Cemil’in bütün gün evde ruhsal söküklerle uğraştığını da biliyordu Nazlı. Ev, iplik parçalarıyla, kırpıklarla dolu oluyordu, iki ucu bir araya getirilememiş hatıralarla ve partal fikirlerle. Yaşamak bu küçük evde de eksik kalıyordu; elli dört metrekare içinde Cemil’in yetişemediği, tamamlayamadığı şeyler vardı. Sessizlikler vardı. Hissettiği şeyi tam o anda kimseye söyleyememiş Cemil’in kuytuya köşeye bıraktığı sessizlikler, yutkunmalar ve toz.
Ufukta toplu konutlar yükselirken neyin gölgesi düşer aşkın, arkadaşlığın, edebiyatın üzerine?
*
1
Çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. Bütün gün bir köşede kımıldamadan uyur. Uyansın isteriz, ama yazık değil mi, uyusun isteriz.
İnsanlarla kedilerin ilişkileri karmaşık, diye düşünüyor Cemil.
“Buradaki doktorlar kötü!” diyor babası, “Başka bir hastaneye gidelim.”
Cemil, yirmi iki yıl önce babasının hastanedeki odasına girdiğinde, onu üzerinde açık mavi pijamasıyla yatağa oturmuş nabzını sayarken buluyor. Yüzünde endişeli bir ifade var. Başparmağını bileğine bastırmış, kol saatini görebilmek için kafasını biraz yana eğmiş. Alnı terden parlıyor; kendisinden daha güçlü bir şeyle karşı karşıya. Sayılar dudaklarında kımıldıyor.
“Ne oldu baba, ne yapıyorsun?” diye soruyor Cemil, ama yersiz bir soru; hemen anlıyor ne olduğunu: Babası yaşamak istiyor.
“Neden sayıyorsun nabzını?”
“Buradaki doktorlara da hemşirelere de güvenmiyorum! Tansiyonunu düşürdük, dediler ama düşmedi. Ben bilmez miyim kendimi?” Avcunu başının üzerine koyuyor. “Burada yanma var, yanıyor sanki içerisi. Başka bir hastaneye gidelim.”
“Saçmalıyorsun ama baba! O kadar tahlil yapıldı, her şeyine baktılar… Hazırlık yapıldı… Bir iki güne ameliyat… Nerden çıkarıyorsun başka hastaneyi!” Cemil ne olacaksa bir an önce olsun istiyor; babasıysa bekleyişi, acıyı, hayatı uzatmaya çalışıyor. “Hem tansiyon ile nabzın ne ilgisi var baba?” İlgisi var işte! Ölüm akla düşünce her şeyin her şeyle ilgisi oluyor, bağlantılar kuruluyor ve korkunun kirli ampulü pır pır yanıyor.
Cemil, kaloriferin üzerinde duran pembe kartondan dosyayı alıp inceliyor. Pembe tuhaf ama bu hastane odasında bütün renkler tuhaf: Münasebetsiz kahkahalara benziyorlar.
“Daha yarım saat önce ölçmüşler tansiyonunu. On dört, dokuz.” Sayılar iyi, Cemil sayıları tuhaf bulmuyor, hatta seviyor. Daha yumuşak, yatıştırıcı bir sesle konuşmaya başlıyor. Şaka bile yapıyor: “Genç kız tansiyonu baba!”
Babası zoraki gülümsüyor. Kollarını iki yanına bırakıyor, başını öne eğiyor. Artık hiçbir şeye gücü yok, oysa onun kaba gücünü evin iyice sıkılmış musluklarında hissetmeye alışmıştı Cemil.
Komodinin üzerindeki paketten bir peçete alıp babasının alnını siliyor. Başını okşuyor. Seyrelmiş kır saçına hafifçe üflüyor. Kulaklarını tutuyor, kulakları biraz büyümüş gibi geliyor ona; büyümüş ve sarkmış. Emekli bir tarih öğretmeninin büyük, sarkık kulakları. Geniş alnındaki lekeler epey artmış. Gözlüklerinin ardında gözkapakları kızarık, sağlıksız görünüyor ve babasının yoluk kirpikleri Cemil’i birden acayip kederlendiriyor çünkü keder hep en olmadık yere gizlenir.
Cemil ağlamaklı oluyor; dönüp pencereden dışarı bakıyor. Ama mart rüzgârının hizaya soktuğu alçak bulutlardan ve birbirinin benzeri büyük, geniş hastane binalarından başka bir şey görünmüyor. Yer gök hastane. Pencereler kendi kendilerini kopyalayarak çoğalıyor, her yere yayılıyor. Cemil gözlerini ovuşturuyor. Pencereler hâlâ oradalar. Pek çoğundan dışarı naylon torbalar içinde yiyecekler sarkıtılmış.
Pervazlarda süt şişeleri, yoğurt kapları.
“Utanıyor musun?” diye soruyor babası.
Cemil kekeliyor: “Ne-neden?”
Babası cevap vermiyor; Cemil de ısrar etmiyor. Baba oğul başları önde. Acıklı bir soyaçekim tablosu. Hava kararıyor, onları böyle buraya mıhlayan her neyse gitgide görünmez oluyor. Bu sessizliğin ve kıpırtısızlığın içinde Cemil kendisinin de babası kadar ölüme yakın olduğunu düşünüyor. İkisi de ölecek. Evet, yolun sonunda iki adam, şiirin bile fayda etmediği çünkü şiir çaredir bir bakıma ölüme, özellikle de son dize ve her şeye çengel atan kafiye.
“Şimdi şu kapı açılsa, içeri güzel bir kadın girse…” diyor babası.
Cemil şaşkın kapıya bakıyor, sedyenin girebilmesi için geniş tutulmuş, rahat açılan bir kapı.
“Şen şakrak, güzel bir kadın.”
Odaya, elinde yeni geliştirilmiş mükemmel ilaçlarla dünyanın en iyi hekiminin değil de güzel bir kadının girmesini istiyor. Üstelik bunu öyle doğal öyle sakin bir biçimde dile getiriyor ki, Cemil onu anlıyor: İnfazdan hemen önce babasının affedildiğini bildiren belgeyi ulaştıracak olan o güzel kadın, şu kapıdan içeri girecek, küçük adımlarla yaklaşacak, belgeyi vermek için eğildiğinde memeleri görünecek (İşte şimdi nabzını say baba!) ve her şey değişecek. Babası bunu istiyor.
Kadınlardan ne çok şey istiyoruz, diye düşünüyor Cemil.
Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler.
Babası bir şey söylemiyor, yirmi iki yıl önce öldü ve canlılara özgü rasyonelliği çoktan yitirdi. Artık ne zaman isterse o zaman söze karışıyor, o zaman ortaya çıkıyor. Bu da ölülerde sık gözlenen bir tutum.
Mucize, diyor Cemil kendi kendine, evin ihtiyar kedisidir ama pekâlâ hastane odasının kapısını açıp içeri giren güzel bir kadın da olabilir!
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSinek Isırıklarının Müellifi
- Sayfa Sayısı166
- YazarBarış Bıçakçı
- ISBN9789750509636
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ben ve Öteki Rojin ~ Dr. Levent Bilgi
Ben ve Öteki Rojin
Dr. Levent Bilgi
“Rojin” bir göç hikâyesi. Etnik kimliklerin, kökenlerin üzerine çıkıp, hepimizin bu göçün kurbanları olduğunu ve birlikte aynı menzile doğru yol aldığımızı gösteriyor. Akıcı bir...
- Eylül’ü Beklemek ~ Ercan Kaya
Eylül’ü Beklemek
Ercan Kaya
Her şey zamanın içinde savrulup gider. Unutulur mu? Asla unutulmamalı. Değerli olan yalnızca zamandır. Geçmiş ise geçmişin olmalıdır. Yükleri ağır olur. Onları bırakın. Size...
- Nar ~ Ece Gamze Atıcı
Nar
Ece Gamze Atıcı
Aşk hiç böyle anlatılmadı. Nar, 21. yüzyılda yazılmış, bestesi Zeki Müren’e ait, bir kadınla bir adamın seslendirdiği tuhaf bir neşe ve keder hikâyesi. Nar...