Özge çekingen, Özge ezik, Özge en doğal haklarını bile savunmaktan aciz… Herkes Özge için bir şeyler söylüyor. Oysa onun tüm bu söylenenlere karşı kulak tıkamaktan başka hiçbir çaresi yok. Anne-babası her ne kadar onu koruyup kollasalar, hatta imkânlarını zorlayıp doktor yardımı bile alsalar her şey nafile. Okuldaki taşkınlıkları ve yersiz çıkışlarıyla ablasını bile çileden çıkarmayı başaran Özge’nin hayattaki en büyük dayanağı ise biricik dostu Melis.
Tüm yaşantısı evle okul arasında geçen, hatta içten içe hoşlandığı okul arkadaşı Tolga’ya karşı olan duygularını kalbinin derinliklerine gömmeyi tercih eden böylesine içe dönük bir kızın hayatını değiştirebilmek için olsa olsa sihirli bir değnek gerek. Ya da belki tesadüfen Özge’nin parmağına geçecek sihirli bir yüzük…
Özge’nin eski halinden eser kalmadı. Esip gürleyen, haksızlıklara karşı meydan okuyan bu asi kız da kim? Birinin bu denli hızlı bir şekilde değişebilmesi gerçekten mümkün mü? Acaba Özge’yi bu hale getiren şey yaşadıklarına karşı arttırdığı özgüveni mi, yoksa sihirli olduğuna inandığı yüzüğün ta kendisi mi?
Çocuklar ve gençler için kaleme aldığı sürükleyici kitaplarla pek çok ödüle değer görülen Zehra Tapunç’tan, sosyal korkudan kurtuluş ve özgüven kazanma üzerine macera dolu fantastik bir roman.
BİRİNCİ BÖLÜM
“O iğrenç şeyi yemeyeceksin herhalde Özge!” Özge elindeki kahverengileşmiş patateslere baktı. Gerçekten de yenecek gibi değildi ama daha önceki günlerde aldıkları da bunlardan farklı değildi ki. Kantinci her zaman ona kenarda beklettiği sandviçlerden verirdi zaten. Özge de hiç ses çıkarmadan alır, yemeye çalışırdı. Yine de arkadaşına bunun farkında değilmiş gibi davranmayı tercih etti. “Neden? Nesi var ki?” “Bir benimkine bak, bir de şunlara… Patatesler yanmış, üstelik buz gibi. Sandviç de eminim bayattır. Meyve suyuna bakayım… Tahmin etmiştim. Buna da soğuk içecek demek için bin şahit lazım.” Özge, gözleri öfke kıvılcımları saçan arkadaşına hayranlıkla baktı. Kızıl, dümdüz ışıltılı saçlarının bir yansıması gibi yüzüne serpiştirilmiş çilleri, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin arkasından bakan yeşil gözleri ve ufak tefek bedeniyle kendisinden ne denli farklıydı.
“Boş ver…” dedi omzunu silkerek. “Benim için yeni bir durum değil ki bu. Hadi gel, voleybol maçını izleyelim.” “Ver şunları bana.” “Melis, lütfen…” Melis arkadaşının itirazını duymadı bile. Kendi elindekileri kantinin önündeki banka bırakıverdi. Sandviçi ve meyve suyunu arkadaşının elinden kaptığı gibi kantine koştu. Özge de arkasından… Melis elindeki sandviç bozuntusunu öğle teneffüsünün kalabalığından bunalmış haldeki kantincinin burnuna dayadı. “Bunu herhalde çöpe atacaktınız. Yanlışlıkla arkadaşıma vermişsiniz,” dedi seyrek saçlı, gözlüklü adama. Adam, gözlüklerinin üzerinden bir Melis’e bir de sandviçe baktıktan sonra, “Ah, özür dilerim,” dedi. “Çok yoğun olunca böyle yanlışlıklar oluyor işte. Hemen yenisini hazırlıyorum.” “Şu meyve suyunu da vereyim. Çay bile bundan daha soğuktur.” Kantincinin yardımcısı genç kız, utangaç bir gülümsemeyle meyve suyunu aldı ve buzdolabından yeni bir tane çıkarıp uzattı. “Gördün mü?” diye fısıldadı Melis, Özge’ye dönüp. “Nasıl da özür diledi. Midene yazık değil mi senin? Bedavaya mı alıyorsun? Hem bunu sen söyleyemez miydin sanki?” “Ben söylesem değiştirmezdi ki. Her seferinde böyle veriyor. Sürekli kavga mı edeceğim?”
“Sana sürekli kavga et diyen yok. Hatta kavga et diyen bile yok. Az önce benim söylediklerimi sen söyleyeceksin. Yalnızca bir kez… Sonra gerekiyorsa kavga edeceksin, ki gerekmeyeceğinden eminim.” Sesini çıkarmadı Özge. Melis haklıydı haklı olmasına da, onun dediklerini yapmaya yürek isterdi. O yürek de Özge’de yoktu. Hiç üşenmeden yeniden kızarttığı patatesleri sosisli sandviçin içine yerleştirmekte olan kantincinin yüzüne çekinerek baktı. Bir daha Melis olmadan kantinden alışveriş yapmamaya karar verdi. Çünkü adam bu yapılana kesinlikle kızmış olmalıydı. Belli ki Melis’ten korktuğundan sesini çıkarmamıştı. Özge’yi yalnız bulacak olursa bunu kesinlikle ödetirdi. Okulun spor salonunda bir kenara oturmuş, bir yandan yemeklerini yiyip diğer yandan maçı izlerlerken Melis’in eleştirileri bitmek bilmiyordu. “Senin neyin var anlayamıyorum. Niçin her şeye evet demek zorunda olduğunu düşünüyorsun?”
“Sorun istemiyorum.”
“Peki böyle yaptığında sorunsuz yaşıyor musun?”
“İçim rahat…”
“Başkaları üzülmesin diye kendini üzmeyi tercih ediyorsun. Hayatında hiçbir şeye itiraz ettin mi sen?”
“Hatırlamıyorum.”
“Hatırlamazsın tabii. Bence hayır kelimesi senin ağzından hiç çıkmamıştır. Yuvadan beri arkadaşız. Ben hiç duymadım.”
Özge arkadaşının son sözlerini duymadı bile. Tırnaklarını kemirerek sahayı işaret ederken yüzü de hemencecik pembeleşmişti.
“Bak, servis atıyor.”
Melis, Özge’nin kimden bahsettiğini anlayamadı önce.
Sonra servis atan çocuğa baktı.
“Kim? Ha Tolga mı? Atıyor da ne oluyor? Uzaktan
bakmaktan başka ne yapıyorsun? Daha bir kez yanına
bile yaklaşmadın.”
“Benimle konuşmaz ki.”
“Denemedin ki. Bak istersen maçtan sonra gidip konuşmayı deneyelim. Ben de Burak’la konuşmak için can
atıyorum zaten.”
“Hayır hayır… Yapamam.”
“Özge seni hiç anlayamıyorum. Neyin var Allah aşkına? İnsan beğendiği çocukla konuşmaktan çekinir mi?
Tolga daha adını bile bilmiyor.”
“Burak da senin adını bilmiyor.”
“Ama en azından ben mücadele ediyorum. Bazen bana
gülümsüyor. Tolga’nın ise senin bu dünyada yaşadığından
haberi bile yok. Üstelik bunun için onu suçlayamayız.”
“Suçlamıyorum ki.”
“Ben de buna şaşıyorum zaten. Çocuğun başkalarıyla
çıkmasından, sıkı fıkı olmasından zevk alır gibisin.”
“Zevk almıyorum… aslında üzülüyorum.”
“Neyse buna sevindim.”
“Üzülmeme mi?”
“Evet… Çünkü bu, hiç olmazsa bizim gibi normal duyguların olduğu anlamına geliyor.” Özge gözlerini üzüntüyle ellerine kilitledi. “Anormal olduğumu mu düşünüyorsun?” “Hayır… evet… yani bak… tanıdığım herkesten farklısın. Yalnızca benimle rahat konuşabiliyorsun. Sınıfta yanıtını bildiğin sorulara bile cevap vermiyorsun.” “Doğru olduğundan emin olamıyorum.” “Ama dün sözlüye birlikte çalışmıştık. Bana o soruyu da, yanıtını da sen söylemiştin. Öğretmen sorunca niye söylemedin? Yanlış olmasından korkmuş olamazsın. Biliyor musun, bütün ders bunu düşündüm.” “Bilmem.” “Bence biliyorsun. Doğru yanıt verdiğinde herkesin dönüp sana bakmasından korkmuşsundur. Halbuki cevap vermemekte direnip öğretmeni çatlattığında, herkes sana daha çok baktı.”
“Biliyorum. Zaten o an çok pişman oldum. Keşke cevap verip hemen kurtulsaydım diye düşündüm.” “Yani cevabı biliyordun… Benimki de laf işte. Bildiğini zaten biliyorum. Beni sersem ediyorsun, Özge. Senin yanındayken bazen ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırıyorum.” “Boş ver. Beni düşünerek kafanı yorma.” Melis, kumral bukleli saçlarını siyah bir çengel tokayla kafa derisinden sıyırmak istermiş gibi sımsıkı toplamış arkadaşına alıcı gözüyle baktı. Bembeyaz yüzü her an kızarmaya hazırmış gibi pespembeydi. İri kahverengi gözleri ve biçimli kaşları tokanın baskısından hafifçe şakaklarına doğru çekilmişti. Bu haliyle Türkî cumhuriyetlerden gelmiş gibi bir hali vardı. Aslında düzgün burnu ve ağzıyla görünüşünden çekinmesini gerektirecek bir yanı yoktu. Yaşıtları olan bütün kızların özenecekleri kadar uzun boyluydu. Ancak kambur duruşu, sürekli yerleri araştıran bakışları ve her mevsim kocaman mendiliyle burnunu silişi, Melis’in değilse de başka insanların sinirine dokunuyor olmalıydı. Melis kendi kendine konuşurmuş gibi fazla incelemeden sordu: “Doktora bunları anlatıyor musun peki?”
Melis bunu sorup sormamakta kararsızdı gerçi. Ne zamandır, Özge’nin her hafta gittiği psikiyatrın ne işe yaradığını düşünüp duruyordu. Ancak bu çok özel bir konuydu ve Özge’nin bundan söz etmek istemediğini hissetmişti. Neyse olan olmuş, sonunda sormuştu işte. Yan gözle arkadaşına baktı. “Pek sayılmaz… Yani birkaç kez anlatmaya çalıştım ama…” “Anlatmaya çalıştım da ne demek? Doktora dünya kadar para döküyor olmalısınız. Onunla da konuşmuyorsan sana nasıl yardımcı olabilir ki?” “Bana yapmam gerekenleri sıralıyor. Bir sonraki randevuda uygulayıp uygulamadığımı soruyor.” “Uygulayamadığını söylüyorsun tabii…” Melis arkadaşının yere düşmüş bir kâğıt mendile diktiği bakışlarına, inanamayan gözlerle baktı.
“Özge! Adama söylediklerini yapamadığını söylemiyor musun?” “Söyleyince kızıyor.” “N-nasıl yani? Bağırıyor mu?” “Yok da… gözlerini belertiyor.” “Eee? Sorun yok numarası mı yapıyorsun?” “O zaman fazla kızmıyor. Bazen komik şeyler anlatıyor. Çoğunlukla da beni rahat bırakıyor. Süre dolana kadar müzik dinletiyor. Kendisi de telefonda falan konuşuyor.” “Ve sen de hiçbir şey olmamış gibi odadan çıkıp annene tedavi oluyormuş numarası mı yapıyorsun? Sana inanamıyorum! Bunu annene söylemek zorundasın.
Boşu boşuna para ödüyorsunuz. Sana yardımcı olacak bir doktor mutlaka vardır.” “Aslında doktora gitmeyi hiç mi hiç istemiyorum. O adamın çatık kaşları rüyama giriyor.” “Annene söyle o zaman. Bu haftaki randevuya gitmeyin. Bak yoksa ben söylerim, haberin olsun!” “Sakın yapma! Annem çok üzülür. Beni doktora götürmek annemin içini biraz olsun rahatlatıyor. İyileşeceğimi sanıyor.” “Sen hasta değilsin ki. Yalnızca yaşama farklı bir açıdan bakmayı başarman gerekiyor. Hepsi bu. Bak…” Melis’in sözleri yarım kaldı. Çünkü Özge’nin ablası Cansu, zebella gibi başlarına dikilmişti. “Ben de seni arıyordum ufaklık. Gelsene biraz.” Özge hemen yerinden fırlayıp ablasının peşi sıra beden salonunun kapısına seğirtti.
“Yanıma haftalığımı almamışım,” dedi Cansu yüzünde hiçbir eziklik belirtisi göstermeksizin. “Seninki yanında mı?” “Hı hı.” “Ah çok iyi. Çıkışta kızlarla gümüşçüye gideceğiz. Geçen hafta beğendiğim o kolyeyi alacağım. Kızların yanında istemeyeyim, dedim. Sen ver, ben sana evde veririm, oldu mu?” Özge çantasını açıp cüzdanına özenle yerleştirmiş olduğu haftalığının içinden bir miktar seçecek oldu. “O kadar yetmez,” dedi Cansu yüzü bile kızarmadan. “Dönüş paranı ayır. Gerisini ver. Dedim ya, evde veririm.” Özge cüzdanının ağzını iyice açtı. Ablasının iki lira dışındaki her kuruşu alışını sessizce izledi. “Sağ ol, ufaklık. Ha, aklıma gelmişken, dönüşte şıp diye eve koşma. Melis’le biraz oyalanın. Ne bileyim, kitapçıya falan girin. Kızlarla pastaneye de gideceğiz. Annem geciktiğimi çakmasın.” Özge, ablası çoktan arkasını dönmesine karşın, başını salladı ve ağır adımlarla arkadaşının yanına döndü. Melis öfkeyle söylenmeye başladı.
“Yine haftalığını kaptırdın, değil mi?”
“Kendisininkini evde bırakmış.”
“Sen de yutmuş numarası yaptın.”
“Evde veririm, dedi; iki kez…”
“Bin kez de söylese vermeyecek, biliyorsun. Sen de istemeyeceksin. Konu kapanıp gidecek. Bir iki hafta sonra yine aynı şey olacak.”
Özge hiç sesini çıkarmadı. Doğru söze ne denirdi? “Bu kez ne alacakmış?” “Gümüşçüye gideceklermiş.” “Oh ne âlâ memleket! Senin paranla har vurup harman savuruyor hanımefendi. Biz de bütün hafta eve yürüyeceğiz desene.” “Yok, iki lira bıraktı. Bugün binebiliriz.” “Aman ne insaflıymış! Sana inanamıyorum demekten bıktım valla. Aslında yürümekten şikâyetçi değilim. Sayende form tutuyorum da… Benim derdim, kendini bu kadar kullandırman. Hişt, buraya geliyor.”
“Kim?”
“Seninki ve… Yaşasın, benimki de!”
“…”
“Bana bak, konuşmaktan maçı kazanıp kazanamadıklarını bile anlayamadım. Ne diyeceğiz?”
“Kazandılar.”
“Emin misin?”
“Hı hı.”
“Tamam o zaman. Bak sen her şeyi bana bırak. Konuşman gerekmiyor. Yalnızca başını salla. İsmini sorarsa sallama ama. Allah aşkına cevap ver! Özge hava çok güzel. Kapüşonunu ne diye takıyorsun?” “…” Tolga ile Burak birbirleriyle şakalaşarak kızların oturdukları yere yaklaştılar. “Selam kızlar!” dedi Burak neşeyle. “İzlediniz mi?” Melis, çene yarıştırmaktan izleyemediği maçta çocukların performanslarıyla ilgili övgüler düzmeye başladı.
Özge’nin hemen yanına bırakmış olduğu çantasından suyunu çıkaran Tolga ise Özge’ye göz kırptı. “N’aber?” Özge yanıt vermek şöyle dursun, kendisini yere atıp bir şeyler aramaya koyuldu. Çocuk da onunla birlikte eğilmiş, bir yandan yerleri araştırıyor, diğer yandan soruyordu: “Ne düşürdün? Lens falan mı?”
Özge yerdeki araştırmalarını aniden bırakıp çantasına yüzünü gömdü. Bir elini de çantaya daldırıp kocaman mendilini buldu. Çantanın içinden çekmediği burnunu gürültüyle sildi. Allahtan spor salonundaki kızlar çocukların etrafını sarmış, Tolga’nın dikkatini çoktan dağıtmışlardı. Özge rahat bir nefes aldı; o karmaşada iyice coşan burnunu koparırcasına çekiştiriyordu. Biraz sonra spor salonundan çıktıklarında Melis öfke nöbetleri geçiriyordu. “Ne şans ya! Çantalarını tam da bizim oturduğumuz yere bırakmışlar! Yanımıza geldiler, neredeyse oturacaklardı. Ama o yılışık kızlar rahat vermediler ki! Çocukları serseme çevirdiler. Burak hangi sınıfta olduğumu sordu. Düşünebiliyor musun, yanıtımı duyuramadım çocuğa!” “…” Melis hiç sesini çıkarmayan Özge’ye döndü. “Sen ne yapıyordun öyle yerlerde?” “N’aber dedi,” diye yanıtladı Özge kendini savunurcasına.
“İyilik deseydin. Her n’aber dendiğinde yerlere mi serileceksin? Hem o burnunu silişin neydi öyle? Sanki son şansın kalmış gibi…” “Çok üstüme geldi.” “Çocuk bir şey düşürdün sandı. Ve peşinde onca sırnaşık varken seninle birlikte arama kibarlığını gösterdi. Yok Özge yok, sen adam olmazsın! Neyse zil çaldı, içeri girelim. Yoksa kendimi tutamayıp seni bu kez gerçekten kıracağım.” Özge sokaklarda dolaşmaktan tabanları alev alev yanarak eve döndüğünde, ablasının cırtlak sesi kapının dışına kadar taşıyordu.
Ayakkabılarını çıkarırken konuşmalara kulak kesildi. “Hayır anne, hayır! O salakla hiçbir yere gidecek değilim.” “Sen bilirsin kızım. Babanı duydun. Ya kardeşinle gideceksin ya da hiç.” “Anne lütfen… Sen bir şey yapamaz mısın?” “Babanın karşı çıkmasına rağmen, seni yalnız başına arkadaşına gece yatısına göndermemi mi istiyorsun? Üstelik kardeşinden salak diye söz etmene karşın… İstersen senin için yalan da söyleyeyim ha! Kusura bakma canım.” “Anne neler yaptığına inanamazsın. Durup dururken çığlıklar atıyor. Yatakların altına saklanıyor. Birisi ismini soracak olsa, çok terbiyesiz bir şey söylenmiş gibi kızarıp bozarıyor. Yüzüne dikkatle baksalar elinde ne varsa düşürüyor… İnsanı rezil ediyor.” “Kız kardeşinden bir ruh hastasından bahseder gibi söz etme Cansu, sinirlerim bozuluyor. Kardeşin tanımadığı insanların içinde bu tür davranışlar sergiliyorsa öncelikle kendinden utanmalısın.”
“Utanıyorum zaten.” “Ona ablalık etmediğin için…” “Anne!” “Mademki Özge yabancı ortamlarda böyle garip davranışlarda bulunuyor Cansu; o zaman sorunu şöyle çözüyoruz. Gittiğin her yere kardeşini de götürüyorsun…” “Anne lütfen!” “Böylece çocuk insan içine çıka çıka, o acayip davranışlarını unutur.” “Anne…” “Konu kapanmıştır. Götür şu salatayı masaya. Hem nerede kaldı bu çocuk? Sen ne diye ayırıyorsun kardeşini yanından?” “Melis’le yürüyorlardı.” “Sizin yanınızda da yürürlerdi. Bu sorumsuzlukların beni çileden çıkarıyor, Cansu. Tövbe, tövbe! Yemek vakti gelmiş, çocuk yok! Götürme salatayı, koy şuraya… Yoksa baban pirelenecek. Ya çocuğun başına bir şey geldiyse!” “Ne gelecek? Yanılıp şaşırıp onu kaçırmaya kalkan, bin pişman olur valla.”
“Onu bilmem ama senin çok pişman olacağın kesin. Biraz daha konuşmaya devam edersen Meltemlere kardeşinle olsun gidebilmek için yalım yalım yalvaracaksın.”
Özge ayakkabılarını çıkarıp doğruca mutfağa geçti.
“Ben geldim anne!”
“Özge! Niye bu kadar geciktin yavrum?”
“Yürüdüm.”
“Niye?”
“Yürümek hoşuma gitti.”
“Kafana esince yürüme canım. Bir gün önceden haber
ver. Merak ediyorum.”
“O zaman… bu hafta hep yürümeye karar verdik
Melis’le. Olur mu?”
“Olur tabii.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıSihirli Yüzük
- Sayfa Sayısı136
- YazarZehra Tapunç
- ISBN9789944698504
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çiçekler Susayınca ~ Ahmet Günbay Yıldız
Çiçekler Susayınca
Ahmet Günbay Yıldız
Cıvıl cıvıl çocukluk çağından gençliğin umut dolu günlerine doğru uzanan hayat çizgisiden nice insanlar kaybolup gitmiştir. Pırıl pırıl sevecen bakan gözleriyle herkesi güzel gören...
- Kanlı Ay ~ Pelin Çelik
Kanlı Ay
Pelin Çelik
BEBEK BEDENİNİ TANRIÇA HEKATE’YE EV YAPAN ANBER VE ONU KANLI AY’DA KURBAN EDECEK OLAN İBLİS ARES SALENMİR’İN AŞKLA BEZENMİŞ KANLI HİKAYESİ Eşsiz zihni gözlerinin...
- Dar Köprünün Dervişi ~ Mucize Özünal
Dar Köprünün Dervişi
Mucize Özünal
Türk musikisini yepyeni bir sanat anlayışıyla yönelten, her türlü insani duyguyu dile getirebilecek, insan ruhunu kanatlandıracak, özünü halktan alan çoksesli bir müzik yaratmayı amaçlayan,...