geçmişim ile hayal gücümün sınırları içinde seçebileceğim diğer tüm olasılıkların potansiyel bir gerçeklik olarak bekle­diği geleceğimi sürekli kıyaslayan zihnimde varolabiliyordu ancak. Varlığımın farkına varmak için bu kıyaslamayı her an yaptığımdan, oynamayı sürdürdüğüm ve artık kendim olduğunu sandığım bir karakter gibi sürekli benimleydi.

Elimdeki kirli tabakla, mükemmel bir anın içinde daha fazla kalamamış, bedenime ve hayatıma dönmüştüm yine. Kim olduğumu unutup kişiliğimi kaybettiğimde ya­şadığım ve yaşarken değil de bittiğinde farkına vardığım o hazzın ardından yeniden karakterime döndüğümde, haya­tın neden aynı hazzı vermediğini düşünürken bulmuştum kendimi. Benzersiz kişiliğim nedeniyle, başkalarıyla olan ilişkilerimde aynı şeyi hissedemeyecek ve düşünemeyecek olmamızdan dolayı, birlikteyken yaptıklarımızın bana ve karşımdakine aynı hazzı yaşatması olanaksızdı. Bir tarafın kendisini daha iyi, güzel, başarılı, avantajlı veya kazançlı görmesi, karşısındakinin bunun tersini hissetmesinin ne­deniydi. Yaptığı kıyaslamada haz alan tarafın karşısında­kinin hissettiği duygu, acıydı. İki kişinin ilişkisinde, acı da haz da aynı anda hissediliyordu. Bu durumda, bir ilişkide mutlu olunamazdı. Her ilişki, biri diğerinden dolayı hisse­dilen haz ve acıya duyulan bağımlılık sayesinde sürüyordu.

O halde, hayatım boyunca hissettiğim korkunun, endişenin, öfkenin, üzüntünün, acının, utancın, suçluluk duygusunun, kederin, hayal kırıklığının, kompleksin ve acı çekip mutsuz olmama neden olan tüm diğer duyguların ne­deni ben değildim ama başkaları da değildi. Aynı zamanda da, hissettiklerimin nedeni hem bendim hem de başkaları. Mutluluğumun da mutsuzluğun da nedeni, kendimi başka­larıyla kıyasladığımda gördüğüm farklılığın hissettirdikle­riydi.

Karşısındaki insanı mutlu edebildiğinde mutlu ola­bilen, olmadığında üzülen bir insan olarak, mutlu oldu­ğumda aslında kendisini iyi hisseden ve ilişkimizden haz alan ben değildim. Yaptığı kıyaslama sonucunda kendisini iyi hisseden her zaman karşımdakiydi. O halde, mutlu olduğum sırada, aslında karşımdaki insanın kendisini iyi hissettiğini algılamış oluyordum. Ben, acı çeken taraftım ve karşımdakinin duygularına odaklandığım için acı çektiği­min farkında bile değildim.

Bu, sevdiğim insanları mutlu etmeye çalışarak ve onların mutlu olduğunu gördüğümde mutlu olarak aslın­da kendimi hiç de iyi hissetmediğim halde bana acı veren bir gerçekliği yarattığım ve bunu yapmayı kendime görev edinen bir köle olduğum anlamına mı geliyordu? Öyleyse bile, kendilerini iyi hissedebilmek için benim gibi empati kurabilenlere bağımlı olan insanlar, benim gibi bir kölenin efendisi olabilir miydi? Bu durum, kendisini efendi sananın köleliği miydi? Yoksa, istediğim şeyi onları da mutlu ederek yapabilmemin yolu, bunu onların da istemesini mi sağla­maktı? Mükemmel bir an’ı yaşamam ve her şeyin mükem­mel olduğunu hissetmem ancak yalnızken mi mümkündü?

Bir tabak makarnayı ve bir kadeh şarabı içerken al­dığım haz bana mükemmel bir an yaşatmıştı. Ama, benli­ğime döndüğümde, insanlarla ilişkilerime ve hayata ilişkin sorularım üzerime tüm ağırlığıyla çökmüştü. Yine de, onlarsız bir hayatta tek başına alacağım hazlar için parmağımı kıpırdatmanın bile içimden gelmeyeceği açıktı. O gün var­lığımdan dolayı tattığım o hazzı yaşama ihtiyacı hissetme­min nedeni, bir anlığına da olsa herkesten kaçma ve acımı dindirme isteğiydi. Böyle düşününce, kaçmak istediğim in­sanların varlığı bana kendimi iyi hissettirmişti. İstediğim­de nasıl kaçacağımı ve nasıl bir tüy gibi hafifleyebileceğimi biliyorken, kaldığım yerden devam etmem eskisinden daha kolay olacaktı.

Hayat benim için, dokuz ay 10 gün her şeyi birlik­te yaşayıp kendim gibi gördüğüm annemi ve kendimi gü­vende hissettiğim rahmini terk edip, beni kimlerin ve ne­yin beklediğini bilmediğim yeni bir dünyaya doğmak için geçmeye çalıştığım daracık doğum kanalı gibiydi. Hisset­tiklerim de, acı çektikçe vazgeçip geri dönmeye ama aynı zamanda beni neyin beklediğini merak ettikçe ilerlemeye çalışırken, ne istediğimden emin olamadığım için yaşadı­ğım bir doğum sancısı gibiydi.

Kendime bir de bu açıdan bakınca, deneyimlerimin, düşüncelerimin ve duygularımın yarattığı dünyaya benim gözlerimden bakmakta olan ama benim göremediklerimi gören bir yanım daha bulunduğunu algılamıştım. İçimdeki ben, bir süre sonra çalışmayı bırakıp, evime kapanıp bilinç altıma döndüğümde, ayak izlerime basarak zamanın gerisi­ne doğru ilerleyip benliğimin derinliklerinde yaptığım yol­culukta eşlik etmişti bana. Ben acı çekip ağladıkça bundan haz almış, tereddüte kapılıp geriye dönmeye çalıştıkça aldı­ğı hazzı hatırlatarak devam etmemi sağlamıştı. Benliğimin, büyürken bana acı veren her şeyden haz alan yanıydı. Doğ­duğum anda tamamlanmıştı. Üst benliğimdi. Ama, insan olarak bedenimin ve kişiliğimin ulaşabileceği potansiyeli içeren bir taslaktı sadece. Gerçekleşmesi doğamı ve mizacı­mı yaşamama bağlıydı.

Yaptıklarımdan dolayı üst benliğimin aldığı hazzın farkına vardığımda, mutlu olmalarını sağlamaya çalıştığım sevdiklerimin gözlerinden bakarken bulmuştum kendime. Seçimlerimle ne yaratmış olduğumu görüyordum artık. Bu yüzden, yaşadığımda bana acı veren her bir deneyimimin içinden bir kez daha geçmek, aynı izlere basarak geriye doğru ilerlemek ve o acının haz veren yanını da keşfetmek heyecan verici bir yolculuk olmuştu.

Yolculuğumun bu geriye dönüş aşamasında, hayatı­ma göz atmak için bir an durup geriye çekilen, o ana kadar ne yaşadığımın farkına varan ve hayalimde tamamladığım son halini vermek üzere yeniden harekete geçen bir sanatçı gibi hissetmiştim kendimi. Devam ettikçe, potansiyelimi gerçekleştirebilmek için kurduğum ve olmak için doğduğum kişi olduğum hayal dünyamın içine girmiştim. Ben­liğim-yaşadıklarımdan daha iyisini ve güzelini hayal eder­ken, üst benliğimin bu hayali gerçekleştirmekte olduğunu görmek ama en çok da mutlu etmeye çalıştığım her insanın aslında kendi hayalimin bir parçası olduğunu fark etmek ilginç bir deneyim olmuştu.

Doğduğum andaki bütünlüğe ulaşabilmek için baş­ladığım noktaya dönmeye çalışırken, daha en başında ha­yal ettiğim dünyayı ve bu dünyayı yaratmamı sağlayan üst benliği keşfetmiştim. Benliğimin başlangıcı masumiyetti ve bugünkü aklımla dönmek o masumiyetin sonu olmuştu.

Büyümüştüm.

YOLCULUK

Korkutan güzellik

Zamanda anımsayabildiğim kadar geriye gittiğimde, çocukluğumda ilk öğrendiğim şeyi hatırlamıştım önce.

Bu, sadece erkeklerin değil kadınların da dikkatini çeken güzelliğin büyük bir gücü olduğuydu. Güzel olmayanları ve o güzelliğe dokunamayanları mutsuz eden güzelliğin, her iki tarafa da acı veren, taşıması zor bir yük olduğunu da öğrenmiştim çocukken.

Güzel bulduklarına baktıklarında kendilerini çirkin hissedenlerin kıskançlıkları, derinlerde bir yerde saklama­ya çalıştıkları bir kötülüğü besliyor ve büyütüyordu içlerin­de. Başkalarının önünde yüzeye çıkarsa onları zor durum­da bırakacak olan bu kötülüğü gizlemek için uyguladıkları baskı, yaptıklarını ve söylediklerini başkalarına aktaracak bir tanığın olmadığı ortamlarda bütün çirkinliğiyle ortaya dökülüyordu. Kötülük, insanın zihnindeki karanlıkta mut­suzlukla besleniyordu.

Bu olduğunda, güzel bulunan, kendisini çirkin hisse­den tarafından sözle veya elle hoyratça taciz ediliyor veya bir şiddete maruz kalıyordu. Kıskançlıkla bunu yapmış olması, kendini çirkin hissedeni o an için tatmin etse de, gerçekte mutlu etmiyordu. Tersine, kendisini hem kötü, hem de daha çirkin hissetmesine neden oluyordu. Gittik­çe uzaklaşılan güzellik ve giderek artan kıskançlık, kontrol edilmesi gittikçe güçleşen bir kötülüğün insanın içinde bü­yümesine ve canlı bir varlığa dönüşmesine yol açıyordu.

Birilerinin gözlerini üzerlerinde hissetmeyip benimle baş başa olduklarını düşündüklerinde, başkalarının önün­de masum kuzu gibi görünenlerin postunun içinden, kıs­kançlıklarıyla beslenen kötülüğün aç bir bir kurt gibi sıyrı­lıp bir anda nasıl ortaya çıktıklarını görmüştüm defalarca.

Güzellik, özellikle kadınların kendilerini kötü hisetmesine neden oluyordu. Daha çok küçükken, annemden saçlarımı taramasını istediğim bir gün, o sırada evde olan genç bir kadının “Ben tararım” diyerek tarağı elimden al­dığı bir günü hatırlamıştım. Önünde yere oturtmuştum. Belime kadar inen uzun saçlarımı tararken, tarağı bırakıp saçlarımı dizlerine yaymıştı. Çok güzel olduğunu söyleye­rek saçlarımı okşamaya başladığında, kendisini iyi hisset­mediğin algılamıştım.

Ama, bunlar bana kendimi kötü değil tersine iyi his­settiriyordu. Saçlarımın çok güzel olmasının bana büyük bir güç verdiğinin fark etmemi sağlıyordu çünkü. Hayatı­mızdaki yoksunluklar beni çok kısıtlasa da, annem ve babamın ilişkisindeki şiddet ve sorunlar beni dehşete düşürüyor olsa da, başkalarının gözüne güzel göründüğümü bilmek, dikkat çekiyor olmak büyük bir özgüven veriyordu bana çocukken.

Ancak, biraz büyüyüp de vücudum serpilmeye baş­ladığında durum değişmişti. Aralarından birinin yaklaşıp kulağıma müstehcen şeyler söyleyerek beni utandırmaya çalışmasının ardından uzaktan hep birlikte katıla katıla gü­len sokaktaki oğlan çocuklarının değil, yetişkin erkeklerin de dikkatini çekmeye başladığımda saçlarım korkutmaya başlamıştı beni.

Daha ilkokulda, 9 ya da 10 yaşımdayken, annemin sımsıkı at kuyruğu bağladığı lastik, beden eğitimi dersinde koştuğumuz sırada gür saçlarımın ağırlığını taşıyamayarak kopmuş, uzun saçlarım yele gibi savrulmuştu. Koşuyu ne­fes nefese tamamladığım sırada yanıma gelen kızlar, “Saç­ların açıldığında öğretmenin nasıl baktığını görmeliydin, yiyecek gibi bakıyordu” demişti. Saçlarımın güzelliğinin dikkat çekmesinin sınıf arkadaşım olan kızlar tarafından bu şekilde dile getirilmesi beni utandırmıştı. Çünkü, erkek­lerde cinsel arzu uyandırdığım diğer kızlar tarafından fark edilmişti.

Onlar yeni anlamıştı ama erkeklerin beni yemek ister gibi baktıklarının yıllardır farkındaydım. Üstelik bazıları, yemeye de kalkışmıştı. Bu, hiç kimsenin bilmesini isteme­diğim, beni çok utandıran ve açığa çıkmasını istemediğim bir sırdı. Arkadaşlarımın sözleriyle, adeta üzerindeki örtü kalkmıştı ve açığa çıkmıştı sırrım. O anda öyle hissetmiş­tim.

Yetişkin bir bir erkeğin koşarken uçuşan uzun saç­larıma bakan gözlerindeki ifadeden rahatsız olan o kızlar, erkeklerin bana baktıklarında akıllarından neler geçtiğini çok uzun zamandır bildiğimi bilseler ne hissederlerdi aca­ba? Ya onlar? “Yiyecek gibi” dedikleri o ifadeyi nereden tanıyorlardı? Kim bilir? Her birinin ayrı bir hikayesi olma­lıydı.

Benim hikayem ne zaman başlamıştı? Anımsayamıyordum. Tek bildiğim, henüz okula başladığım yıllar oldu­ğuydu. O yaşlarda bile vücudum diğer kızlardan farklıydı. Bacaklarım ne eğriydi çoğu kızınki gibi, ne de çöp gibi in­ceydi veya şişmandı. Güzeldi. Ne zaman dışarıya çıksak, kadınlar ve erkekler yanaklarımı sıkmadan geçmezlerdi ya­nımdan. En azından yüzüme dikkatle bakarlardı. Bu hoşu­ma giderdi ama ailemin duyduğu güven nedeniyle benimle yalnız kalan genç erkek akrabaların yaptıkları hiç hoşuma gitmemişti.

Bir tanesi, uyuduğum sırada kucağına oturtmuştu beni. 20’li yaşlarındaki bir akrabamızdı. Elleri bacaklarımdaydı, beni uyandırmadan bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Oysa hemen uyanmıştım ama belli etmemiştim. Çünkü, çok utanmıştım. Bir akraba çocuk daha yanımda uyuyordu o sırada ve uyanıp bana ne yaptığını görecek diye ödüm kopmuştu. Bir erkeğin bacaklarıma, külotumun örttüğü yere dokunarak yapmaya çalıştığı şeyin çok kötü ve günah olduğu, çoktan kafama işlenmişti. Tek istediğim beni bir an önce kucağından indirmesiydi. Ne kadar sürdü bilmiyor­dum ama benim için zaman geçmek bilmemişti.

Bir diğeri, yine aynı yaşlarda bir erkekti. O zaman daha da küçüktüm ve uyanıktım. Bana cinsel tacizde bu­lunurken, bunu sanki benimle oyun oynuyormuş gibi yapmıştı. Ben yine bunun bir oyun olmadığını biliyordum ama bunu bildiğimi bilmesini istemiyordum. Oyununa katılıyormuş, onunla oynuyormuş gibi yapıyordum. Gi­yinikti, çok dikkatliydi, odaya birisi girerse utanacağı bir duruma düşmemek için beni eğlendirmeye çalışıyormuş gibi davranıyordu. Ben ise o sırada çok utanıyordum ve bana yaptıklarını kimsenin bilmesini istemiyordum.

Muhtemelen beş veya altı yaşlarında bir kız çocu­ğu iken, “ağabey” dediğim, başkalarının yanındayken de benimle oynayan, kucaklarına alan akraba erkeklerin yap­tıklarından dolayı nasıl öylesine derin bir utanç duymuş­tum ben? Her ikisiyle de bir daha hiç yalnız kalmamıştım. Kimseye bir şey söylememiştim ama ne zaman yaklaşsalar kaçmıştım yanlarından.

Daha sonraki yıllarda yabancı erkeklerin de tacizine uğramış ama her seferinde hemen kaçmayı başarmıştım. Ne zaman bir erkek yalnızken bana yaklaşmaya kalksa, ilk yaptığım şey oradan nasıl kaçacağımı keşfetmek olmuştu. Bedenimde fiziksel olarak da başlayacak ve yakında güdü­sel olarak beni etkisi altına alacak olan cinselliğin devreye gireceği ergenlik dönemine bu derin utanç ile adım adım yaklaşırken, benimle aynı sokakta yaşayan üç kızın yaptığı da çok tedirgin etmişti beni.

O gün evde, annem ile babam arasında ne olmuştu anımsayamıyordum ama kendimi dışarı atmıştım. Babam anneme zarar verecek diye çok korktuğum, annemi ba­bamla hiç yalnız bırakmak istemediğim günlerdi o günler.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Cin Aynası ~ Ercan KesalCin Aynası

    Cin Aynası

    Ercan Kesal

    “‘Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünya’da yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama...

  2. Operadaki Darbuka ~ Aykut AkgülOperadaki Darbuka

    Operadaki Darbuka

    Aykut Akgül

    İnsanlar doğası gereği doğar büyür ve ölür, aslında herkesin hayatı yazsak roman olur niteliktedir, buna kafadan attığımız hayatlarda dahil, asıl roman olacak hayatlar ya...

  3. Kapiland’ın Kobayları ~ Miyase SertbarutKapiland’ın Kobayları

    Kapiland’ın Kobayları

    Miyase Sertbarut

    Gençlerde giderek artan şiddet eğilimine önlem olarak geliştirilen bir şurup: anti-row. Evet, artık şiddet eğilimi görülmüyordu çünkü gençler sadece tüketmeyi, daha çok yemeyi, atıştırmayı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur