Silah Tüccarı hızlı, güncel, alaycı, heyecanlı, esprili, sürprizlerle dolu, tuhaf ve son derece harika. Üstelik satın almak için izin belgesine ihtiyacınız yok… Harika bir roman.’
Washington Post
‘Birinci sınıf bir gerilim… harika bir eğlence makinası… müthiş bir kitap.’
The Plain Dealer (Cleveland)
Hugh Laurie’nin insanı kahkahadan kırıp geçiren komik öğelerle şaşırtıcı olayları ve müthiş aksiyonları birleştirdiği ve casus romanları türüyle muzipçe dalga geçtiği bu kitabı; eski bir İskoç korumasından bozma tetikçi, paralı asker ve aynı zamanda da süper bir herif olan Lang’in hikâyesi.
Soğukkanlı cinayet Thomas Lang’in yapacağı şey değil. Amerikan bir sanayiciye suikast yapması için kendisine bir yığın para önerildiğinde o kurbanı uyarmayı seçer – çok geçmeden kötü sonuçlar doğuracak bir iyilik. Favori viskisinden bir yudum bile içmesine fırsat kalmadan Lang; Buda heykelleriyle kafalar patlatmaya, kötü kalpli bilyonerlerle zeka yarıştırmaya ve hayatını (başka şeylerle birlikte) tehlikeli baştan çıkarıcı kadınların eline bırakmaya başlar. Yozlaşmış CIA ajanlarına, terörist özentilerine ve yüksek teknoloji destekli cinayetler işlemek isteyen silah tacirlerine kafa tutan Lang, aşık olduğu uzun boylu kadını kurtarmaya ve uluslararası bir katliamı engellemeye kararlıdır…
Babam için…
Yazar ve yayıncı Stephan Fry’a yorumları için; Kim Harris ve Sarah Williams’a insanı ezip geçen beğeni ve anlayışları için; edebiyat menajerim Anthony Goff’a bana bol bol cesaret ve destek verdiği için; film menajerim Lorraine Hamilton’a bir edebiyat menajerim de olmasını hiç dert etmediği için; ve eşim Jo’ya tek tek anlatsam bundan daha uzun bir kitap haline gelecek birçok şey için minnettarım.
BÖLÜM BİR
“Bu sabah bir adam gördüm Ölmeyi arzu etmemiş olan.”
P. S. Stewart
Birinin kolunu kırmak zorunda olduğunuzu hayal edin.
Sağ ya da sol fark etmez. Önemli olan kırmak zorunda olduğunuz gerçeği, çünkü eğer kırmazsanız… neyse, orası önemli değil. Sadece, eğer kırmazsanız başınıza kötü şeyler gelecek diyelim.
Şimdi şöyle bir sorum olacak: Kolu hızlı bir şekilde mi kırarsınız –çat, hop, pardon, gel hemen kolunu saralım– yoksa bu işi sekiz dakika kadar –ara sıra baskıyı azar azar artırıp, acı pembeleşene, yeşerene, ısınana, soğuyana, en sonunda insanı inletecek derecede katlanılmaz hale gelene kadar– uzatır mısınız?
Evet, kesinlikle. Tabii ki. Doğru olan şey, yapılacak tek şey, bu işi en kısa sürede halletmektir. Kolu kır, brendiyi kafaya dik, iyi bir vatandaş ol. Bunun başka bir cevabı olamaz.
Ama.
Ama, ama, ama.
Peki ya kolun diğer ucundaki insandan nefret ediyorsanız? Yani aşırı, hem de çok aşırı derecede nefret ediyorsanız.
İşte bu şimdi dikkate almam gereken bir şeydi.
Şimdi diyorum, çünkü şu andan bahsediyorum; bileğim enseme değmeden ve sol kol kemiğim en az iki, hattâ büyük ihtimalle daha fazla parçaya bölünüp, parçaları tuzla buz olmadan önceki o kısacık, kahretsin ki o çok kısacak andan bahsediyorum.
Sözünü ettiğim kol, anladığınız üzere, benim kolum. Bu öyle soyut bir kol değil. Kemiğiyle, derisiyle, tüyleriyle, Gateshill ilkokulu’nun deposundaki kaloriferin köşesinden yadigar küçük beyaz yara iziyle tamamen bana ait bir kol. Ve şu an tam arkamda durmuş, bileğimi kavrayan ve neredeyse cinsel bir ihtimamla bileğimi sırtımdan yukarı doğru çeken adamın benden nefret ediyor olma ihtimalini dikkate almam gerek. Yani aşırı, hem de çok aşırı derecede nefret ediyor olduğunu.
Adam durmak bilmiyor.
Soyadı Rayner’dı. Adı bilinmiyor. En azından benim tarafından, tahminen sizin tarafınızdan da.
Birileri, bu adamın adını biliyor olmalıydı –kendisini o adla vaftiz etmiş, kendisini o adla kahvaltı için aşağıya çağırmış, o adın nasıl yazıldığını öğretmiş birileri– ve başka biri o adı barın öbür ucundan ona bir içki ısmarlamak için seslenmiş ya da seks yaparken mırıldanmış ya da hayat sigortasının başvuru formundaki kutulardan birine yazmış olmalıydı. Bütün bu şeyleri yapmış olmalıydılar, biliyorum. Ama ben gözümün önüne getirmekte zorlanıyorum, hepsi bu.
Rayner tahminime göre benden on yaş büyüktü, ki bu bir sorun değildi. Bunda ters hiçbir şey yoktu. Benden on yaş büyük bir sürü insanla kol kırma içermeyen gayet güzel,
sıcak ilişkilerim var. Benden on yaş büyük insanlar genellikle saygındırlar. Ama Rayner aynı zamanda benden sekiz santim uzun, yirmi beş kilo ağır ve en az sekiz birim –vahşilik ne ile ölçülüyorsa artık– daha vahşiydi. Bir otoparktan bile daha çirkindi; içi İngiliz anahtarıyla doldurulmuş bir balon gibi duran yamru yumru, kocaman, kel bir kafası vardı. Levhaya benzeyen alnının altında dolambaçlı ve yamuk bir delta gibi duran o basık boksör burnu, sol elini ya da belki de sol ayağını kullanan biri tarafından çizilmiş gibiydi.
Yüce Tanrım, o nasıl bir alındır. Kimbilir ne kiremitler, sopalar ve gerekçeli, münakaşalar o derin, geniş aralıklı gözeneklerin arasında sadece minicik oyuklar bırakarak, o koca ön yüzeye zarar vermeden sekip gitmiştir. Sanıyorum bunlar bir insan derisinde bugüne kadar görmüş olduğum en derin ve en geniş aralıklı gözeneklerdi; öyle ki, kendimi uzun ve kurak 76 yazının sonunda Dalbeattie golf sahasının aldığı hali düşünürken buldum.
Sıra yan cephelere geldiğinde, Rayner’ın kulaklarının uzun süre önce ısırılarak koparılmış ve kafasının yanlarına tekrar tutturulmuş olduğunu görürüz, çünkü sol olanı kesinlikle baş aşağıydı ya da içi dışına çıkmıştı ya da uzunca bir süre gözünüzü diktikten sonra, “Ha, kulakmış,” diyeceğiniz bir hali vardı.
Ve hâlâ mesajı almadıysanız, bütün bunlara ek olarak Rayner siyah, polo yaka bir kazağın üstüne siyah bir deri ceket giymişti.
Ama mesajı çoktan aldığınıza eminim. Rayner yaldızlı ipek kumaşlarla sarmalanmış, kulaklarının arkasına birer orkide takmış olsaydı da, yoldan geçen tedirgin insanlar ona önce para verir, sonra borçları olup olmadığını düşünürdü.
İşe bakın ki, benim kendisine borcum yoktu. Rayner kendilerinden hiçbir şey ödünç almadığım o sınırlı sayıdaki insan topluluğundaydı, ve eğer aramız biraz daha iyi olsaydı, ona ve arkadaşlarına, üyeliklerini simgelemesi açısından ortak bir kravat takmalarını önerebilirdim.
Ama dediğim gibi aramız iyi değildi.
Cliff adındaki tek kollu bir dövüş eğitmeni (evet, biliyorum –adam silahsız dövüş dersi veriyordu ve sadece bir kolu vardı– hayat bazen böyle sürprizlerle dolu oluyor işte) bana bir keresinde acının insanın bizzat yarattığı bir şey olduğunu söylemişti. insanlar sana bir şeyler yaparlar –vururlar, bıçaklarlar ya da kolunu kırmaya çalışırlar– ama acı senin kendine yaptığın bir şeydir. “Bu yüzden,” diye devam etmişti Japonya’da iki hafta geçirmiş olduğundan, hevesli öğrencilerine bu tarz palavralar sıkmaya hakkı olduğunu düşünen Cliff, “kendi acını durdurmak her zaman senin elindedir.” Cliff bu konuşmadan üç ay sonra bir bar kavgasında elli beş yaşındaki bir dul tarafından öldürüldü, bu yüzden onu hizaya getirme şansım asla olmayacak sanırım.
Acı, bir olaydır. Başınıza gelir ve onunla nasıl baş edebiliyorsanız öyle baş edersiniz.
O ana kadar benim lehime olan tek şey, henüz hiç ses çıkarmamış olmamdı.
Bunun cesaretle falan ilgisi yok; işin aslı, ses çıkarmaya daha vaktim olmamıştı. Bu ana kadar Rayner’la ben erkeksi bir sessizlik ve ter içinde adeta birer pinpon topu gibi duvarlardan ve mobilyalardan sekip duruyorduk, ara sıra çıkardığımız hırıltılarsa konsantrasyonumuzu hâlâ koruduğumuzu göstermek içindi. Ama şimdi –bayılmama ya da kemiğimin kırılmasına beş saniyeden az bir zaman kaldığı şu an– olaya yeni bir öğe katmamın tam zamanıydı. Ve ses çıkarmak aklıma gelen tek şeydi.
Burnumdan derin bir nefes aldım, yüzüne yaklaşmak için dikildim, nefesimi bir an tuttum ve sonra Japon dövüş ustalarının kiai olarak tabir ettikleri şeyi koyverdim –siz buna muhtemelen çok tiz bir çığlık diyebilirsiniz ve bu gerçekten pek yanlış sayılmaz– öyle sağır edici, sersemleten, “H….ktir bu da neydi?” dedirten bir ses çıkardım ki, kendimi bile fena korkuttum.
Çığlığım Rayner’ın üzerinde neredeyse denildiği kadar etkili oldu, çünkü istemsiz bir şekilde yana çekilip bileğimi saniyenin on ikide biri kadar bir süre için gevşetti. Bense kafamı yüzüne olabildiğince hızlı bir şekilde gömdüm, burnundaki kıkırdağın kafatasımın şekline göre biçimlendiğini ve kafa derime kadifemsi bir ıslaklığın yayıldığını hissettim. Ardından topuğumu kasıklarına kadar kaldırıp apış arasına sürttükten sonra, gayet iyi boyutlara sahip takım taklavatıyla buluşturdum. Saniyenin on ikide biri geçtiğinde artık Rayner kolumu bükmeyi bırakmış, ben de terden sırılsıklam olduğumun farkına varmıştım.
Ondan uzaklaştım, çok yaşlı bir St. Bernard misali ayak parmaklarımın üstünde dans ederek, silah olarak kullanabileceğim bir şey bulmak için etrafıma bakındım.
Bu profesyonellere karşı amatörler turnuvasının on beş dakikalık devresinin yaşandığı mekân, Belgravia’daki beceriksizce döşenmiş küçük bir oturma odasıydı. iç mimar –her iç mimarın hiç sektirmeden, her seferinde, istisnasız yaptığı gibi– son derece korkunç bir iş çıkarmıştı, ancak o anda adamın ya da kadının ağır ama taşınabilir eşyalara olan sempatisi benimkiyle örtüşüyordu. Sağlam kolumla şöminenin üstünden kırk beş santimlik bir Buda heykeli kaptım ve bu küçük arkadaşın kulaklarının tek elli bir oyuncu için sıkı bir kavrama kolaylığı sağladığını gördüm.
Rayner diz çökmüş vaziyette, bir Çin halısının üzerine kusuyor ve halının rengine renk katıyordu. Duracağım yeri seçtim, kendimi hazırladım ve elimin tersiyle Buda heykelini Rayner’ın sol kulağının arkasındaki yumuşak dokuya geçirdim. Darbeye maruz kalan insan dokusundan çıkacak türden tok bir ses çıktı ve Rayner yana devrildi.
Hâlâ hayatta olup olmadığına bakma zahmetine bile girmedim. Vurdumduymazca belki, ama öyle işte.
Yüzümdeki terin bir kısmını elimle sildim ve koridora yürüdüm. Evden ya da dışarıdan herhangi bir ses geliyor mu diye dinlemeye çalıştım, ama gelse bile kesinlikle duymazdım, çünkü kalbim adeta bir yol matkabı gibiydi. Ya da belki de dışarıda gerçekten bir yol matkabı vardı. Fark edecek halim yoktu, çünkü ben ciğerlerime bol miktarda hava doldurmakla meşguldüm.
Kapıyı açmamla, çiseleyen yağmurun soğuğunu yüzümde hissetmem bir oldu. Yağmur tere karışıp terin yoğunluğunu hafifletti, kolumdaki acıyı hafifletti, her şeyi hafifletti ve gözlerimi kapayıp yağmurun üzerimden akıp gitmesine izin verdim. Hayatım boyunca yaşadığım en güzel deneyimlerden biriydi. Yaşadığım hayatın son derece boş olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama malumunuz, olaylara hangi çerçeveden bakıldığı önemlidir.
Kapıyı tamamen kapamadan kaldırıma çıktım ve bir sigara yaktım. Kalbim huysuzca söylene söylene, yavaş yavaş düzene girdi ve nefes alışım da onu izledi. Kolumdaki ağrı korkunçtu ve bu ağrının günler, hattâ belki haftalarca benimle olacağını biliyordum, ama en azından sigara içtiğim kolum ağrımıyordu.
Eve geri döndüm ve Rayner’ın bıraktığım yerde, bir kusmuk havuzunun içinde yatar vaziyette olduğunu gördüm. Ya ölmüştü ya da bedeni ağır hasar görmüştü, her halükarda bu en az beş yıl demekti. Kötü halden üstüne eklenecek olan zamanla on. Ve bence, bu kötüydü.
Hapse girmişliğim var, sadece üç haftalığına ve sadece mahkemeye çıkana kadar. Ancak her iki elinde de ‘NEFRET’ yazan birer dövme olan bir West Ham takımı taraftarıyla günde iki kez –altı piyonu, bütün kaleleri ve iki fili eksik olan bir satranç takımıyla– satranç oynamak zorunda kalınca insan hayattaki küçük şeylerin kıymetini bilmeye başlıyor. Örneğin, hapishanede olmamak gibi.
Tam bunları düşünürken ve şimdiye kadar gitme fırsatını bulamadığım bütün güzel ülkeleri gözden geçirmeye başlamışken, o sesin –yumuşak, hışırtılı sürtünme sesinin– farkına vardım, ama bu ses kesinlikle benim kalbimden gelmiyordu. Ciğerlerimden de gelmiyordu, hattâ aslında içten içe ciyaklıyor durumda olan bedenimin hiçbir yerinden gelmiyordu. Bu ses dış kaynaklıydı.
Biri ya da bir şey merdivenden ses çıkarmadan inmeye çalışıyordu, ama bu konuda kesinlikle başarısızdı.
Budayı olduğu yere bıraktım, elime çirkin bir mermer masa çakmağı aldım ve onun gibi çirkin olan kapıya yöneldim. “insan nasıl çirkin bir kapı yapabilir?” diye sorabilirsiniz. Kesinlikle epey çaba gerektiren bir olay, ama inanın ki, en iyi iç mimarlar bu tarz bir işi kahvaltıdan önce bitirirler.
Nefesimi tutmaya çalıştım, ama tutamadım ve sesli bir şekilde beklemeye başladım. Bir yerlerde bir elektrik düğmesine basıldı, beklendi, sonra düğme kapatıldı. Bir kapı açıldı, beklendi –orada da bir şey yok– kapatıldı. Kıpırdamadan duruldu. Düşünüldü. Oturma odasına geçildi.
Bir kumaş hışırdadı, yumuşak bir ayak sesi geldi ve birden elimdeki mermer çakmağı eskisi kadar sıkı tutmadığımı ve sanki rahatlamış gibi duvara yaslandığımı fark ettim. Çünkü içinde bulunduğum korkmuş ve yaralı halimle bile, Nina Ricci Fleur de Fleurs parfümünün bir dövüş kokusu olmadığı üzerine hayatımı ortaya koyabilirdim.
Kız girişte durdu ve etrafa bakındı. Işıklar yanmıyordu, ama perdeler sonuna kadar açıktı ve sokaktan odaya epey ışık giriyordu.
Elimle ağzını kapamadan evvel, bakışlarının Rayner’ın bedeniyle buluşmasını bekledim.
Hollywood’un ve toplumun koymuş olduğu bildik kuralları uyguladık. O bağırıp avucumu ısırmaya çalıştı ve ben ona sessiz olmasını, eğer bağırmazsa canını yakmayacağımı söyledim. O bağırdı, ben de canını yaktım. Oldukça klasik şeyler yani.
Çok geçmeden kız elinde –önce brendi sandığım ama sonradan Calvados olduğunu öğrendiğim– yarım kadeh içkiyle çirkin kanepede oturuyordu; bense yüzüme en zeki ve ‘Ben psikolojik olarak on numarayım’ ifademi takınmış olarak kapıda duruyordum.
Rayner’ı kendi kusmuğu içinde boğulmasın diye yan çevirip bir nevi ilkyardım pozisyonuna getirmiştim. Kız da kalkıp onu kurcalamak, iyi olup olmadığına bakmak –yastıklar, nemli havlular, bandajlar getirmek, sokakta durup olaya bakan kişinin kendini iyi hissetmesine yarayacak şeyleri yapmak– istedi, ama ona olduğu yerde kalmasını, benim çoktan ambulans çağırdığımı ve şu an yapılacak en iyi şeyin Rayner’ı rahat bırakmak olduğunu söyledim.
Hafiften titremeye başlamıştı. Önce ellerde başladı, kadehi tutarken iyice anlaşılıyordu, sonra bileklerine, oradan da omuzlarına ulaştı ve Rayner’a her bakışında daha da kötüye gitti. Gecenin bir yarısı insanın Çin halısının üzerinde kusmuk ve ölü insan karışımı bir şey görmesi karşısında titremek, elbette, nadir bir durum olmasa gerek, ama ben daha da kötüye gitmesini istemiyordum. Mermer çakmakla bir sigara yakarken –evet, alevi bile çirkindi– Calvados kızı uyandırana ve o soru sormaya başlayana kadar alabildiğim kadar çok bilgi almaya çalıştım. Yüzünü o odada üç kez görmüştüm: biri şöminenin üzerindeki gümüş çerçevenin içinde, gözünde Ray Ban’larla teleferikte sallanırken, ikincisi muhtemelen kendisinden pek hoşlanmayan biri tarafından yapılmış kocaman ve korkunç bir yağlı boya portrede, sonuncu olarak da, ki bu kesinlikle en iyisi, üç metre uzaktaki kanepenin üstünde.
Köşeli omuzları, boynunun arkasında kaybolmadan önce kıvrılan, dalgalı, uzun kahverengi saçlarıyla en fazla on dokuz yaşında gösteriyordu. Çıkık, yuvarlak elmacık kemikleri Doğulu olabileceğine işaret eder gibiydi, ama büyük, yuvarlak ve parlak gri gözlerini görünce bunun doğru olamayacağı hemen belli oluyordu. Bu mantıklı mı bilmiyorum. Üzerinde kırmızı, ipek bir gece elbisesi, tek ayağında ise başparmağının üzerinde altınımsı bir ip olan şık bir terlik vardı. Odada göz gezdirdim, ama diğer teki hiçbir yerde yoktu. Belki de kızın parası sadece tekine yetmişti.
Boğazını temizledi.
“Kim bu?” dedi.
Sanıyorum ağzını açmadan önce onun Amerikalı olduğu nu biliyordum. Her şeyi bir yana bırak, fazla sağlıklıydı. Hem, o dişleri nereden buluyorlar?
“Adı Rayner’dı,” dedim ve bunun cevap olarak fazla hafif kaçtığını düşünerek bir şeyler daha eklemek istedim. “Çok tehlikeli biriydi.”
“Tehlikeli mi?”
Bu onu korkutmuşa benziyordu, haklıydı da. Eğer Rayner tehlikeliyse ve ben onu öldürdüysem, hiyerarşik açıdan bunun beni d a h a tehlikeli biri yapması gerektiği gerçeği, m u h t e m e l e n benim aklımdan geçtiği gibi, onun da aklından geçiyordu.
“Tehlikeli,” dedim tekrar ve onun boşluğa bakışını yakından izledim. Daha az titriyora benziyordu, ki bu iyiye işaretti. Ya da belki onun titreyişi benimkiyle aynı ritmi tutturmuştu, bu yüzden dikkatimi daha az çekiyordu.
“Peki ama… Burada ne işi var?” dedi sonunda. “Ne istiyordu?”
“Tahmin etmek zor.” Benim için zor en azından. “Belki para peşindeydi, belki de gümüşlerin…”
“Yani… sana söylemedi mi?” Sesi birden yükselmişti. “Adama vurdun, ama kim olduğunu ve burada ne işi olduğunu bilmiyor musun?”
Şoka rağmen beyni e p e y hızlı çalışmaya başlamış gibiydi. “Ona vurdum, çünkü beni öldürmeye çalışıyordu,” dedim
“Ben böyle biriyimdir.”
Çapkın çapkın gülümsemeyi denedim, ama şöminenin üzerindeki aynada kendimi gördüm ve işe yaramadığını fark ettim.
“Demek öyle birisin,” diye tekrar etti soğuk bir şekilde. “Peki kim oluyorsun sen?”
Hadi bakalım. işte şimdi, bastığım yere dikkat etmem gereken bir noktaya gelmiştim. Bundan sonra işler olduğundan daha da sarpa sarabilirdi.
Şaşırmış gibi gözükmeye çalıştım, hattâ belki de biraz kırılmış.
“Nasıl yani, beni tanımadın mı?”
“Hayır.”
“Ha. İlginç. Fincham. James Fincham.” Elimi uzattım.
Sıkmadı, ben de bu hareketi soğukkanlı bir saç düzeltme hareketine dönüştürdüm.
“Bu sadece bir isim,” dedi. “Kim olduğunu açıklamıyor.” “Ben babanın bir arkadaşıyım.”
Bunu bir an düşündü.
“İş arkadaşı mı?”
“Onun gibi bir şey”
“Onun gibi bir şey.” Kafasını salladı. “ismin James Fincham, babamın iş arkadaşı gibi bir şeysin ve biraz önce evimizde birini öldürdün.”
Kafamı yana yatırdım ve “Evet, dünya böyle garip bir yerdir,” demek istediğimi göstermeye çalıştım.
Dişlerini gösterdi.
“Hepsi bu mu yani? Özgeçmişin bu mu?”
Yeniden çapkın çapkın gülümsemeyi denedim, ama yine bir şeye benzemedi. “Bir dakika,” dedi.
Rayner’a baktı ve, birden aklına bir şey gelmiş gibi, oturduğu yerde dikildi.
“Sen kimseyi çağırmadın, değil mi?”
Aslında enine boyuna düşününce kız yirmi dördüne yakın olmalıydı.
“Nasıl yani?..” Artık iyice batmıştım.
“Yani,” dedi, “buraya ambulans falan gelmiyor. Hey Tanrım…”
Elindeki kadehi halıya, ayağının yanına bırakıp kalktı ve telefona doğru yürüdü.
“Bak,” dedim, “aptalca bir şey yapmadan önce…”
Ona doğru hareket etmeye başladım, ama kızın etrafımda dönüş şekli, hiç kıpırdamadan durmamın daha iyi olacağını anlamamı sağladı. Önümüzdeki birkaç hafta telefon ahizesinin parçalarını yüzümden ayıklamakla uğraşmak istemiyordum.
“Olduğun yerde kal Bay James Fincham,” diye tısladı. “Bunda aptalca hiçbir şey yok. Ambulans çağırıp polisi arıyorum. Bu dünyanın her yerinde kabul edilen bir prosedür. Sedyeli adamlar gelir ve hastayı götürürler. Bunda aptalca hiçbir şey yok.”
“Bak,” dedim, “sana söylediklerimin hepsi doğru değildi.” Bana döndü ve gözlerini kıstı. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır umarım.
“‘Söylediklerimin hepsi doğru değildi’ de ne demek Tanrı aşkına? Bana sadece iki şey söyledin. Biri yalandı mı demek istiyorsun?”
İpler onun elindeydi, orası kesin. Başım beladaydı. Ama daha sadece ilk dokuzu tuşlamıştı.
“Adım Fincham,” dedim, “ve babanı tanıyorum.”
“Öyle mi? Ne marka sigara içer peki?”
“Dunhill.”
“Babam ağzına sigara sürmez.”
Kızın yirmili yaşlarının sonunda olması da olasıydı. Hattâ icabında otuz. O ikinci dokuzu da tuşlarken, ben derin bir nefes aldım.
“Pekala, babanı tanımıyorum. Ama yardım etmeye çalışıyorum.”
“Tabii. Duşu tamir etmeye geldin, değil mi?”
Üçüncü dokuz. Büyük kartı oynama zamanı.
“Biri babanı öldürmeye çalışıyor,” dedim.
Derinlerden bir klik sesi geldi ve birilerinin hangi servisi istediğimizi sorduğunu duydum. Ahizeyi yüzünden uzakta tutarak çok yavaşça bana doğru döndü.
“Ne dedin?”
“Biri babanı öldürmeye çalışıyor,” diye tekrar ettim. “Kim olduğunu ve bunu niye istediğini bilmiyorum. Ama onu durdurmaya çalışıyorum. işte ben buyum ve bu yüzden buradayım.”
Bana uzun uzun ve dikkatlice baktı. Bir yerlerdeki saat çirkin çirkin öttü.
“Bu adamın,” –Rayner’ı işaret ettim– “bu işle bir ilgisi vardı.” Durumun adil olmadığını düşündüğünü sezebiliyordum, ne de olsa Rayner’ın dediklerimin aksini iddia edebilecek hali yoktu; o yüzden tarzımı biraz yumuşattım ve etrafıma tedirgince bakıp sanki onun kadar şaşırmış ve gerilmişim gibi bir hava yarattım.
“Rayner’ın buraya kesinlikle öldürme amaçlı geldiğini söyleyemem,” dedim, “çünkü konuşma şansımız pek olmadı. Ama bu imkânsız da değil.” Gözlerini dikip bana bakmaya devam etti. Operatör hattın öbür ucunda alo diye ciyaklayıp duruyor ve muhtemelen telefonun nereden geldiğini saptamaya çalışıyordu.
Bekledi. Niye bekliyordu, bilmiyorum.
En sonunda, “Ambulans,” dedi gözlerini bana dikmiş vaziyette, ve sonra arkasını dönüp adresi verdi. Kafasını salladı ve sonra yavaşça, çok yavaşça ahizeyi yerine koyup bana döndü. Başladığı anda uzun süreceğini bildiğiniz o sessizliklerden biri yaşanıyordu aramızda, bu yüzden bir sigara daha aldım ve paketi ona uzattım.
Bana doğru yaklaşıp durdu. Odanın öbür ucundan göründüğünden daha kısa boyluydu. Tekrar gülümsedim; o ise paketten bir sigara aldı, ama yakmadı. Sadece parmaklarında evirip çevirdi ve gri, donuk, iri gözlerini bana dikti. Koca bir adamın bebek gibi sesler çıkarmasını sağlayacak türden gözler. Tanrı aşkına, kendine gel.
“Sen yalancının tekisin,” dedi.
Sinirli bir şekilde değil. Korkmuş gibi de değil. Sadece bir gerçeğe değinir gibi. Sen yalancının tekisin.
“Eh, evet,” dedim. “Genelde öyleyim. Ama şu içinde bulunduğumuz anda sana gerçeği söylüyorum.”
Bazen tıraş olduktan hemen sonra kendi yüzüme baktığım gibi, yüzüme bakmaya devam etti, ama benim bugüne kadar aldığımdan daha fazla bir cevap almışa benzemiyordu. Sonra bir kez gözlerini kırptı ve bu göz kırpış nasıl olduysa bir şeyleri değiştirdi sanki. Bir şeyler ortaya çıktı ya da örtüldü ya da en azından biraz azaldı. Rahatlamaya başladım.
“Biri babamı neden öldürmek istesin ki?” Sesi yumuşamıştı.
“Gerçekten bilmiyorum,” dedim. “Sigara içmediğini bile daha yeni öğrendim.”
Sanki dediğimi duymamış gibi devam etti.
“Fincham,” dedi, “bu işte senin rolün ne?”
İşte bu kısım boktandı. Harbiden boktan. Boktan da ne
kelime.
“Çünkü iş önce bana teklif edilmişti,” dedim.
Nefesi kesildi. Yani, kız gerçekten nefes almamaya başladı. Ve yakın zamanda tekrar başlayacakmış gibi de görünmüyordu.
Elimden geldiğince soğukkanlı bir şekilde devam ettim. “Biri babanı öldürmek için bana yüksek miktarda para teklif etti,” dedim. Kız inanmamış bir yüz ifadesiyle kaşlarını çattı. “Geri çevirdim.”
Bunu söylememem gerekiyordu. Kesinlikle söylememeliydim.
Newton’ın Üçüncü Konuşma Yasası’na göre –ki böyle bir şey yok– ağızdan çıkan her ifade bir eş bir de zıt anlama işaret eder. Teklifi reddettiğimi söylemem böyle bir şeyi yapmayacağım ihtimalini ortaya çıkarıyordu, ancak o anda odaya böyle bir düşüncenin hakim olmasını istemiyordum. Ama kız tekrar nefes almaya başladı, belki de farkına varmamıştı.
“Neden?”
“Ne, neden?”
Sol gözünde gözbebeğinin içinden başlayıp kuzeydoğu yönüne doğru giden yeşil bir çizgi vardı. Orada durup hem gözlerine baktım hem de bakmamaya çalıştım, çünkü başım korkunç bir şekilde dertteydi. Birçok açıdan.
“Neden geri çevirdin?”
“Çünkü…” diye başladım, sonra durdum, çünkü bu soruda hata yapmamam gerekiyordu.
“Evet?”
“Çünkü ben insanları öldürmem.”
O bu söylediğimi alıp ağzında birkaç kez döndürürken kısa bir sessizlik oldu, sonra Rayner’ın bedenine bir göz attı.
“Sana söyledim,” dedim. “O başlattı.”
Bir üç yüz yıl daha gözlerini bana dikti ve sonra elindeki sigarayı parmaklarının arasında yavaşça çevirmeye devam ederek, kanepeye doğru uzaklaştı, derin düşüncelere dalmış olduğu her halinden belliydi.
“Gerçekten,” dedim kendime ve olaya hakim olmaya çalışarak. “Ben iyi biriyim. Oxfam’a bağış yaparım, gazeteleri geri dönüşüm için saklarım, başka şeyleri de.”
Rayner’ın bedenine doğru yürüdü ve durdu.
“Peki bütün bunlar ne zaman oldu?”
“Şey… hemen biraz önce,” diye kekeledim salak gibi.
Bir an gözlerini kapadı. “Sana işin teklif edilmesinden bahsediyorum.”
“Ha,” dedim. “On gün önce.”
“Nerede?”
“Amsterdam.”
“Hollanda yani, değil mi?”
Bu benim için bir rahatlama oldu. Kendimi çok daha iyi hissettim. Ara sıra gençleri bilgilendirmek hoş bir duygu. Her zaman olması gerekmez, sadece ara sıra.
“Evet,” dedim.
“Sana işi teklif eden kimdi peki?”
“O âna kadar ve daha sonra da görmediğim biri.” Kadehine doğru eğildi, Calvados’u yudumladı ve içkinin tadını alınca yüzünü ekşitti.
“Ve buna inanmamı mı bekliyorsun?”
“Ben…”
“Hadi ama, bana biraz yardımcı ol,” dedi, sesi yine yükselmeye başlamıştı. Başıyla Rayner’ı işaret etti. “Burada senin hikâyeni doğrulayacak durumda olmayan bir adamımız var, bana söyler misin neden sana inanmak zorunda olayım ki? Temiz yüzlü bir tip olduğun için mi?”
Kendimi tutamadım. Kendimi tutmam gerekiyordu, biliyorum, ama yapamadım işte.
“Neden olmasın?” dedim çapkın görünmeye çalışarak. “Senin söylediğin her şeye inanırdım.”
Korkunç bir hata. Gerçekten korkunç. Saçma laflarla dolu uzun hayatımda söylemiş olduğum en dangalakça ve saçma laftı.
Bana döndü, birdenbire çok kızmıştı.
“Bu boktan muhabbeti hemen kesebilirsin.”
“Ben sadece…” dedim, ama beni durdurduğu için mutluydum, çünkü gerçekten ne demek istediğimi ben bile bilmiyordum.
“Kes dedim. Burada can çekişen biri var.”
Suçlulukla başımı salladım ve ikimiz de, sanki saygılarımızı sunar gibi, Rayner’a doğru başımızı eğdik. Sonra kız birden dua etme modundan çıkıp gerçek hayata döndü. Omuzlarını gevşetti ve kadehini bana doğru uzattı.
“Ben Sarah,” dedi. “Bana bir kola getirebilir misin?”
Sonunda polisi aradı ve ambulans ekibi gelip hâlâ nefes almakta olan Rayner’ı bir sedyeye koyup götürdü. Bu sırada olay mahalline varan polisler biraz mırın kırın ettiler, şöminenin üzerinden bir şeyler aldılar, şöminenin altına baktılar; genel olarak başka bir yerde olmak istiyorlarmış gibi bir havaları vardı.
Polisler yeni suç dosyalarını üstlenmek istemezler, bu genel bir kuraldır. Tembel olduklarından değil, herkes gibi onlar da içinde çalıştıkları o kocaman, rastgele mutsuzluk yığınının arasında bir anlam, bir bağ bulmak isterler. Eğer jant kapaklarını çalan bir genci yakalamaya çalışırken bir seri katilin cinayet mahalline çağırılırlarsa kanepenin altında jant kapağı aramaktan kendilerini alamazlar. Gördükleri her şeyi daha önce gördükleri bir şeye bağlamak isterler, çünkü kaosun içinden ancak bu şekilde anlam çıkarabilirler. Böylelikle kendi kendilerine, “Bu oldu, çünkü daha önce şu olmuştu,” diyebilirler. Eğer o bağı bulamazlarsa –ellerindeki tek şey önce yazılması gereken, sonra dosyalanması gereken, ardından da kaybolup bir süre sonra başka birinin alt çekmesinden çıkan, tekrar kaybolan ve en sonunda faili meçhullerin arasına giren bir dosyaysa– hayal kırıklığına uğrarlar.
Bizim hikâyemiz onları oldukça hayal kırıklığına uğratmıştı. Sarah’yla birlikte, bize göre mantıklı olan bir senaryonun provasını yaptık ve rütbeleri giderek yükselen üç polisin karşısında üç kez aynı senaryoyu oynadık, finali de şaşırtıcı derecede genç olan Brock adlı bir komisere yaptık.
Brock kanepede oturup ara sıra parmaklarına bakarak, ilk kattaki boş odada kalmakta olan aile dostu cesur James Fincham’ın hikâyesini dinledi. James sesler duymuş, bakmak için alt kata süzülmüş, deri ceket ve siyah polo yaka kazaklı korkunç adamla –hayır, ilk kez görüyormuş– kavga etmişti, adam düşmüş ve –aman Tanrım– kafasını vurmuştu. 29 Ağustos 1964 doğumlu Sarah Woolf dövüşme seslerini duyarak aşağı inmiş ve her şeyi görmüştü. Bir şey içer misiniz Komiser? Çay? Ribena?
