“Sınır” ile Kerem Işık, “Dünyanın Güçlü Tarafı” adlı ilk romanından sonra yeniden öykülerden kurduğu bir evrene çağırıyor okuru. Kitabın, “Sınırın Ötesinde” adlı ilk bölümü, Ergöne adıyla mekânlaştırdığı fantastik bir evrene açılıyor. “Sınırın Gerisinde” bölümüyle de süren ortak tematik kaygılar, bu kitapta hem yazarın bildiğimiz dil ve üslubundan temel unsurları barındırıyor hem onu özellikle atmosfer ve karakter yaratmada ayrıntıcı özeniyle başka bir aşkınlığa taşıyor.
‘İnsan oluş’ meselesinin şiddetle sınandığı karanlık zamanlar… Yapıt, “Sınırın Ötesinde” ve “Sınırın Gerisinde” bölümleriyle bir iç-dış, dost-düşman, tanıdıklar-yabancılar çatışmasının, hatırlama-unutma geriliminin odağından kurgulanmış. Özellikle Ergöne, –bu yokyer ya da başka bir deyişle uydurulmuş, yazarın tasarımı mekân– zamanın tüm kötülüklerine, belirsizliklerine açık; karanlık, alacakaranlık bir atmosfer ve tuhaflıklar içeren topografyasıyla insanı –oluşu, varlık değeri ve yaşam hakkı üzerinden– bir anlamda tartışmaya açıyor. Nedir insan, nedir bu sınırlar; içler dışlar arası geçişler; nedir bu karanlık; yaşamaklar, ölmekler… Var mıdır umut? Orada devreye çocuklar girecektir Ergöne’de, sınır ötesinde ve gerisinde. Açıklığın, kurtuluş umudunun, geleceğin çatlaktan sızan ışığı olarak. Orada başlayan macera, henüz yazılmamış öykülerle o çocukların yaşam haklarının ve umutlarının peşinden bir sonraki yapıtıyla devam edecek görünmektedir.
İçindekiler
SINIRIN ÖTESİNDE
Ergöne’nin Kuruluşu • 13
Dikilitaş • 19
Balina • 26
Kızıl Bulut • 37
Savaş, Yıkım ve Deniz Kabukları • 45
SINIRIN GERİSİNDE
Geçmişten Gelen • 65
İşgalciler • 78
Çok Önemli Bir Şey • 88
Anı Toplayıcı • 96
Zamanın Sonunu Bekleyen Adam • 117
Sınır • 123
***
Öykü, Umut ve Özlem’e…
“Strange, this business of being human.”
Adélia Prado
SINIRIN ÖTESİNDE
Ergöne’nin Kuruluşu
Dünya iyi kurulmamış, derdi babam. Gerçek kötüler var ama gerçek iyiler – burada bir süre duraksar, elinden düşürmediği sigarasından derin bir nefes çekip boşluğa bakarak sessizleşirdi. İnsan ruhunun, çözümü mümkün olmayan gizleri olduğuna inanırdı. İhtiyarlığında dahi dimdik yürüyen tanıdığım bu en cesur adamın yıldızlara bakarken ağladığını anımsarım. Yaşayan her şeye sonsuz bir sevgi besler ve bazen yeryüzünün hiç durmadan döndüğüne inanmakta güçlük çektiğini söylerdi. Dünyanın kuralsız olduğunu, mutluluğun mutsuzluğa dayandığını, erdemli görünenin dış kabuğunu şöyle bir sıyırdığımızda kokuşmuşlukla yüzleşeceğimizi düşünürdü.
Gözlerimi kapayıp ruhumu tatlı bir yel gibi okşayan anıların arasına daldığımda, babamı çalışma odasının bir köşesindeki sallanan sandalyede, üzerinde eski püskü bir hırkayla Voltaire okurken görebiliyorum. Kendimi bildim bileli hep aşırı uçlarda dolaşan eleştirelliğini diri tutmak için dönüp dolaşıp okuduğu yazarlardan biriydi Voltaire. Fakat yaşamının sonlarına doğru bir akşamüzeri, Düşünürler artık bana bir şey söylemiyor, demişti. Kütüphanenin önünden usulca, ayakları yerden kesilir gibi uzaklaşmış; soğuğa aldırış etmeden pencereyi açıp başını dışarı çıkardıktan sonra yukarı, gökte birbirini kovalıyormuşçasına hızla hareket eden gri bulutlara dikmişti gözlerini. “Kim yargılayacak bizi?” diye bağırdığını anımsıyorum. Sert bakışlarını, her şeyden habersiz sokaktan geçmekte olan insanlara çevirip kollarını tehditkâr bir şekilde sallayarak, “Söylesenize!” diye devam etmişti. “Kim yargılayabilir ki bizi!”
Eski yünden yeleği, gür ve kahverengimsi favorileriyle başka bir yüzyıla aitmiş gibi görünüyordu. İnce uzun, kemikli işaretparmağını hesap sorarcasına gökyüzüne yönelttiğinde, kasabadaki ruhban okulunun ibadethanesinde gördüğüm ikonalardan farksızdı. Bir tür gövde gösterisi, mutlak güce karşı elinde cılız bedeni, zayıf iradesi ve kısa yaşamından başka şeyi olmayan insanın başkaldırısıydı bu.
Çocukluğundan başlayarak doğanın, yaşamın, ailenin, toplumun ve tanrının üstüne yığdığı her şeyi kabullenmesi gerektiği öğretildiğinden olsa gerek, kaderi çok erken yaşta yadsıyarak özgürlüğünü ilan etme yolunu seçmişti. Cesareti buradan geliyordu işte. Ne insanın ortaya koyduğu ne de tanrının buyurduğu yasalara saygı duyardı. Tutunacak hiçbir dalı olmadan kök salabilmeyi başarmış nadir insanlardandı babam. Tanrıyı her şey kılanlardan nefret eder ama her şeyi tanrısı kılabilirdi. Merkezine insanı ve pozitif anlamıyla erdemli eylemeyi yerleştirdiği bir yücelik peşindeydi. Mistik olana, ucuz romantikliklere ve akılsal olmayana karşı neredeyse saldırganca diye nitelendirilebilecek bir tepki verirdi. Yine de, ne denli uğraş verirse versin üstünü bir türlü tamamen örtemediği yabanıl bir giz barındırırdı içinde. Gözlerine dikkatle baktığınızda, her şeyi ilk kez görüyormuş gibi heyecanla çarpan bir kalbin belli belirsiz ritmini duyabilirdiniz. Kulakları her şeyi duymak, elleri her yere dokunmak, ayakları karış karış her toprak parçasının üzerinde durup sonsuz boşluğun orta yerinde yavaş yavaş dönen yerkürenin karşı konulmaz çekimini hissetmek için can atardı. Yerçekimi bizi toprağın altına sokmaya çalışan ölümün çağrısından başka bir şey değil, demişti bir gün. Sonrasında yaşanan kısacık sessizlik ânında, az önce sarf ettiği cümleyi zihninde yineleyip bunu olumsuzlayacak onlarca karşı görüşün süzgecinden geçirerek pişmanlığa kapıldığını, gür sakallarının altından yavaş yavaş açığa çıkan titrek ve yapmacık gülümsemesinden anlamıştım. Güneşli Adam derdim ona. Benliğinin o yabanıl ve anlaşılması güç yanını henüz çocukken yüzleşmek zorunda kaldığım ve akılsal ufkumun sınırlarını aşmamı sağlayan çatışmanın diğer kahramanı olan dedemden almış olsa gerekti.
Hayatı, tanrısal utkuların peşinde koşulan bir eylem alanı olarak gören dedem Ergöne’nin en nüfuzlu din adamlarından biriymiş. Doğumumdan beş yıl önce ölmüş olduğuna üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Onun ne denli saplantılı, bağnaz ve aksi biri olduğunu anlamam için aile albümümüzdeki tek fotoğrafını görmem yetmişti. Ruhunu insan yapımı –ve dolayısıyla içsel olarak kusurlu– bir makinenin içine hapsederek cennete ulaşmasına engel olacağına inandığından fotoğraf çektirmekten nefret ettiği anlatılan dedem, bu rengi solmuş fotoğrafta, uçları yukarıya doğru kıvrılmış gür kaşlarının altında, doğduğu andan itibaren ilahî bir ateşle besleyip büyüttüğü öfkesini yansıtan buz mavisi gözlerini fotoğrafçıya dikmiş, sol eliyle üzerindeki uzun, kapkara cüppeyi düzeltirken sağ elini tehditkâr bir biçimde havaya kaldırmış dimdik duruyordu. O tarihlerde dünyadan elini eteğini çekip kalan günlerini huzur içinde geçirmesi beklenebilecek bir yaşta olan dedem, aksine, ömründe hiç olmadığı kadar öfkeli, tutucu ve katlanılmaz bir yaşlı bunak haline gelmesine rağmen Ergöne’nin –ve dolayısıyla tüm kasaba halkının– kaderini etkileyecek korkunç kararlar verecek bir güce sahipmiş. Tıpkı hayatının bir döneminde yaptığı gibi…
Otuz yıl geriye; dünyayı şeytan ile tanrı, siyah ile beyaz, kötülük ile iyilik arasında süregelen ve ancak kıyamet günüyle birlikte sonlanacak çatışmanın geçtiği, yok olmaya yazgılı bir sahne olarak gören dedemin, Ergöne halkının arasında sivrilip gücünü bilinmeyene karşı içinde beslediği derin korkudan alan tanrı inancı ve kıvrak zekâsını kullanarak bir tür dinî lider haline geldiği yıllara dönelim. O dönemde dedem sanırım kırklı yaşlarının sonundaymış. Uzak şehirlerde gelişen dünyayı, birbiri ardına yapılan keşiflerle ilerleyen modern yaşamın sunduğu bütün imkânları reddederek boyunduruğu altına aldığı halkını şifalı otlar, acı iksirler ve büyülü olduğunu iddia ettiği birtakım mırıltılarla tedavi etmeye çalışan bu tuhaf adam, o yıllarda aniden baş gösteren cüzam salgını esnasında şansının da yaver gitmesiyle birkaç kasabalıyı ölümden döndürünce kendisine duyulan güveni artırmayı başarabilmiş. Çok geçmeden cüzamı şeytanın bir veçhesi, ilahî buyruklardan sapan insanlığa musallat edilen bir lanet olarak yaftalayan dedem, yıllardır yaşadıkları toprakları terk edip yaklaşan kıyamet gününden kaçmaları gerektiği gibi tuhaf bir fikir atmış ortaya. Dünya bir savaş alanı diyormuş verdiği vaazlarda; iyilik ve kötülüğün, cennet ve cehennemin, ölüm ve yaşamın, şeytan ve meleklerin durmaksızın çarpıştığı bir savaş alanındayız, diyor, geceleri buz kesen bozkıra inerek uluyan kurtlara ve her gün onlarca insanın canını alan salgına aldırış etmeden kötü cinleri kovmak için derileri pul pul dökülen hastaların başında dualar okuyormuş. Böylesine vahim şartlarla yüzleşilmişken dedemin hastalık, fakirlik ve tanrının kayıtsızlığından ötürü yorgun düşmüş kasaba halkını ikna etmesi fazla uzun sürmemiş. Ve işte böylece, Ergöne ahalisi, babamın doğup büyüdüğü, fakat benim yalnızca sonradan anlatılan hikâyelerden öğrendiğim anayurtlarından ayrılıp bir bilinmeze doğru yola koyulmuş.
Şimdiyse kalabalık bir grup insan getirin gözlerinizin önüne. Uçsuz bucaksız sapsarı bir bozkırın üstünde, yorgun doru atların çektiği, yakıcı güneşten korunabilsinler diye üzerleri brandayla kaplanmış yiyecek dolu arabalar; kucaklarında şaşkın şaşkın etrafı seyreden bebekleriyle anneler; başları önde hiçbir şey düşünmeden sadece yürüyen adamlar; her şeyden habersiz bir sağa bir sola koşuşturup duran çocuklar; doğuda, Göç Dağı’nın eteklerinden bayır aşağı hızlanarak esen rüzgârın uğultusuna karışan kap kacak sesleri; inekler, koyunlar ve kaderlerini kalabalığın önünde, elindeki boyu kadar asasını kuru toprağa saplayarak emin adımlarla ilerleyen kara cüppeli adama teslim etmiş onlarca insan düşünün. Sancılı bir ölüm ve cehennem azabı korkusuyla dedemin sapkın hayallerinin peşine takılıp varını yoğunu bırakarak onunla bir bilinmeyene doğru yürüyen; başlarından bela, dudaklarından dua eksik olmayan tuhaf bir kalabalık… Çok acı çekmişler bu yolculuk boyunca. Ölenler olmuş. Doğanlar, âşık olanlar, büyüyenler ve aklını kaybedenler. Fakat her ne yaşanırsa yaşansın, bu yitik halk üzerinde dedemin kurduğu korku hegemonyası bir türlü alt edilememiş. Ara sıra, kendini iyi hissettiğini düşündüğüm kısacık zaman dilimleri yakaladığımda, “sarı mezar” diye nitelendirdiği Ergöne bozkırını görmemek için koltuğunun yüksek arkalığını salondaki pencereye vererek kör duvarlara bakmayı yeğleyen babamın yanına ilişir, bana o günlere dair hatırladıklarını anlatsın diye beklerdim. Eğer yeterince iyi hissediyorsa, kısa bir sessizliğin ardından konuşmaya başlar; dedemden, babaannemden, yolculuk boyunca ölen çocuklardan ve “bir hiç uğruna” çekilen acılardan bahsederdi. “İnsan en güzel çirkinliktir” dediğini anımsıyorum. Karanlık bir yanı vardı babamın. Bağlamından koparıp usulca, kimselere fark ettirmeden gündelik konuşmalarının arasına buna benzer cümleler serpiştirmeye bayılırdı. Hiçbir şey söylemezken aslında çok şey söylediğini ancak şimdi, geriye dönüp baktığımda kavrayabiliyorum.
“Dedemin tanrıyla konuştuğu doğru mu?” diye sordum bir gece.
İnce, şekilli kaşlarını kaldırıp bir süre boşluğa baktıktan sonra gülümsedi.
“Hayır” dedi sağ elinin parmaklarını sakalının arasında gezdirerek. “Ama kendini bazen tanrı sanırdı.”
Kişiliğimin saplantılara açık yanını dedemden almış olmalıyım. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım boyunca, üzerinde ne kadar düşünürsem düşüneyim yanıtlayamayacağımı bildiğim soruları zihnimden bir türlü atamazdım. Bunlardan biri de, doğup büyüdüğüm kasaba için neden medeniyetten uzak, böylesine çorak ve sapa bir arazinin seçildiğiydi. Öyle ya, insan “yurdum” diye nitelediği toprakları bir kalemde silip atarak kendini öylece boşluğa, bilinmezin kucağına fırlatmışsa en azından yeni yaşam alanı için makul bir seçim yapması beklenmeliydi. Oysa Göç Dağı’nın güney eteklerinde, kartal yuvasını andıran yüksekçe bir düzlüğe güçlükle sığdırılmışçasına sıkışık bir şekilde kurulmuştur Ergöne. Haritaları açıp baktığınızda onun Yukatan, Capo Verde, Guam ya da Mindanao gibi büyülü isimlere sahip uzak diyarlarla aynı enlemde olduğunu görebilirsiniz. Kış yaklaşırken bozkırda önce kokular ve renkler değişir. Sarı safran, kanarya otu, aster ve krizantem kokuları yerini menekşe ve çuha çiçeğine bırakır, kasabadaki evlerin taraçalarından uzanıp kirli tırnaklarımızla eşelediğimizde iyileşmeye yüz tutan yaraları andıran kabuklar gibi kalkarak altında saklanan sayısız canlıyı gözlerimizin önüne serecekmiş gibi düşündüren toprak sanki deri değiştirerek grimsi, pütrek ve kıvamlı bir yapıya bürünür. Esrik zihinlerde uzak, ulaşılması güç ve büyülü diyarlara dair imgelerin kabarmasına neden olmuş yaz yağmurlarını emercesine içen toprağın altında, kendi esrarengiz krallıklarını genişleten kurtlar ve rengârenk solucanlar kımıl kımıl oynaşan yumaklara dönüşür, titrek ayaklarını boş yere gri göğe uzatarak onlara yeniden hayat verecek hiç gelmeyen yağmurları bekler. Bozkırı aşıp vadinin bittiği tepenin eteğine gelip de bakışlarınızı yukarı çevirdiğinizde, her yerde herkesin içini ısıtan güneş ışınlarının burada cılızlaştığı; gölgeler puslu göğe yükselirken yaşam ve ölümden yoksun kof bedenlerin sonsuza dek yeryüzüne hapsolduğu hissine kapılabilirsiniz. Yaz gelip de bulutsuz, çivit mavisi gökte yükselen güneş kasabanın yorgun sokaklarını, duvar diplerini, loş odalarda külçe gibi ağırlaşmış havada asılı duran toz zerreciklerini ve sivri gölgelerin arasında kim bilir neyi bekleyen kımıltısız kertenkeleleri ısıtmaya başladığında, kasaba meydanında yerden olsa olsa bir karış yüksek taburelerin üzerinde ciltli kitaplar gibi iki büklüm oturan yaşlı adamların hareketleri yavaşlar, kuru taşlar gibi sürdürdükleri yaşamlarını biraz daha uzatabilmek için gereksinim duydukları havayı hırıltılı göğüs kafeslerinin derinliklerine çekebilmeye çabalayan burun delikleri genişler ve pütürlü dilleriyle çatlayan dudaklarını yalamaya başlarlar. Renksiz kasketlerinin altından gelip geçene sırıtır, Dikilitaş’ın gölgesinde zamanı genişleterek hayatlarını tek bir âna, tanrının yüzünü en nihayetinde kendilerine göstereceğine inandıkları o asla gelmeyecek âna sığdırmayı beklerlerdi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıSınır
- Sayfa Sayısı136
- YazarKerem Işık
- ISBN9789750859694
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Anılardan Öyküler – 2 ~ İbrahim Zeki Burdurlu
Anılardan Öyküler – 2
İbrahim Zeki Burdurlu
brahim Zeki Burdurlu, Anılardan Öyküler’de akıcı, yalın ve duru dili, usta kalemiyle çocukluğunda yaşadıklarını ve dinlediklerini sağlam birer öykü kurgusu içinde anlatıyor. Köy, okul...
- Muhtelif Evhamlar Kitabı ~ Ömür İklim Demir
Muhtelif Evhamlar Kitabı
Ömür İklim Demir
“Kendime vereceğim bir iyi, bir de kötü haberim var. Kötü haber: Hayatımda hiçbir şey hayal ettiğim kadar iyi olmayacak. İki artı bir evde, yalnız...
- Şu An Saat Kaç? ~ Halil Yörükoğlu
Şu An Saat Kaç?
Halil Yörükoğlu
“Meksika kolasının farkı neydi bilmiyordum ama sordum. Türkiye’deki kolaya en çok benzeyen tat buymuş, diğerleri çok şekerliymiş, o yüzden özellikle onu seviyormuş. Böyle arabanın...