Evet, ortamın da yardımı oldu e l b e t t e. Eğer aynı hikâyeyi Deptford’da bir sosyal konutta anlatmış olsaydık, kendimizi o saniye minibüse t ı k ı l m ı ş halde, kısa saçlı, sıkı vücutlu genç adamlara yüzümüze basmaktan vazgeçmelerini söylerken bulabilirdik. Ama yemyeşil Belgravia’da polis size inanmaya meyilli oluyor. Sanırım bu vergilere dahil.
Biz ifadelerimizi imzalarken polisler karakola haber vermeden ülke dışına çıkmak gibi aptalca şeyler yapmamızı söyledi ve genel olarak kanuna uygun hareket etmemiz konusunda bizi uyardı.
Kolumu kırmaya çalışmasından iki saat sonra, ilk adı bilinmeyen Bay Rayner’dan geriye kalan tek şey kokuydu.
Evden çıktım ve yürüdükçe kolumdaki ağrının azaldığını hissettim. Bir sigarayakıp köşeye doğru yürümeye başladım, sola döndüğümde bir zamanlar atlara ev sahipliği yapmış ahırlardan bozma evleri olan parke taşlı, dar bir sokağa girdim. Şu anda burada yaşayacak atın çok zengin olması gerektiği açıktı, ama o ahır havası sokağa işlemişti ve bu yüzden insan motosikletini oraya bağlamanın doğru olacağını düşünüyordu. Yulaf dolu bir kovanın tam yanına, arka tekerleğin altına saman girmiş vaziyette.
Motorum bıraktığım yerde duruyordu; kulağa sıkıcı bir açıklama gibi geliyor bu ama artık sıkıcı olmayan ne var ki? Motorcular arasında makinenizi –zincir ve alarmı bile olsa– karanlık bir yerde bir saatten fazla bir süreliğine bırakmak ve geri geldiğinizde hâlâ aynı yerde olduğunu görmek konuşmaya değer bir şeydir. Özellikle söz konusu motor bir Kawasaki ZZR 1100 ise.
Japonların Pearl Harbor’da ciddi ölçüde ofsayta düştüklerini inkar edemem ve bence masaya getirdikleri balığın hazırlanma şekli de oldukça zayıf, ama size yemin ederim, motosiklet yapmakla ilgili bir şeyler biliyorlar. Bu makinede herhangi bir viteste gaza yüklenin, gözleriniz kafanızın arkasına yapışır. Tamam, belki de çoğunuzun kişisel ulaşım seçimi bu tarz bir duygu yaşamayı içermiyor olabilir, ama ben bu motoru bir tavla maçında aşırı şanslı bir şekilde sadece 41 ve üst üste üç kez 66 atarak kazanmış olduğum için, onu kullanmaktan büyük zevk duyuyordum. Siyahtı, büyüktü ve onun sayesinde, benim gibi sıradan bir motorcu bile, diğer galaksileri ziyaret edebiliyordu.
Motoru çalıştırdım, birkaç Belgravialı finans uzmanını uyandıracak kadar ses çıkardım ve Notting Hill’e doğru yola çıktım. Yağmur yağdığı için yavaş gitmem gerekiyordu, o yüzden bu geceki olayların değerlendirmesini yapacak epey zamanım vardı.
Sarı ışıklı, kaygan caddelerde motorla şerit değiştirirken aklımdan çıkaramadığım tek şey Sarah’nın bana ‘bu boktan muhabbeti’ kesmemi söylemesiydi. Ve kesmemi söylemesinin nedeni, odada can çekişen biri olmasaydı.
Newton Yasası diye düşündüm kendi kendime. Bundan çıkan sonuca göre, eğer odada can çekişen biri olmasaydı, o boktan muhabbete devam edebilirdim.
Bu biraz neşemi yerine getirdi. Eğer bir gün o ve ben, içinde can çekişen bir adam bulunmayan bir odada birlikte olmazsak, bana da James Fincham demesinler diye düşündüm.
Ama zaten demiyorlardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSilah Tüccarı
- Sayfa Sayısı400
- YazarHugh Laurie
- ÇevirmenÖvgü İçten
- ISBN6053750734
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Beyoğlu’nda Fısıltılar ~ David Boratav
Beyoğlu’nda Fısıltılar
David Boratav
Fransa’da yazarların ilk romanlarına verilen çok saygın Gironde ödülünü kazanan David Boratav, Türk okuru için de güzel bir sürpriz. Londra’da uykusuzluk çeken bir adam....
- Üç Kadın ~ Lisa Taddeo
Üç Kadın
Lisa Taddeo
Arzu. Bizi büyülüyor ve avucuna alıyor. Düşüncelerimizi kontrol ediyor, hayatlarımızı yönlendiriyor, bazen sadece onun için yaşıyoruz. Yine de hakkında neredeyse hiç konuşmuyoruz. Ve derinlerde...
- Middlesex ~ Jeffrey Eugenides
Middlesex
Jeffrey Eugenides
ÖLMEDEN ÖNCE OKUMANIZ GEREKEN 1001 KİTAPTAN BİRİ Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız...